Lavrion’un madenci köleleri

Kölelerden bazıları, madencilik konusunda uzman, kalifiye kölelerdi. Lavrion maden ocaklarından günümüze sesini duyurabilenler ise sadece pahalıya satılan bu kalifiye köleler oldu.

J. P. Mahaffy, London 1890.
Google Haberlere Abone ol

Pınar Özlem Aytaçlar*

Atina’dan çıkıp Sounion Burnu’na doğru iç kesimden yol alan bir gezgin, bereketli Mesogeia bölgesine varmak için Atina ovasını geçer. Bağlar, zeytinlikler, şirin, beyaz köyleri geçerek güneydoğuya ilerler. Plaka Geçidi’nden Thorikos’a ve denize doğru ilerlerken birden ülkenin değişen yüzüyle karşılaşır. Plaka Geçidi’nde terkedilmiş bir sanayi bölgesinin izlerini görür. Pek de hoş olmayan bu ilk izlenim, deniz kıyısı seviyesine indikten sonra güçlenir.

Bu bölgede Attika kıyılarının cazibesi, büyük ve karanlık tümseklere sahip, çirkin bir köy tarafından tahrip edilmiştir. Terkedilmiş endüstriyel binaları ve burada gerçekleştirilen işlemlerden oluşan buharı atmak için kullanılan, yamaçtan yukarıya doğru uzanan tüneli görür. Burası Lavrion köyüdür. Diğer modern adıyla Ergasteri, yani “işlik”… Sounion’a giden yolda iç karartıcı, depresif bir uğrak… 

Söz konusu bölge, kuzeydeki Thorikos civarından, güneydeki Sounion-Legrena-Anavissos sahil yoluna doğru birkaç mil boyunca uzanan ve alçak tepelerden oluşan bir alandır. Bölgenin doğal taşları tarafından kamufle edilmiş olsalar da çok sayıda endüstriyel yapıya ait kalıntı göze çarpar. Çimento kaplı büyük sarnıçlar, düzenli veya düzensiz taş bloklardan oluşan binaların duvarları, maden kuyularının dikdörtgen ağızları ve cevher yıkama masalarının kanalları hâlâ oradadır. Bölgenin jeolojik yapısını oluşturan kireçtaşı ve şist katmanları arasında, gümüş içeren kurşun cevherinin birikmiş damarları vardır.

Lavrion, gümüş külçeleri. Fotoğraf: Daniel Schwartz.

Antik Çağ’da Laureion, günümüzde ise Lavrion ya da Ergasterion olarak anılan gümüş madenlerinin ne zaman kullanılmaya başlandığını bilmiyoruz. Ancak kurşun cevherinin en üstteki damarına yüzeyden kolayca erişilebildiği göz önüne alındığında, oldukça erken bir zamanda, belki de Miken döneminde buradan gümüş çıkarıldığını düşünmek mantıksız olmaz. İlk kanıtlar ise 6. yüzyılın ortalarında karşımıza çıkar. Atina tiranı Peisistratos’un madencilik bölgesinde mülk sahibi olduğu ve destekçileri arasında Lavrion’un “özgür madencileri”nin de yer aldığına dair çok da kesin olmayan bilgiler vardır. Lavrion gümüş madenlerine ilişkin ilk sağlam kanıtlar MÖ 5. yüzyıl başlarında gelmeye başlar. 483’de madenlerden kazanılan ve Atina devletine aktarılan gelirlerin vatandaşlar tarafından paylaşılmasına ve savaş gemilerinin yapımında kullanılmasına karar verilir. 5. yüzyıl başları Lavrion için önemli bir zamandır. Bu dönemde muhtemelen, cevherin en üstteki kolay ulaşılan tabakası tükenmiş, daha derin ve uzmanlık gerektiren madencilik çalışmalarına ihtiyaç duyulmaya başlanmıştır. Bunun için de başka bölgelerden, mesela Trakya’dan, deneyimli, yüksek madencilik becerisi olan ustalar getirilmiş olmalı.

Lavrion madeni, tüneller.

