YAZARLAR

Merak kötü şey

Bütün bu hayat bilgisi dersini bana veren Özlem Hanım’ın, bal gibi varolduğunu, üstelik gayet yaygın şekilde uygulandığını bildiği halde “çıplak arama yoktur” diyebilmesinin birey-içi, zihin-içi mekanizmasını yine de merak ediyorum. Üstelik kendisi, yine pek iyi bildiği, tanıdığı, iyi niyetinden ve adalet duygusundan asla şüphe edilemeyecek bir insanı, Ömer Faruk Gergerlioğlu’nu suçlayıp, başına iş getirme niyetini de ortaya koydu. Bunları yaparken neler hissediyor?

“Sosyal eğitim”imizin önemli umdelerindendir: İnsanın başına ne gelirse ya meraktan… Lafı tamamlayamıyoruz, mâlûm. Argonun çirkin cinsinden. Fakat eğer burası için konuşuyorsak isabet oranını (%100’ün üstünde) teslim etmeliyiz. Merak kavramını enine boyuna azıcık genişletir, uzatırsak, çok insanın başına gelenlerin esas sebebi olduğunu görürüz. Gerçi bu duygu bilimsel buluşlara, gelişmelere falan da yol açar. Ama bunları ille de bizzat yapmamız gerekmiyor. Biz fetih medeniyetiyiz, lazım olursa gider alırız. Nasıl gerekince S-400 alıyoruz, o şekil. Devlet de hiç sevmez meraklı insanı meselâ.

Lafın ikinci kısmı üzerineyse, hele bu lafı en çok erkeklerin tekrarladığını hesaba katarak düşünürsek, yaşayacağımız aydınlanmanın parıltısından gözlerimiz kamaşır. Bönlüğün, hödüklüğün, düşüncesizliğin, şuursuzluğun, hıyarlığın, dangıllığın, dingilliğin, utanılacak şeyle övünmenin, kısaca zalimliğin kayalarına şeytan çatallı mızrağını gelişigüzel saplamaya çalıştıkça çıkan kıvılcımlar birleşip hakikat ışığı oluşturur. Ancak gözümüzü alan sırf hakikatin ışığı değil. Toplumsal yaralarımızın yüzde doksanını açan bıçağın ucu karşımızda parıldıyor.

Bıçağı ve ucunu, kadınlara tecavüz edebiliyor olmakla övünen erkeklere ve mahkemelerde onların suçlarına hafifletici sebepler bulmak için çırpınan yüce yetkililere bırakıp merak faslına dönelim. Merâkî yaratıklar olarak zor günler geçiriyoruz. Çünkü ne tarafa yetişeceğimizi bilemiyoruz.

Hayır, üç senedir ömründen çalınan arkadaşım Osman’a (Kavala) ve bütün sevenlerine, yakınlarına daha fazla eziyet çektirmek için saçmasapan iddialarla yeni dava açılması, muhalifim, demokratım diye ortalıkta gezinenlerin çoğunun insan haysiyetine ve temel haklarına bu ağır saldırı karşısındaki umursamazlıkları, büyük merak konusu olmalarına rağmen şu anki mevzum değil. Diyebileceklerim hiç değilse +18 sınırına geldiğinde konuşabileceğim bu konuda.

KATLİAM İHTİMALİYLE YAŞAMAK

Daha önce amblemi camlara, duvarlara çizilerek, yanına “Allah için savaşa!” yazılarak katliamlar tertiplemiş siyasî hareketin tamamen meşru görülmesi, yasal siyasî parti halinde örgütlenebilmesi, seçimlere katılması, iktidara gelmesi, biliyorsunuz, içerdiği bütün soru işaretlerine rağmen, merak konusu olacak şey değil bizim burada. Bu son derece normal karşılandığı gibi, bu partiyi “gericilere” karşı “demokrasi cephesi”nin unsuru sayan kimselerin kendilerine demokrat diyebilmesi de dört mevsim normalleri arasında.

Yine de, bu partinin genel başkan yardımcısının çıkıp, beş-altı milyon seçmeni, çoluk çocuklarıyla birlikte sekiz-dokuz milyon insanı kapsayan bir “haşere” tanımı yapması, bunları “itlaf” etmekten bahsetmesi, bugünün iktidarında önemli rol sahibi parti genel başkanının bu ifadeye sahip çıkması, üstelik bu sözlerin yanına bir de gelmiş geçmiş bilumum faşist hareketlerin, iktidarların, bizzat Nazilerin dilinden düşmeyen “temizlik” lafını katması, böylesine normal karşılanacak hadise midir?

Deniyor ki, siyaset âleminde bu sözler ciddîye alınmıyormuş ve MHP’nin büyük ortağı AKP’ye baskı yapmasına yoruluyormuş. O “büyük ortağı sıkıştırmak” denen şeyin, icabında söylenenleri yapmaya varacağını gayet iyi biliyoruz; geçmişe dair az buçuk fikri olanlar ve gündelik çıkarlar uğruna bildiklerini unutmuş gibi yapmayanlar.

