YAZARLAR

Lümpenliğin altın devrinde, asgari edep beklentisi üzerine...

Keşke bizlere hep anlatılageldiği üzere 'en yüce' olmak yerine; daha az lümpen, iletişimini edeple kurabilen, kurallara uymayı, asgari nezaket ve tevazuyu budalalık saymayan bir 'ezici çoğunluğa' sahip olsaydık da, aklı başında ahali yaşamı boyunca lümpenliğe, böylesi bir ahlaksızlığa maruz kalarak yaşamak zorunda kalmasaydı.

İstanbul'da ev dışındaki hayatla neredeyse tek bağım, her gün yapmaya çalıştığım şehir yürüyüşü. Muhafazakâr olduğumdan hep aynı yerlerde yürüyorum! Yarısı tutucu, diğer yarısı o kadar da tutucu olmayan muhitler. Hepsinin ayrı bir çekiciliği var, Kadıköy'ün de, Üsküdar'ın da, Eyüp ve Taşlıtarla sokaklarının da. Evdeyken okuduğum ve beni çileden çıkaran, başıma ağrılar girmesine neden olan bir haberi, yürürken daha sakin karşıladığımı fark ediyorum. Sosyal medya hesabım yok, ancak aile efradı için açtığım 'yumurta kafalı' Twitter hesabına giderek daha sık bakmaya başladım. Örneğin geçen yıla dek yalnızca hangi konuların 'en popüler' olduğuna ve yazılanlara bir beş dakika bakıp kapatırken, salgınla birlikte sıklıkla kullanır oldum. İki gün ilgilenmesem de, üçüncü gün iki-üç saat geçiriyorum. Eğer canım çok sıkılırsa yine bir gün ara veriyorum! Yalan olmasın, pek çok şeyden bu sayede haberdar olmaya başladım aslında.

Çok ilginç, yararlı, gerekli ve aynı zamanda bezdirici bir mecra, pek çok bakımdan. Tam bu satırda, sosyal medya ile ilgili şu garip yorumları yaparken, bir rahmetli hocamızın futbolla ilgili sözleri geldi aklıma, tek satırla anlatmazsam içimde kalır! Dünya üçüncüsü olduğumuz yıl Türkiye'nin maçlarından birkaçını Mülkiye'de hep birlikte seyretmiştik. O hocamız ilk kez başından sonuna bir futbol maçı seyrediyormuş. Devre arasında kalelerin değiştiğini fark edince, yanındakine eğilip “Usulden midir?” diye sormuştu. Nur içinde yatsın.

Mesleki deformasyon diye bir şey var hakikaten, giderek daha fazla hissediyorum bunu. Yürürken, okuduklarımdan ne kaldıysa aklımda onları bir kez daha evirip çeviriyorum zihnimde ve yolda karşılaştığım insanları düşünerek yapıyorum bunu. Ne kadar çok insan ve ne kadar çok 'düşünce', 'kaygı', 'özlem' var sokaklarda. Yalnızca yürüdüğüm an ve mekânlarla sınırlı olmasına karşın, ne büyük bir çeşitlilik. Sokak bir yanıyla hiç sosyal medyaya benzemiyor, diğer yandan karşılaştığınız bir tavır, iki gün önce okuduğunuz bir saçmalığı hatırlatabiliyor.

Binlerce insandan her birinin her fırsatta twit atıp herhangi bir konuda yorum yaptığını, sonra yaşamını kaldığı yerden sürdürdüğünü, birinin kaldırım kenarındaki kahvede, diyelim az önce Duvar'ı okuyup yazılanlarla ilgili çok kızgın bir şeyler çiziktirdikten sonra kahvesini içmeye devam ettiğini düşünüyorum. Siyasetin zorluklarını ve imkanlarını, anayasaların yapım süreçlerini, yurttaş için anayasaların ne anlama geldiğini... Tilkinin kırk hikâyesi varmış kırkı da tavuk üzerine, yapacak bir şey yok belli ki!

