YAZARLAR

Kurulamayan sofralar

"The Bear" ilk iki sezonunda bir şeyleri bağlamaya, insanları bir hedefe ulaştırmaya, bir amacı gerçekleştirip başarı hikayesi yazmaya meyletmedi. Aksine kurulup kurulup yeniden yıkılan ilişkiler, şimdiki zamanda ulaşılan bir zirvenin başka bir zamanın dibi olduğunu gösteren anlar, kendini kurmanın devamlılığı ve yoruculuğuna dair gerçekler izledik.

Mutfak hikayelerinin çoğu, özellikle de ABD çıkışlı olanlar, mekanı bir mücadele alanı olarak tasarlamaya bayılırlar. Mutfak ‘zorlu bir arena olan’ hayatın cisimleşmiş halidir ve içindeki herkes bu zorluklara karşı amansız mücadele içine girmek zorundadırlar. Yalnızca iyi bir aşçı olmanın değil, o mutfaktaki herhangi bir işin ucundan tutan bir personel olmak için bile ne kadar çok yol kat etmek, nelere katlanmak, nasıl zorluklara göğüs germek gerektiği anlatılır bizlere.

Dünyada sadece çok küçük bir azınlığın gidebileceği bu ‘lezzet cennetleri’nin içinde neler olup bittiğini izlerken; ön tarafa yani masalara kurulan seçkinleri göremeyiz çoğu zaman. Çünkü bu pahalı ve özel lezzetleri tüketen elit bireyler, filmin (hikayenin) satılacağı sıradan vatandaşın nezdinde pek sevilesi olmayabilirler. Biz ya bir “Subay ve Centilmen” anlatısının içine düşer ve yıllarca mutfakta her türlü işi yaparak çekirdekten yetişmiş, sert bir eğitimden geçmiş ve çelikleşmiş sinirleriyle şimdi altındakilere eziyet eden bir şefi takip ederiz. Bu alttakilerden birisinin zorlukları aşarak başarmasına tanıklık ederiz. Ya da düşmüş bir mutfak starının ilk yürüdüğü yolu biraz değiştirerek yeniden ayağa kalkışını izleriz. En nihayetinde karakterlerimiz hikayenin sonunda yeni bir boyuta gelirler… Mutfakta sükunet sağlanır, öndekiler fahiş fiyatlar ödeyerek mutlu azınlık arasına katılır.

Çoğunlukla Amerikan iş ahlakının yüceltildiği bu anlatıların hiçbir yerinde de, “neden bu kadar baskı altında olmak zorundayız, bu hız niye, kimimle ne için rekabet ediyoruz vb.” sorular sorulmaz. Hayatı bir mutfağın içine sıkıştırarak orada rekabetçi bir dünya inşa eden yapımların yanında, mutfaktan hareketle hayatı başka türlü anlamaya çalışan nadir örnekler de yok değildir. İşte ikinci sezonunu geride bıraktığımız, Disney+ platformunda yer alan “The Bear” bu tür yapımlardan.

The Bear

Emmy Ödülleri'ne 13 adaylık kazanan dizinin ilk sezonunda, memleketi Şikago’dan ve evinden genç yaşta ayrılmış, Michelin yıldızlı şef Carmy Berzatto’nun (Jeremy Allen White), abisinin ölümünün ardından kalan sandviç dükkanını kurtarma çabalarını izlemiştik. İlk sezon, yalnızca dükkanın değil orada çalışan ya da bir biçimiyle onunla bağlantılı olan herkesin karmaşasını taşıyordu bünyesinde. Ne yapacağını/yapması gerektiğini bir türlü kestirememiş bir grup insan boğulmamak için suda çırpınırcasına hayatta kalma mücadelesi veriyordu.