'ÇÜNKÜ ÖLMEK DAHA KOLAYDIR…'

Madenlerin nasıl işlendiği ya da devletin madenler üzerindeki payı gibi konularda 5. yüzyılın son çeyreğine kadar ne edebi kaynaklardan ne de yazıtlardan bilgi alabiliyoruz. Peloponessos savaşları sırasında Spartalıların Attika’nın güneydoğusuna girdikleri biliniyor. Bu dönemde, savaşı fırsat bilen ve Sparta ordusuna katılarak kaçan maden kölelerinin sayısının 20 bini bulduğuna ilişkin verilerimiz bulunmakta. MÖ 4. yüzyıl ise, Lavrion madenleriyle ilgili kamusal belgelerin ve maden alanı kiralama listelerinin karşımıza çıktığı dönemdir. Toprak altındaki her tür cevher devlete aitti ve devlet belli dönemlerde bu madenleri açık arttırma yoluyla kiralıyordu. 4. yüzyıl ortalarında artık madenlerde bir alan kiralamanın Atina vatandaşları için çok kârlı bir kazanç kapısı haline geldiğini ve bu nedenle de sıklıkla tercih edildiğini görebiliyoruz. Örneğin Nikias adlı bir general, gümüş madenlerinde çalıştırmak üzere bin kadar köle kiralamıştı. Maden alanını kiralayanlar haricinde, bu alanlarda çalışacak köleleri kiralamak üzere satın alan yatırımcıların da sayısı artmıştı. 4. yüzyılda Lavrion madenlerinde yaklaşık 30 bin köle çalıştırıldığı düşünülüyor. Maden alanına izinsiz giriş, kaçak çalışma ya da bir başkasının maden alanına tecavüzü gibi suçları engellemek için bu dönemde çok sıkı yasal düzenlemeler yapıldığını biliyoruz. Elbette bu düzenlemelerin hepsi mülk sahiplerinin haklarını koruyan, ancak maden çalışanları olarak kölelerin iş koşulları ya da yaşam haklarından asla bahsetmeyen kurallardan ibaretti. MÖ 4. yüzyıl söz konusu olduğunda madenlerde çalışanların iş koşulları hakkında etraflı bilgiye sahibiz. Buradaki köleler çok ağır şartlarda çalışmaktaydılar. Atina mahkemelerinde, ölüm cezasının ardından verilen en ağır cezanın madenlerde çalışmak olduğu düşünülürse bunu anlamak daha kolay olabilir. Çalışma saatleri çok uzundu. Birçok köle hayatını, havasız ve ışıksız dehlizlerde geçirmek zorundaydı. Yeraltı geçitlerinin boyutlarının da gösterdiği gibi, çömelerek ya da yatarak çalışmaları gerekiyordu. Geçitlerde çalıştırılmak için çocuklar da kullanılmış olmalıydı. Çıkarılan cevherin yüzeye taşınması da büyük güç isteyen ağır bir işti ve kaçmamaları için birbirlerine zincirlerle bağlanmış kölelerce yapılıyordu. Tarihçi Sicilyalı Diodoros, Lavrion’daki kölelerin durumunu şu şekilde tasvir etmiştir: “Bu madenlerdeki işçiler mülk sahipleri için inanılmaz kârlar sağlıyorlar. Ancak kendi yaşamları ve bedenleri, yeraltındaki taş ocaklarında yitip gidiyor. Birçoğu ölüyor; acıları çok büyük. Denetçilerinin kırbaçlarıyla boyun eğmeye mecbur bırakıldıkları zorluklar öylesine büyük ki, beden gücü ve ruhunun cesareti sayesinde uzun süre dayanabilen birkaçı dışında çoğu yaşamı terk eder. Çünkü ölüm daha kolaydır.” 

Penteskouphia’dan maden kölelerini tasvir eden pinax. Berlin, Altes Museum.

Çalışmak üzere Lavrion’a gönderilen bir kölenin aslında ölüme gönderildiği düşünülürdü. Burada çalışan bir insanın sağlıklı ve uzun bir hayat yaşayamayacağı gün gibi açıktır. Ancak, acaba durum Diodoros’un anlattığı kadar korkunç muydu? Yani parayla alınan kölelerin ölmesine bu kadar kolay mı izin veriliyordu? Öncelikle maden kölesi bir sermaye idi ve ahlaki nedenlerle olmasa da ekonomik nedenlerle bir ölçüde korunuyor olmalıydı. Bir kölenin insanlık dışı muameleye uğraması verim kaybına, zamansız ölümü ise sahibi ve maden işletmecisi için maddi zarara yol açardı. Köle olmayan, özgür bir madencinin kaybı, işveren için her şekilde daha az masraflı olacaktır. Sanki, Lavrion’un köle madencilerinin, mesela 19. yüzyıl Britanyası’nın özgür maden işçilerinden daha kötü şartlarda çalıştığını düşünmemiz için bir neden yokmuş gibi görünüyor.