Nedir acep onca farklı insana ulaşmanın en doğru yolu? Her birinin bazı konularda ortaklık kurması nasıl oldu, olabildi? Bir konuyu, kime, hangi araçlarla anlatmalı? Kadıköy'de çok sevdiğim bir-iki büfe var. Biri pilav üstü tavuğu, diğeri sosisliyi ve karışık tostu iyi yapıyor. Bir “Cankatan” olmasalar da fena değiller! Hepsinin çalışanları birbirinden efendi. Siyasi bir konuda tartışsak, çok iyi anlaşabiliriz ya da benden hiç hazzetmeyebilirler, ancak hâlihazırdaki ilişkimizin sınırları içinde birbirimizden çok hoşnutuz. Harika tost yapan arkadaşımız, muhtemelen 'güçler ayrılığı' ifadesini yaşamı boyunca bir kez bile sarf etmemiştir ki, ne gereği var. Buna mukabil iyi bir yaşam hayal ettiğini, çoluk çocuğunu okutmak ve insanca sağlık hizmeti almak istediğini tahmin edebilirim. Ancak hiçbirine sahip değil ve ona, düşlediklerine ancak başka bir siyasal düzende sahip olabileceği anlatılmadı, anlatılamadı, anlatılamıyor. Sabahtan akşama dek bıkıp usanmadan 'halk' diyebiliriz, ancak halkın bundan haberi olmadığında faydası yok.

Çok zor, çok zahmetli, çok emek gerektiren, çok mücadele isteyen, “Oduna kömüre oy veriyorlar” küçümsemesiyle olmayacak, başarılamayacak işler. Kömüre ihtiyacı olan, kömüre oy verebilir. Mesele, hiç kimsenin o durumda kalmayacağı bir dünya idealini anlatabilmekte. Ancak sosyalistçe bir eşitliğin anlatılıp sergilenebilmesiyle mümkün olabilecek, bir ideal. Yürürken ve büfelere uğradığımda, bizlerin anayasa diye anlattığıyla insanların kendi günlük yaşamlarında o anayasal ilkeleri 'deneyimlemesi' arasındaki derin uçurumun nedenlerini anlamaya çalışıyorum, bazen. Karşılaştığım sayısız yüz ile ortak bir yaşamın başat ilkeleri üzerinde nasıl uzlaşılabilir, böyle bir şey mümkün mü, olmadıysa neden olmadı ve nasıl olabilir?

Twitter tepkileri, bu mecralarda yazılanlar toplumun tümünü yansıtmıyor kuşkusuz, ancak bir ayna tuttuğuna da kuşku yok. Türkiye ortalaması iyisiyle kötüsüyle ne haldeyse, sosyal medya da benzer. Hem çok ciddiye alınması gereken, hem de fazla ciddiye alıp üzerine düşünce/yaşam inşa edilmemesi gereken, 'matrak' niteliklere de sahip bir mecra. Eşitleyici (eşitlikçi değil) bir yanı var ve bu iyi bir şey bana kalırsa, herkes herkese bir biçimde sesini duyurabiliyor. Diğer yandan, aslında eşit olmayanlar, bunun farkında olarak eşit bir düzlemde iletişim kurmaya çalışırken ola ki ipin ucu kaçırıldığında, genel manzaranın en nahoş, en lümpen yanı ortaya çıkıyor ve eleştiri isteği öfke patlamasına, pervasızlığa neden olabiliyor.

Sosyal medyanın 'kuralı' olduğu varsayımıyla mütemadiyen küfreden ya da, bir insanın tahayyül edebileceği her nesne ile zorla cinsel münasebet kurma isteğini dile getirenlerden söz etmiyorum, bunlara gülünüp geçilebilir. Sanırım asıl sinir bozucu ve yaşamı daha katlanılmaz hale getiren, aslında hiç de lümpen olmadığını düşünenlerin, hatta hayli 'aydınlık' olduğu iddiasındakilerin lümpenliği. Hep böyle değil midir, okuma şansı bulamayanın değil de okuyanın cehaleti ve bıktırıcı özgüveni yorar insanı. Dönüp dolaşıp hep aynı soruyu yöneltiyorum kendime ve yazıları okuyan birkaç kişiye: “Hangi niteliklere sahip bir toplum, böyle bir iktidar tarafından bunca yıl yönetilebilir?” İktidar partisinin seçmeni olmayanların yurttaşlığı ve hali tavrı üzerinde kafa yormadan yanıtlanabilecek bir soru değil bu.

