Megalomaninin doruklarında

Gücünden emin olduğu zamanlarda burnundan kıl aldırmamak karakteridir. Kralları bile küçümser, kendini onların da üstünde bir yere koymayı ihmal etmez. Çünkü kurduğu iktidar mutlak keyfilik rejimidir.

Fotoğraf: Pixabay
Google Haberlere Abone ol

Tanrı ona doğuştan bir yanılmazlık bahşetmiştir. ‘Ben bilmiyorum’ demeyi bilmez. Aydınları günahı kadar sevmez. Aydın demek onun foyasının sürekli açığa vurulması demektir. Yönettiği topluma ve insana Procrustes’in (*) gözüyle bakmanın dışında bir dünya görüşünün olduğuna dair insanı kuşkudan kuşkuya düşürür. Ama yine de tamamlanmış bir kişidir o!

Zihin dünyası, eklektizmin şaheseri gibidir. Bu zihin haritası bir parça İdi Amin, bir parça Putinizm, biraz Orban, çokça da Necip Fazıl’ın İslamcı ütopik devletinin bir tasviri olan Başyücelik’le harmanlanmıştır. İdi Amin’in “İfade özgürlüğü var ama ifade ettikten sonra olacakları garanti edemem” sözü onun diliyle uyum içindedir. Onun iktidarında keyfilik bir anayasa halini almıştır. ‘Ben Devletim’ der XIV. Louis gibi yeri geldiğinde. Veya ‘Devlet benim.’ “İngiltere, Almanya, Fransa ve şahsım dörtlü zirve yaptık” dediğinde XV. Louis’e daha çok yaklaşır. XV. Louis kendini ‘Fransa’ olarak görüyordu. Ünlü gözdesi Madam Pompedour’a yatakta bile kendisine adıyla değil, ‘Fransa’ diye hitap etmesini emretmişti. O devletin ve ülkenin vücut bulmuş halidir. “Gitsin demek, -kendisini kastederek-üzerine bina ettiğimiz milletimizin, bayrağımızın, vatanımızın, devletimizin tek olması anlayışı yıkılsın demektir.” “Ben gidersem devlet çöker” düsturunu bir hizaya sokma aracı olarak kullanır.

Emir kalıbıyla konuşmak haz verir ona. Borges bu durumu çocukluktan çıkamama olarak tanımlar. Zaten elindeki o büyük devlet gücünü, çocuğun elindeki oyuncakları kullanmasına benzer biçimde kullanmasından bellidir bu. Onun iktidarında bir vergi memurunun ziraat memurluğuna kaydırılmasında hiçbir sakınca yoktur. Hayvanat bahçesi müdür yardımcısının TÜBİTAK’a atanması da gayet doğaldır! Böyle bir durumda sebze üretim tekniği mezunu birinin de uzay ajansına atanmasına kimse tabii ki itiraz etmeyecektir! Eskilerin amiyane tabiriyle, "Ali'nin şapkası Veli'nin, Veli'nin şapkası Ali'nin başına" uygun görülür.

Toplumun sürekli bir hayal aleminde yaşaması, onun mutlak iktidarının garantisidir. Hayal aleminin en önemli iki unsuru din ve milliyetçiliktir. Din, etkisi kolayca geçmeyen narkoz iken, milliyetçilik ve unsurları, bütün suçların altına süpürüldüğü bir halı işlevi görür. O, iktidarı için kullanacağı her şeyin tek yetkilisidir. İnanç sadece onun tekelindedir. Din sadece onun aracılığıyla, onun uygun gördüğü biçimde yaşanmak zorundadır. Hırsları ve kafasındaki hurafeler yüzünden bugünle dünü aynı kazanda kaynatmayı bir maharet olarak görür. Teknik olarak modern bir devletin başında olduğu halde, çölde kavmini telaş ve korkuyla peşinden sürüklemeye çalışan bir kabile reisinin ilkelliğine çok yaklaştığı olur. Her karaltıyı bir düşman olarak görür. Kabuslarını herkese bir serap olarak dayatır. Herkesi korkutan biri olarak, en çok da kendisi korkar. Peşinden gelmeyecek ve itaat etmeyecek olanın cesedinin çölde kurda kuşa yem olacağını kıssalar ve ayetler aracılığıyla anlatmayı belagatinin merkezine oturtur. Dağ gibi büyüyen kibrini bir bilgelik gibi pazarlamakta hiçbir sakınca görmez. Bir mürit devşirme fabrikası gibi çalışmayı, daha elinde hiçbir güç yokken kafasına koymuş gibidir. Herkes ve her şey onun gözünde potansiyel birer taraftar ve kutsal davasını sırtlarına yükleyeceği birer mürittir. Sorgulayan insanı tehlikeli bir varlık olarak görür. İnanmış insanın huşu içindeki itaati, onun ütopyasının odağında yer alır. O gerçek insanın değil, hayalinde yarattığı insan suretindeki silik gölgelerin müptelasıdır. Yüklendiği her şey ondan büyüktür. Bencillik, gurur, önyargı, hırs, megalomani, korku…