 

KALİFİYE KÖLELER: KİMSE MAHARETTE BENİMLE AŞIK ATAMAZ

Bu kölelerden bazıları, madencilik konusunda uzman, kalifiye kölelerdi ve daha çok organizasyon işlerinde çalışıyorlardı. Sıradan kölelerin ne mezar taşları ne de onları tanıyabileceğimiz başka herhangi bir belgeleri vardı. Lavrion maden ocaklarından günümüze sesini duyurabilenler ise sadece pahalıya satılan bu kalifiye köleler oldu. Lavrion’da yönetim kademesinde bulunanlar bile kölelerden oluşuyordu. Örneğin yukarıda sözünü ettiğimiz Atinalı General Nikias bin maden kölesine yöneticilik yapması için Trakyalı Sosias’ı satın almıştı. Bu kalifiye kölelerden biri de Paflagonyalı Atotas idi ve günümüze, 4. yüzyılın 2. yarısına tarihlenen, beyaz mermerden incelikle yapılmış ve süslemelerle bezeli mezar taşıyla ulaştı:

 “Madenci Atotas.

Yüce yürekli Atotas, Eukseinos’dan (Karadeniz) bir Paflagonyalı… Evinden çok uzakta olan bedeni artık ırgat gibi çalışmaktan kurtuldu. Kimse maharette benimle aşık atamaz. Akhilleus’un eliyle öldürülen Pylaimenes’in soyundan geliyorum.” 

Atotas, Paflagonyalı bir maden kölesi olarak, becerisi sayesinde yönetici olmuş ve sonrasında da özgürlüğünü kazanmış olmalıydı. Süslü bir mezar taşını karşılayabilecek kadar varlıklı ve üzerine Homerik dizeler yazdırabilecek kadar da kültürlüydü. Ömrünün belki de çoğunu Atina madenlerinde geçirmiş olması nedeniyle Yunan kültürüne asimile olduğunu söyleyebiliriz. Ancak Atotas’ın gurur duyduğu iki şey vardı: İşindeki hüneri ve Troya kralı Priamos’un müttefiki olan Pylaimenes’in soyundan gelen bir Paflagonyalı olmak…

MÖ 4. yüzyılın ortalarında Atina nüfusu 260 bin kadardı. Bunun 110 bini vatandaşlar ve ailelerinden oluşuyordu. Vatandaş olmayan ama özgür metoikos’lar (yabancılar) 40 bin kadardı. Kölelerin sayısı ise 110 bini buluyordu. Yani neredeyse her özgür insana bir köle düşecek kadar… Bu kölelerin dörtte birinden fazlası ise Lavrion madenlerinde çalışmaktaydı. Atina, diğer şehir devletlerine oranla daha geniş bir nüfusa ve dolayısıyla köle sayısına sahipti. Ancak özgür-köle oranına göre düşünüldüğünde daha çok kölenin yaşadığı şehirler de vardı: Aigina, Korinthos ve Khios (Sakız Adası) gibi… En büyük köle kaynağı savaşlardı. Savaşta mağlup olan tarafın halkı, tüm mülkleriyle birlikte galip tarafın malı olurdu. Bunun dışında tüccarlar da Yunan dünyasının her yanına, Trakyalı, Kapadokyalı ya da İskit köleler taşıyordu. Tıpkı modern zamanlarda Afrika’dan Yeni Dünya’ya taşınan köleler gibi… Tüccarlar tarafından getirilen bu köleler bazen halkların kendi aralarındaki savaşların kurbanı oluyordu. Bazı durumlarda da gönüllü olarak satılıyorlardı. Mesela Herodot, Trakyalıların çocuklarını köle olarak sattıklarından bahseder. Yaşadıkları coğrafya nedeniyle madencilik deneyimi olan Trakyalı ve Paflagonyalı kölelerin birçoğunun doğrudan gümüş madenlerinde çalışmak üzere satıldığını düşünebiliriz. Ksenophon zamanında Lavrion’daki Trakyalı kölelerin sayısı bazı küçük Yunan şehirlerinin toplam nüfusundan fazlaydı.