Nasıl olur da, katledilme ihtimali bulunanların oy verdiği parti başta, muhalefetten ses çıkmaz? MHP çıkıp, milyonlarca insan için, “bunlar haşarat, bunları itlaf etmek lazım, temizlik lazım” dediğinde CHP yöneticileri bunu nasıl karşılıyor? Duymazdan mı geliyor? “Yok canıım, yaparlar mı hiç?” mi diyorlar? Neye dayanarak? CHP Alevilerin en çok desteklediği parti değil mi? “İtlaf”tan sözedenler zamanında Anadolu şehirlerinde Alevi katliamları tertiplemediler mi? Veya öbür muhalif siyasetçileri ele alalım. Meral Akşener, partisinde böyle katliamları “içinden” onaylayacaklar var diye mi ses çıkarmıyor? Ali Babacan, Ahmet Davutoğlu, geçmiş, şu bu bir yana, kapsayıcı ve demokrat siyaset iddiasıyla sahnedeler. Bu tehditleri duymazdan gelerek mi yürütülecek bu siyaset? Alaattin Çakıcı’dan mı korkuyorlar?

Yalnız siyasetçiler değil, memleket halleriyle uğraşan, siyasîleşmiş kamuoyu da şuursuzca duyarsız, katliam tehditlerine karşı. “Haşere-itlaf” edebiyatının sosyal medyada uyandırdığı tepki varla yok arası. Yoksa herkes, başkalarının katledileceğini varsayıp meseleyi kendinin saymıyor mu?

Ortalık ayağa kalkmalıydı. Ayrıca bizim yasalara göre bile suç var ortada. Halkın bir kısmını öbürüne karşı kışkırtma falan değil, bir kesimi “itlaf” etme tehdidi var. En azından dosya-dilekçe siyaseti şampiyonu CHP’nin bu yoldan harekete geçmesi beklenebilirdi, o da yok.

Bunca yaygın olduğuna göre bu tepkisizliğin izahı var. Ne?

ÖZLEM ZENGİN KARAKTERİ

AKP Meclis Grup Başkanvekili Özlem Zengin, “çıplak arama yoktur” çıkışıyla listebaşı oldu. İktidar propaganda aygıtınca “skandal ifadelere tokat gibi yanıt” diye kutsanan bu çıkışın yanına Zengin en az ana yemek kadar değerli garnitür de kattı: insan hakları mücadelecisi HDP milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu’nu “Meclis’i terörize etmek”le suçladı.

Özlem Zengin’i bir defa televizyonda -niyeyse, tartışma programında- izledim. Yıllar önce. Odada elime geçirdiğim her şeyi ekrana atmamış olmamı, yaşlandıkça edindiğim olgunluğun kanıtı olarak sunabilirdim. Fakat sunamıyorum. Çünkü sükûneti bozmadan izliyor görünmemin yegâne sebebi kıpırtısız, halsiz, donup kalmış olmamdı. Göz göre göre beyaza siyah, siyaha beyaz denirkenki cüret, gözüpeklik ve karşısına çıkacak her şeyi yıkıp geçmeye ayarlı şiddet beni yerime mıhlamıştı.

Bu hanımın o programdaki tavrının üzerimdeki etkisi bununla sınırlı kalmadı. Eline iktidar geçirenlerin nasıl bir yola çoktan girmiş ve geri döndürülemez oldukları, artık kötülüğün sınırının olmayacağı konusunda emin, bin kat daha umutsuz oldum. Hak-adalet kavramının “dindar siyaset”ten koparılıp atıldığını, artık tek meselenin dünyevî çıkar, dizginsiz yağma kapasitesi ve ötekini ezecek gücü elde bulundurmak olduğunu gözümüze sokan gelişmeler zaten yaşanmaktaydı. Ancak sahnede, herkesin gözü önünde hakikatin hunharca tahrifinin o fütursuzlukla sergilenmesi, artık eleştiri, konuşma, tartışma imkânının da tanınmayacağını gösteriyordu. Çünkü seçilen bu tahrifat ve inkâr tavrı tartışmaya, konuşmaya gelmez. Artık onlar siyaha beyaz, beyaza siyah diyecek, aksini iddia eden de şu veya bu yolla safdışı bırakılacaktı.

Bütün bu hayat bilgisi dersini bana veren Özlem Hanım’ın, bal gibi varolduğunu, üstelik gayet yaygın şekilde uygulandığını bildiği halde “çıplak arama yoktur” diyebilmesinin birey-içi, zihin-içi mekanizmasını yine de merak ediyorum. Üstelik kendisi, yine pek iyi bildiği, tanıdığı, iyi niyetinden ve adalet duygusundan asla şüphe edilemeyecek bir insanı, Ömer Faruk Gergerlioğlu’nu suçlayıp, başına iş getirme niyetini de ortaya koydu. Bunları yaparken neler hissediyor? İnsan basit yaratık değil.