Kendisinin fani olduğunu kabule yanaşır da, iktidarının bir gün son bulacağını söyleyenlerin hainliğinden girer dış güçlerin maşası olmalarından çıkar. Ebedi (veya mezara kadar) olarak kalkmayacağına kendini inandırdığı koltuğuna otururken Japon yapıştırıcısı kullanmıştır sanki. Bu dünyada en hayıflanacağı şeylerden biri de öldüğünde iktidarından olacağı fikrinin dayanılmazlığıdır. Dünya sahip olmak ve hükmetmekten ibarettir onun için. Çocukken bile kırlarda koşmayı, bir çiçeği koklamayı hayal etmemiş gibidir. Güzel bir romanda kaybolmayı aklının ucundan dahi geçirmemiştir sanki. Herkesi tutsak edecek gücü vardır da kendi ruhundaki prangaları çözmekte aciz olduğunu bilmenin öfkesiyle yanıp kavrulur. Bitmek bilmeyen vaazlarında bazen döktüğü birkaç damla gözyaşını bile icat edilmiş acılarının delili, talip olduğu cennetin bir bileti olarak göstermenin ustası olup çıkmıştır. Seçilmiş kişilerin son temsilcisidir o…

Gücünden emin olduğu zamanlarda burnundan kıl aldırmamak bir karakter haline gelmiştir. Kralları bile küçümser, kendini onların da üstünde bir yere koymayı ihmal etmez. Çünkü kurduğu iktidar mutlak keyfilik rejimine dayanır. Oysa kralların bile belli ölçülerde yasalara ve kurallara bağlı olduğundan haberdardır. Ama mutlak otoritesinden şüpheye düştüğünde, bir efendiden çok, bir hizmetkar gibi konuşmaya başlar. O asıp kesen halinin yerini, halkı ne derse onun kulu olacağını söyleyen bir ikiyüzlülük alır. Ondan hak istenmez. O uygun görürse verir. Verilen hakkı yetersiz bulup itiraz edenleri bir bardak su içer gibi nankörlükle suçlar. (“Beyefendiler beğenmiyor. Ya eline diline dursun.”) Ülke onun tapulu malıdır. Kapısında elinde kocaman anahtarlarla beklerken hayal edebiliriz onu. Zihnindeki ülke biraz hapishaneye, biraz toplama kampına, biraz da tımarhaneye bürünür. Kimsede itiraz edecek hal bırakmamaya ant içmiş gibidir o.

Etrafı, onun yanılmazlığını bıkmadan usanmadan tekrarlayan bir evet efendimci elitiyle doludur. Yaratılan gerçek dışılığın bulanık sularında ayrıcalıklarının sınırlarını genişlettikçe genişletirler. Bütün kavramlar tersyüz edilir. Bu yüzden açlık refah, baskı özgürlük, keyfilik adalet olup çıkar.

