Usul işleyen dili Doğan’ın

Selim Temo’nun gazeteduvar.com’daki “En Sakallımız” (31 Mayıs Çarşamba) başlıklı yazısını okuyordum ki şair, yayıncı arkadaşım Kadir Aydemir aradı. “Doğan Ergül’ün bütün şiirlerini tek kitap olarak yayımladık, sana da gönderdim” dedi. Selim Temo, yazısının sonunda şair Adnan Yücel’in bir sözünü aktarıyordu: “Birlikte anılar biriktirin. Biriniz ölünce anlatılacak anılardan olsun.” Kadir Aydemir’in telefonda verdiği haberle, Adnan Yücel’in sözünü birlikte düşündüm.

Google Haberlere Abone ol

Doğan Ergül, Kadıköy’de birçok şairin, ama başta Mustafa Köz’ün, Gökçenur Ç.’nin, Kadir Aydemir’in, Şeref Bilsel’in, Mesut Aşkın’ın arkadaşıydı. Genç denilecek yaşta, yaşamını yitirmişti. Kayıtlardaki bilgilere göre fiziksel varlığıyla hayatta olduğu süre hayıflanacak kadar kısadır. Doğumu 1968, yaşama veda ettiği yıl (2 Haziran) 2007. Ancak bunu yalnızca kayıtların verdiği kuru bir bilgi olarak almak gerekiyor. Çünkü insan dostları varsa ölümsüzleşir.

Doğan Ergül de ölümsüzleşmiş bir şair. Çünkü dostları var. Adnan Yücel’in sözünde kastedildiği gibi yani… Ondan da geriye dostlarının sahip çıkmaktan onur duyduğu anıları ve şiirleri kalmıştı… Doğan Ergül’ün “Aşkın ve Suların Öğleni” adlı ilk kitabı 2005’te yayımlanır.

Ölümünden kısa bir süre sonra, yayına hazır dosyası “Uykulu Yağmur” ikinci kitabı olarak 2007’de okurla buluşur. Şimdi “Güzü İnciten Yara” adıyla yayımlanan toplu şiirlerinde, daha önceki iki kitabı bir araya getirilmiş. Kitap “Yolumun Çıktığı Çocuk” başlıklı bir düzyazı şiirle karşılıyor okurunu. Küçük bir bölümü birlikte okuyalım:

“Sonra birlikte çıktığımız yollarda, terleriyle ısındığımız,

otunu ve suyunu verdiğimiz atlarımızdan indik, birlikte büyüdüğümüz

bütün çocuklar için oyunlar oynadığımız sokaklara

döndük. Herkes bir ses kadar yakındı annesine. Hâlâ öyle...

Şimdi aşk’ın üç harflik anlamıyla örtüyor gözlerini, yanan

tenini karla yıkayan çocuklar. Büyümenin bir bilmece olduğunu

anlıyorlar duydukları masalda. Uyurken ışığı emmeleri bundan.”

Doğan Ergül 1990’lı yılların şairidir... İlk şiiri, Şiir Oku dergisinde yayımlanır. Bundan sonra İskenderiye Yazıları, Şiir Oku, Başka, Öteki-siz, E, Islık, Şiir Ülkesi, Akatalpa, Üç Nokta, Sonra Edebiyat gibi dergilerde çıkar şiirleri. Bu dünyadan gidişinden on yıl sonra şiir okurunu toplu şiirleriyle kucaklıyor. “Güzü İnciten Yara” adıyla yayımlanan kitaba ilişkin ilk düşüncem bunun bir hatırlama ve hatırlatmadan ibaret olmadığı. Çünkü Doğan Ergül zaten şimdiye kadar başta dostları olmak üzere, şiir okurlarının unutmadığı bir şairdi.

Ayrıca şiirleri de onun unutulmayı hiç hak etmediğini gösteriyor… “Sabah İçin Son Söz” başlıklı şiirinden alıntıladığım şu dizelerini okuyalım:

“şimdi

suya inmiş

arıların sesiyle çağırıyorum

düşüme giren meleği

gel ve bitir

bende unuttuğun günü”

Doğan Ergül Doğan Ergül

Onun şiirinin kaynaklarını düşünüyorum. Modern şiirin, Türkçedeki lirik şiirin köklerdeki diline, biçemine eklemlenen bir yakınlık var sanki diye düşünüyorum. Ancak daha ötesinin olduğuna ilişkin bir iz de bulamıyorum. Doğan Ergül de genel olarak lirik bir şair. Lirik şiirler yazmış. Yer yer sembolist, kendi üstüne kapanan imgeciliğiyle Türkçedeki modern şiirin “saf şiir” diye tanımlanan kanadıyla bir yakınlık, bir benzerlik oluşturduğu izlenimi uyandırıyor.