Yazının başına oturmadan, Evrensel'de Ayşen Şahin'in “Halk plaja akın etti, vatandaş denize giremiyor,” başlıklı yazısını okudum. Şöyle bitirmiş yazının sonunu: “Kendimizi gündelik çakallıklardan, taksicinin yolu uzatmasından, lokantanın hesabı kilitlemesinden, büfenin para üstünü eksik vermesinden, birinin sıraya kaynak yapmasından koruyalım derken bu çarkın parçası olmuşuz, kimi çark büyük dönüyor kimisi üç kuruşluk. Misafirperverliği ile nam salmış bir toplumdan kınadığımıza; koca bir çakal sürüsüne dönüştük. Kendine ufacık bir ayrıcalık isteyen herkes bir ilmeği söküyor aslında... kurtuluş yok tek başına, işte hep beraber çürüyoruz için için. Balık baştan koktu da biz ayaklar kendimizi o çürümeden koruyabildik mi?” Çoğunluğun, kınadığına dönüşmesini çok güzel anlatmış Şahin.

Bundan birkaç gün önce hınca hınç dolu bir vapurla Kadıköy'e geldim. Yolculuk boyunca maskesini ısrarla takmayan, uyarıldığında takar gibi yapıp görevli gidince sırıtarak çıkaran, içmemesi gereken sigarayı burnumun dibinde içerek benim gibi bir tiryakiyi bile taciz etmeyi başaran, “Abi rahatsız ettik seni de,” ifadesine “Evet ettiniz,” yanıtını verdiğimde hiçbir şey olmamış gibi dumanı sağa sola üflemeye devam eden ve inerken adetten olduğu üzere omuz atarak yürüyen, yurttaşın bir kesimini temsil edenlerle birlikte. Her zamanki yolu yürüyerek eve vardım. Bir süre sonra interneti açtım ve twitlere bakınmaya başladım. İki değerli isme, Şengül Hablemitoğlu ile Özge Mumcu Aybars'a yönelik bir tepki olduğunu fark ettim. Yazdıklarını ve onları hedef alan vahim cümleleri okuyunca...

İki kadın, iki erkeğin yakını. Şengül Hoca, Necip Hablemitoğlu'nun eşi; Özge Mumcu Aybars, Uğur Mumcu'nun kızı. Bilmeyen yoktur tahmin ediyorum. Gündemdeki konulara dair, takipçilerinin bir kısmını sinirlendiren bir şeyler yazmışlar. Karşılaştıkları tepki, neden bu halde olduğumuzun, anayasal devletin gözümüzün içine baka baka nasıl yerle yeksan edilebildiğinin, cinsiyet eşitliği konusunda yaşadığımız vahametin, yaygın 'maçizmin' faşizmin 'olmazsa olmaz' niteliğinin, sosyal medya özgüveninin nasıl bir anda edepsizliğe yol verdiğinin, ayrıca önümüzdeki yıllarda hangi iktidar gelirse gelsin işinin hiç kolay olmadığının, kanıtı gibiydi.

İki dirençli kadının, geçmişte yaşadıkları acıyı ve o acının yaşamlarına verdiği yönü, onlar dışında birinin, örneğin bu satırların yazarının konu edip dile getirebilmesi mümkün değil. Ancak suskunlukla karşılayabildiğim, beni sözsüz bırakan çok özel deneyimlerden söz ediyoruz. Bu konuda yapılacak her yorum ayıp geliyor bana. Herkesin, bir cinayetle ve mahkeme dosyasıyla birlikte andığı isimler, birinin eşi, birinin babası, birinin evladı, birinin eşi dostu. Tanımlamakta ve hazmetmekte zorlandığım bir adaletsizlik var böylesi kayıplarda.