İnsanlar uğradıkları bu aşağılayıcı muameleyi, aslında düpedüz işkenceyi Özlem Zengin’e ispat etmeye çabalıyorlar. O kadar acı ki bu. Joseph Goebbels’e birtakım tutukluların, mahkûmların, “öyle değil, dediğiniz gibi olmadı, şöyle oldu” diye dert anlatmaya çalıştığını hayal edelim. Çok acı olmaz mıydı? Olduğunu bildiği şeye yoktur diyene o şeyin varolduğunu anlatamazsınız.

Özlem Zengin’in “yoktur”u, bir had ve yer bildirme buyruğu. O kadarını anlıyoruz: “Biz neye var dersek o vardır, yok dediğimiz yoktur, sizin var demenizin de hükmü yoktur.” Bunu yaparken zihninde neler döner, ruhuna ne olur insanın?

Kolay yükler değil çünkü bunları yapabilmek için sırtlananlar. Yenilginin kaçınılmaz hale geldiği anlaşıldığında Goebbels önce eşini, çocuklarını, sonra kendisini öldürmüştü. Yükün büyüklüğüne bakın. Aynı zamanda cüretin büyüklüğüne. Her şey bu kadar büyük olunca korkuyor insan.

KURU EKMEK VE BELEŞ YEMEK

Aksi gibi, çok küçük olunca da korkuyor. Meraklı insan için büyük dertler.

Yoksulların boğazından sadece kuru ekmek geçtiğini söyleyen rakip siyasetçiye verdiği kan dondurucu cevapla günümüzün Türk büyükleri arasına katılan iktidar partisi milletvekili, bir başka güzelliğinden daha haberdar olunca anladık ki, ne kadar da güzelliklerin insanıymış! Ne değerler var böyle, tanınmadığı için harcanıp giden…

“Kuru ekmek yiyorlarsa demek ki aç değiller” lafı üzerine de kendisine haksızlık edilmişti. Adam bir mantık bağı kurmuştu ki, Tanzimat’tan bu yana yalnız beş-on benzeri kurulabilmiş bu bağ için ödüllendirilmesi dahi gerekirdi.

Kuru ekmek gıda maddesidir > birinin boğazından bu geçtiyse midesine de inmiştir > mideye inen şey tokluk hissi yaratır > dolayısıyla o kişiye aç denemez. Böyle bir mantık zinciri kurmuş. Belki eğitimini yurtdışında tamamlamıştır, bilmiyorum. Bu kişinin eğitim bilgilerine erişim engeli var mı, onu da bilmiyorum. Müsaadenizle bakmayacağım da. Fakat eğer burada yetişmişse Türk Aile Bilgisi ve Millî Eğitimi’nden geçip de nasıl mantık bağı kurabildiğini merak ederiz.

Ve fakat meselemiz hallolmaz. Zira bu yerli-millî siyasetçinin, dışarıdan ithal, bünyeye yabancı, akıl yürütme ve çıkarsama gibi devletin güvenliğini tehdit eden böyle bir eyleme neden kalkıştığını sorarız bu defa da. Evet, mantık bağına bu ihtiyaç nereden geliyor? Fethullah bağlantısı değildir; çünkü orası mantığın baştan iptal edildiği yer. Fakat Soros moros olmasın? Batılılar düşkündür mantık işlerine.

Asıl merak ettiğim şeye geliyorum. Bu adamın yediği yemeği belediyeye kakaladığı ortaya çıktı, biliyorsunuz. Ve bu habere erişim engeli kondu!

Vallahi Özlem Hanım veya bu beyden çok, işte bu kararı veren kimsenin manevî âlemini merak ediyorum. Zincirin ucundaki emir kulunu kastetmiyorum. Kararı veren. Nasıl harekete geçiyor bu mekanizma? Kapitone duvar panosu önündeki isimlikli masada otururken, suratsız yetkili, öfkeden şimşeklerle bezeli gözleri birden açılıyor, “Bilmem ne beyin tıkındıklarının hesabını belediyeye ödetmesi haberine erişim engeli koyalım!” diye ayağa mı fırlıyor? Kararı bildiriyor, sonra hiçbir şey olmamış gibi hayatına devam mı ediyor? Bunu ne uğruna yapıyor? Kendine nasıl izah ediyor? Yaptığını kendine izah etme diye derdi var mı? Parası pulu bol bir adamın yemeği belediyeye “sokmasını” -esas tâbir bu, umarım ortamı bozmamışımdır- değil de, halkın bunu öğrenmesini zararlı bulan devlet yetkilisinin korumaya çalıştığı, devlet nasıl bir organizasyondur?

Yoksa bir ara gözlerimi alan, zihnime o zamana dek görülmemiş parlaklıkta ışıklar saçıp her şeyi o zamana dek görülmemiş berraklıkta seçebilmemi sağlayan ışığı mı aramalıyım yine? Tam kıçtan ısıtmalı makam arabalarına dair merak ettiğim hususları alışveriş listesi tarzında kağıda sıralarken aydınlatmıştı ilâhî ışık, küçük evrenimi.