İkinci sezon başka bir his uyandırıyor izleyicide. Kimi zaman rahatsızlık verici düzeyde üstelik. Sandviç dükkanının iflasının ardından daha büyük bir iddianın altına giriyor Carmy ve ortağı Sydney. Richie, Marcus, Tina, Natalie, Neil… yani önceki dükkanın ekibi de onlara eşlik ediyor. On bölümlük ikinci sezonun ritmi, ilkine göre daha ağır. Ama gürültüsü ve etkisi daha çok bana kalırsa. Bu sezon mutfak bir inşa mekanı olarak çıkıyor karşımıza. İki anlamda da. İlki yeniden kurulacak restoran için elden geçirilen sahici bir mekan olarak. İkinci olarak ise mutfakla birlikte herkesin de kendisini yeniden kurmak zorunda kalacağı başka bir kapı da açılıyor. Bu yüzden bazı bölümler sadece bazı karakterlere odaklanıyor. Marcus’un Kopenhag’a gittiği bölüm örneğin.

Berzatto sülalesinin geçmiş bir Noel yemeğine konuk olduğumuz bölüm ise dizi tarihinin unutulmazları arasına girecek cinsten. Sadece Jamie Lee Curtis’in muhteşem varlığı nedeniyle değil, işlevselliğiyle de. Karakterler üzerinde hissedilen endişe ve baskının seyirciye de geçtiği yer burası çünkü. Üstelik bilmem kaç Michelin yıldızlı bir restoranın mutfağında değil, anne mutfağında geçiyor. Bir saati aşan bölüm, Berzatto hanesinin sakinleri gibi seyirciyi de bu dar alana sıkıştırıp finale kadar bırakmıyor. Carmy’nin beklentileri, Natalie’nin endişeleri anneleri Donna’nın (Curtis) bir şef gibi herkesin üzerinde baskı kurduğu ama bunu yönetmek yerine gerilimi sürekli tırmandırdığı ve muhteşem bir finalle bağladığı bir akış izliyoruz. Birbirinin içine giren tartışmaların, dar alanda durmadan hareket eden karakterlerin olduğu bu anlar, kameranın oyunculara çok yakın tutulduğu plan sekanslarla tam anlamıyla kafa şişiriyor! Çünkü amaç bu!

Jamie Lee Curtis 

“The Bear”, bir grup kaybedenin bir amaç etrafından bir araya gelip kendilerini yeniden inşa ettiği bildik Amerikan anlatısı değil (en azından şimdilik). Aksine karakterlerin kaybetmeye devam ettiği bir hikaye izliyoruz. Sadece daha fazla çalışmalarını gerektiren, daha çok baskı altında olmalarına neden olan bir işe kalkışmış oluyorlar. Dizi boyunca, bazı bölümlerde yemek görüyoruz ama bir fetiş haline gelmiyor. The Bear’ın mutfağında pişen ve canımızın çektiği en güzel yemek Sdyney’in Natalie’ye yaptığı omlet oluyor. İlginçtir yemeklerin görsel bir anlam kazandığı, abartıldığı ve gözümüze sokulduğu tek an annenin evinde toplanılan Noel akşamında yapılanlar. Sadece Jamie Lee Curtis değil, Olivia Colman, Will Poulter, Sarah Paulson, John Mulaney ve Bob Odenkirk gibi ustalar da uğrayarak renk katıyorlar bu sezona.

“The Bear” ilk iki sezonunda bir şeyleri bağlamaya, insanları bir hedefe ulaştırmaya, bir amacı gerçekleştirip başarı hikayesi yazmaya meyletmedi. Aksine kurulup kurulup yeniden yıkılan ilişkiler, şimdiki zamanda ulaşılan bir zirvenin başka bir zamanın dibi olduğunu gösteren anlar, kendini kurmanın devamlılığı ve yoruculuğuna dair gerçekler izledik. Noel yemeği bölümünün gösterdiği gibi sofraya ne konduğundan daha çok kimlerin oturduğu belirliyor hayatımızın akışını. “The Bear” bir türlü kurulamayan sofralara dair daha çok…