Tepki gösterenlerin lümpen zihniyeti ve dili, salt okuduklarını anlamıyor olmaktan kaynaklanmıyor tabii; bu çok yaygın ve ülkedeki her sınavda bir kez daha görülen yakıcı bir gerçek zaten. Ya da şişkin egolar, iri cümleler kurulduğunda sözün daha etkili olduğu yanılgısı, kendilerini az ya da çok sayıdaki takipçilerine kanıtlama ve yeni takipçi kazanma isteği... Hiçbiri, tek başına birer gerekçe değil muhtemelen. Karşılarındakini en pervasız cümlelerle sorguya çekme, hesap sorma hakkını görüyorlar kendilerinde. Nasıl olur da, canlarına kıyılmış o yazarların aile üyeleri, twitır takipçilerinden farklı bir görüşe sahip olur! Saldırgan üslup sahiplerinin tümü, her düşüncesinden, herkes hakkındaki kanaatinden, yaşama ilişkin bilgisinden, ülke tarihine ve olup bitene dair yanılmaz yargılarından son derece emin. Burada alıntılayarak aynı ifadelerin bir kez daha dolaşıma girmesini istemiyorum; çoğu iktidar partisi seçmeni olmayan, bir kısmı belli ki okumuş lümpenlerin ortak cümlesi, “eşinizin/babanızın mirasına halel getiriyorsunuz, onlara hiç yakışmıyorsunuz,” şeklinde özetlenebilir. Hakikaten akıl almaz, insanı çileden çıkaran, küstah mı küstah, sesinin yankısına hayran berbat bir zihniyet bu.

Muhalefet, iktidara geldiğinde 'birkaç yılda' pek çok sorunu halledebileceğini, her şeyin daha güzel olacağını vs. ifade ediyor. Olabilir elbette. Ben, verili siyasal-toplumsal düzende kim iktidar olursa olsun hiçbir şeyin çok güzel olmayacağını, ancak çoğu şeyin 'daha iyi' olabileceğini savunanlardanım. İçinde yaşadığımız toplumun, birbirine benzeyenle, benzemeyenle, tarihiyle, kültürüyle kurduğu ilişkinin 'kördüğüm' hali, öyle seçimle, anayasayla, hükümet olmakla, aslan kaplan halkımız vs. demekle çözülebilecek gibi değil.

Keşke bizlere hep anlatılageldiği üzere 'en yüce' olmak yerine; daha az lümpen, iletişimini edeple kurabilen, kurallara uymayı, asgari nezaket ve tevazuyu budalalık saymayan bir 'ezici çoğunluğa' sahip olsaydık da, aklı başında ahali yaşamı boyunca lümpenliğe, böylesi bir ahlaksızlığa maruz kalarak yaşamak zorunda kalmasaydı. Adını doğru koymakta yarar var, Hablemitoğlu ve Mumcu'ya (ve sayısız insana, kadına) o sözleri sarf edenler, kendileriyle demokratik/eşitlikçi bir yaşam kurmanın mümkün olmadığı, lümpen terbiyesizlerdir. Bu düzeyi şiddetle reddetmek, alışmamak gerekir...

Yazı önerisi: Metin Solmaz'ın lümpenlik yazısı:


Murat Sevinç Kimdir?

İstanbul'da doğdu. 1988'de Mülkiye'ye girdi. 1995 yılında aynı kurumda Siyaset Bilimi yüksek lisansına başladı ve 1995 Aralık ayında Anayasa Kürsüsü asistanı oldu. Anayasa hukuku ve tarihi konusunda makaleler ve bir iki kitap yayınladı. Radikal İki ve Diken'de çok sayıda yazı kaleme aldı. 7 Şubat 2017 gecesi yüzlerce meslektaşıyla birlikte OHAL KHK'si ile Anayasa ve hukukun bilinen ilkelerine aykırı bir biçimde kamu görevinden atıldı.