SORGULANMAYAN KÖLELİK

Atina’da, bir Atinalı da borçları yüzünden ya da işlediği bir suçun cezası olarak köleleşebilirdi. Ancak bu hem nadir rastlanan hem de geçici bir durumdu. Kölelerin ezici çoğunluğu Atinalı değildi. Madenlerde çalıştırılan kölelerin de çoğu yabancıydı ve Yunan dünyasının dışında yaşayan ırklardandılar. Hatta Yunanca’da bir dönem barbar (Yunan olmayan, yabancı) ve köle kelimeleri eş anlamlı olarak kullanılmaya başlanmıştı. Kölelik, hele de yabancı olanın köleliği Yunan toplumu için kanıksanmış ve asla sorgulanmamış bir olguydu. Tarihin tüm dönemlerinde toplumun büyük çoğunluğu, temel sosyal yapı ve kurumları oldukları gibi kabul ederek ve değiştirmeye çalışmadan yaşamıştır. Toplumların içinde, mantığa ya da insani değerlere uymasa da dünya kurulduğundan beri varmış gibi gözüken yazılı olmayan kuralları eleştirme cesaretini gösterebilenler ise hep düşünürler, filozoflar olmuştur. Antik Yunan’ın düşün dünyasında entelektüeller tarafından tartışılmamış, meydan okunmamış konu yok gibiydi. Dini inançlar, ahlaki değerler, politik sistemler, ekonomi, aile, mülkiyet kavramları, akla gelebilecek her şey Yunan felsefesinin konusu oldu ve cesurca tartışıldı. Tek bir konu hariç: Kölelik… Topluma en radikal eleştirileri getiren Platon bile köleliğin devamından yanaydı. İnsanların kardeşliği üzerine kurulu felsefi akımlar, Kinikler ya da Stoacılar köleliği yadsımadılar. Tanrı huzurunda herkesin eşit olduğuna inanan Hıristiyanlar da… Kölelik o kadar doğal bir statüydü ki, köleler bile değiştirmeye uğraşmadılar. Antik Yunan ve Roma toplumlarında köle isyanlarının sayısı toplamda iki elin parmaklarının sayısını geçmedi. Lavrion’da da MÖ 130 yıllarına kadar bir köle isyanıyla karşılaşılmadı. Ancak bu tarihte, Sicilya’da başlayan ve dalga dalga ilerleyen köle isyanlarının etkisiyle olsa gerek, maden ocaklarında da denetçilerini öldürerek isyana kalkışan maden köleleri oldu. Bu da Lavrion’un tarihindeki yegâne isyan olarak kaldı.

EN ÇOK KÖLE DEMOKRASİNİN MERKEZİNDEYDİ

Atina, demokrasinin beşiği, özgür düşüncenin kaynağı ve büyük filozofların vatanıydı. En çok köle de Atina’da bulunuyordu. Özgür insanlara oranla en çok kölenin yaşadığı Sakız Adası, MÖ 6. yüzyıl gibi erken bir tarihte halk meclisini kurmuş, halkının yararına bir anayasa üretmiş bir merkezdi. Demokrasinin ve eşitliğin merkezleri en çok köleyi barındıran yerlerdi. Çünkü aslında bu demokrasi, kendisi yerine çalışabilecek kölesi olduğu için zamanını siyasetle, sanatla, felsefeyle ilgilenerek harcayabilme lüksüne sahip olan azınlığın demokrasisiydi. Yunan medeniyetinin üzerinde yükseldiği zeminde köleler ve özgür yoksullar vardı. Yani yaşayabilmek için durmadan, dinlenmeden çalışmak zorunda olanlar. Peki ya emek? Yunanca’da emek kavramını karşılayan bir sözcük bile yoktu. İşleri, para almadan çalışan köleler tarafından yapıldığı için daha da fakirleşen, gece gündüz çalışmaya mahkûm yoksullar da emeklerinin karşılığını istemediler. Halk meclisinde yer almalarına ve karar mekanizmasının bir parçası olmalarına rağmen, liderlerinden en büyük talepleri borçlarının silinmesi oldu. Bazen işsizlik yardımıyla, bazen düşük ücretli bir kamu hizmetiyle, bazen de tiyatroya ücretsiz biletle ağızlarına bir parmak bal çalındı. Tabi bir de Lavrion’daki gelirlerden paylarına küçük bir miktar düşerse sevindiler. 

Yunan öncesi dünya, Sümerlerin, Babillilerin, Mısırlıların ve Asurluların dünyası, batıdaki anlamıyla özgür insanların olmadığı bir dünya idi. Hükümdar ve çevresindeki küçük bir azınlık dışında tüm halk köle sayılıyordu. Bu hiyerarşik düzenin içinde batıdaki gibi bir vatandaşlık kavramı gelişemedi. Ama kölelik de batıda yaşandığı gibi yaşanmadı. En azından sonuçları batı toplumlarındaki gibi olmadı. Bu bir Yunan keşfi idi: Özgürlük ve köleliğin ancak el ele ilerlemesiyle oluşabilecek bir medeniyet…

*Ege Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Eskiçağ Dilleri ve Kültürleri Bölümü Doç. Dr.