Herkese tepeden bakar. Gerektiğinde bir kenar mahalle yeni yetmesine taş çıkartan konuşmasıyla yiğitliğin ve mertliğin manifestosunu yazmaya koyulur. Ama kendine duyduğu özgüvenin içi bir bakıma kuşkularla doludur. Hiç beklemediği halde kendini bir sarayda bulmuş olmanın şaşkınlığı vardır üzerinde. Kurnazlık bakımından biraz Keloğlan’a benzemez değil. Ama Keloğlan’ın mizahının bile yanından geçmemiştir. Keloğlan hiç olmazsa bizi bir parça güldürür, o ise bizi güldürenleri susturmak konusunda kendini defalarca kanıtlamış biridir. Aslında mizah fukarasıdır. Dilinde mumla arasan bir espri bulunmaz. Karikatürlerini yapanları tepeleme şampiyonluğunu elinde bulundurmak konusunda ne kadar övünse azdır. Bir kediye bile benzetilmeye (orlon çilesine dolanan kedi karikatürü) tahammülü olmamıştır. Oysa “yaratılanı yaratandan ötürü severiz” sözünü onun kadar sık tekrarlayan da yoktur.

Vasatlığını gizlemek için boyun damarlarını şişirerek konuşmanın, toplumun korkularında karşılık bulacağını, geldiği mahalleden veya taşradan bilir. İktidarında artık gizlenemeyecek başarısızlıklar ortaya çıktığında, hiç istifini bozmamasıyla kendini defalarca kanıtlamış biridir o. Onun kitabında başarısızlık kullara mahsustur. O, işine yaradığında fani olduğunu söyler sadece. Başarısızlık durumlarında kendini temize çıkarmak için bir an bile duraksamaz. Başarısızlığı da kefareti de sırtına yükleyeceği yığınla günah keçisi hazırda bekler nasılsa. Oysa başarı anında bir şimşek hızıyla belirir.

Aslında bütün hıncının sebebi, yarattığı sahte megalomaniye uygun bir hikayesinin olmamasıdır. Gölgesi çok uzun, hikayesi sözü edilemeyecek kadar kısa ve muğlaktır. Hikayesizliğinin acısı onu başkalarını acıtmaya iten nedenlerin başında gelir. Hasımlarını kendine saldırtmak için elinden geleni yapar bu yüzden. Çünkü ona saldıran, onun cephanesini doldurur.

Bazen bir meslek grubuna, “giderlerse gitsinler”, (geçtiğimiz yıllarda doktorlara yönelik sarf ettiği sözler) bazen bir sanatçıya, “kutsalımıza dil uzatanın dili kesilir”, bazen kof siyasetine çomak sokan bir rakibine, (yelpaze isim vermeye gerek duyulmayacak kadar geniştir) sahibi olduğunu inkâr etme gereği duymadığı ‘çiftliğinin’ kapısını gösterir. Rakiplerini şeytanlaştırma konusunda kimsenin eline su dökemeyeceğinin rahatlığı vardır vaazlarında. Siyaset tarzı ya bendensin ya düşmanımsın hezeyanı üzerine kuruludur. İdeolojisinin barutu kin, siyasetinin rüzgârı düşmanlaştırmadır. Onu desteklemenin (desteklemeyen de doğal olarak cehennemi boylayacaktır!) bir sevap olduğuna inanan bir mürit ordusu yaratmış olmanın sarhoşluğu, gerçeklerle arasına birkaç ışık yılı koymanın da en büyük delili gibidir.

Yönettiği ülkeyi bir ganimet sahası gibi görür. İktidar ve para söz konusu olduğunda, bütün o kutsalların etrafındaki haleler bir bir buharlaşır. “Gölgesini satamadığı ağacı keser.”(Marks) Bunu yaparken vatanseverlik üzerine mangalda kül bırakmamanın da sanki ilk mucidi gibidir. Ülkenin başına geçerken, tacirlik içgüdüsünü kapının önünde bırakmayı hiçbir zaman aklından geçirmemiştir. Bilakis onun doymak bilmez tacirlik içgüdüsü, ülkeyi ele geçirmesinde belirleyici bir rol oynamıştır. Ülkeyi bir şirket gibi yöneteceğini daha en başta söylemiştir.

En yakınındaki makam mevki hırsıyla yanıp tutuşan kariyerist takipçilerinin bile hayal kıranıdır o. Çünkü o varken hiç kimse bir numara olmayı aklından bile geçiremeyecektir. Aslında değil bir numara, iki numara olmayı da üç numara olmayı da. Onun zihin dünyasının bunlara dahi tahammülü yoktur. Onda sadece bir numara vardır. Geriye kalan herkes bir tarağın dişleri gibi birbirine benzer ve esasında alçak gönüllülük kisvesi altına gizlenen bir hiçlikle ödüllendirilmişlerdir. Hiçliği kabullenenlerin sayısı ne kadar artarsa, o, bununla ters orantılı olarak o kadar yükseleceğini bilir. Bütün çark bir numaranın etrafında dönmeye göre kurgulanmıştır çünkü.

Onun gökten düştüğü konusunda müritleriyle rakiplerinin aynı fikirde olması da iktidarının bu denli uzun sürmesinin sanki başlıca nedenlerinden biridir. Göklerde bir yerde olması doğaldır ki müritlerinin sayesindedir. Ama rakiplerinin, gökten inmesini paraşütü ima ederek anlatmaya çalışması, en az müritlerinin hastalıklı zihin dünyası kadar sorunu anlaşılmaz hale getiren nedenlerin başında gelir. O bir bakıma tepeden inmiştir. Ama asıl olarak dipten geldiğine herkesi inandırmaya çalıştığı bir dalgaya son anda kapağı atmış olmanın da parlak bir örneğidir.

Ülkeler de insanlar gibi kabuslarını, hezeyanlarını, acı veren anılarını çatı boşluğuna kaldırır. O, ülkenin bilinçaltının sadece bir dışavurumudur. Bu ülkede bu bilinçaltı varken, tek adam olma heveslilerinin, Procrustes’lerin, (bu toplum mühendisliği olarak da okunabilir) elinde toplumun sırtına geçirilmeye hazır deli gömleğiyle dolaşan tebliğcilerin, din ve inanç istismarcılarının, büyüklük hastalığına tutulmuş vasatların sonunun gelmeyeceği aşikardır. Bir vasat, tek başına bir ülkenin kaderine hükmetmeye başlamışsa, korkunun çürütmeye başladığı bir şeyler var demektir. Bu, toplumun ve en başta da aydınların vicdanıdır. Vicdan çürümeye başladığında adalet ve yasalar dehşet salmaya başlar. Yasaların yerini keyfilik ve ‘ben öyle istiyorum’lar alır.

Onu tarihsel ve sosyolojik olarak anlamamanın varacağı yer ise, kolay yoldan şeytanlaştırmaktır. Kabusvari bir baskı rejiminin panzehiri, buna sebep olanın şeytanlaştırılması olsaydı, bunu neredeyse kusursuzca yapan despotlar ebedi iktidar kalırlardı. Hasmını taklit etmek, hasmına benzemenin provasıdır. Tarih birbirine düşman olanların, sadece zaman farkıyla aynı zincirin halkaları haline gelmesinin hikayesidir bir yerde. Haklı ve mazlum olmak da bu hikâyeyi tek başına değiştirmez. Çocukluğu bir türlü geride bırakamamış bir toplumun, kendini o kurtarıcıdan öbür kurtarıcının kollarına atıp durması, bu fasit dairenin çarkının sürekli dönüyor olmasının en ikna edici açıklaması olmaktadır. Bu kurtarıcılar sevdası toplumlara her zaman çok pahalıya mal olmuştur. Tanrı bütün kurtarıcıları başımızdan eksik etsin! La Boetie,  ünlü Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev kitabında özgür olmak için şöyle der: “Onu (despot, tiran) itmenizi ya da dengesini bozmanızı istemiyorum. Desteklemeyin yeter.”

(*) Yunan mitolojisinde Procrustes, kendisine konuk olan yolcuların boylarını yatağa uydurmak için kol ve bacaklarını çekip uzatan, ya da kırıp kısaltan dev.

** Yazar