Ancak gelenekle bir soy ilişkisi olduğunu söylemek zor. Öte yandan Lorca’yı, Neruda’yı Ritsos’u da çağrıştıran imgeleri, dizeleri, şiirleri var. Ancak lirik şiirin geleneksel kalıpları içinde kalmak istemeyen bir tavrı olduğunu da söyleyelim. Şeref Bilsel’e ithaf ettiği “Çiçeklerin Açtığı” başlıklı şiirindeki şu iki dize örneğin:

“anladım

uzağın bir insan kadar olduğunu”

Doksanlı yılların şiiri diyorum sürekli ama aslında doksanlı yıllarda yazılan şiirin tipik özelliklerinden söz etmek çok kolay değil. Çünkü öznesi, dili parçalı bir şiir. Alışılagelen şiir anlayışını zorlayan, yapısal bütünlüğü zayıf bir şiir. Bu zayıflığın şiire ait bir değer olarak okunması mümkün elbette. Ben okumaktan yanayım.

Başka bazı nitelik ve motifleri de düşünürsek birtakım engellerine karşın bu dönemin şiiriyle ilgili bir değerlendirme olanağı hiç yok değil. Bu döneme genel ve tanımlanabilen yönleriyle bakıldığında Doğan Ergül’ün şiirlerinin doksanlı yılların poetik özelliklerini içerdiğini düşünüyorum. Şu dize aslında doksanlı yılların şiirinin özelliğini ortaya koyması bakımından da dikkat çekici:

“çığlık varlığın sisli söylemi”

Doksanlı yılların dumanlı, oynak ve parçalı dili, söyleyişi genellemeler ve tanımlamalar için engel oluşturuyor. Ancak yine de bazı karakteristik bulgularla bu dönemin şiirini çevreleyen saptamalar yapmak mümkün. Örneğin geçmişin birikimiyle, deneyimiyle, şiirin kaynaklarıyla bu dönemin şiiri de, şairi de pek alakadar değilmiş gibi görünüyor. Şair için kimseye benzememek önemli bir özelliktir, hatta kutsanmış bir tavırdır diyebiliriz. Ancak bu dönemde biraz abartılmıştır bu durum. O nedenle de hiçbir dönemde gerçekleşmediği gibi doksanlı yılların şiirinde de etkilenme sürmüştür. Çünkü benzemezlik mutlak değildir.

Üstelik genç şairlerin de, şiirlerinin de etkilere en açık oldukları bir dönemdir doksanlar. Her şairin temel arzusudur benzersiz olmak. Yukarıda sözünü ettiğim kimi etkilere karşın Doğan Ergül şiirleriyle yine de kendini kimseye benzetmemeyi başarmış bir şair. Şiirlerinde sözü azaltarak biçimsel ve biçemsel olarak oluşan boşlukları genişletmeyi denemiştir. Kimi şiirlerinde haiku tekniğinin izleri vardır. Dili ve biçeminden kaynaklanan boşlukları şiirin unsuru olarak yapıya dahil etmiştir. Belki şu dizeler ne demek istediğimin daha iyi anlaşılmasını sağlar:

“söz yok

ellerim

ıpıssız bir bakış”

Doğan Ergül’ün şiirinin yaşama taşınmasını, oraya karışmasını, duyguyu ve düşünceyi taşıran bir damla olma niteliği kazanmasının nasıl açıklanacağını anlamaya çalışıyorum. Bu nedenlerden birinin kendisinin de dile getirdiği gibi “incinmiş bir şimdi”yi sorun edinmesi olduğunu düşünüyorum. Ama yine de Doğan Ergül’ün şiiri büyük iddiaları olan bir şiir değildir. Bu da doksanlı yılların şiirinde görülen bir niteliktir.

Dönemin şiirlerinin genelinde “büyük iddia” yoktur. Şiir büyük iddiasını çoktan yitirmişti de bu doksanlı yıllarda belirginleşti denilebilir mi, bilmiyorum. Ancak bu saptama, her şiirin bir iddiası olduğu gerçeğini değiştirmez. Doğan Ergül’ün şiirlerinin de bir iddiası vardı. Yoksa şiir niye yazılmış olsun? En iddiasız görünen bir şiir, bir dize, bir betik ya da aşağıdaki gibi ikilik, aslında derinlerde uğraşılan bir varoluş sorununa değiniyor olabilir:

“kar izleri topluyorum

hiçliğe açılıyor her şey”

Biraz büyük laf olacak, ama edeceği; yaşamanın bizzat kendisi bir iddia değil midir? Bazı kişilerle ilgili konuşurken fazla söz gerekmez. Kim olduklarını anlatmak için onlarla ilgili bir anekdot, bazen yaptıkları küçük bir jest, bir espri, hatta bazen bir tek sözcükleri bile yeterli olabilir birçok şeyi açıklamaya.

Mesut Aşkın’ın Doğan Ergül’le ilgili aktardığı bir anekdot var; onun da bahsettiğimiz bu tür kişilerden olduğuna işaret ediyor. Hatta onun yaşama karşı duruşunu, tavrını, şiir anlayışını da sergiliyor diyebilirim. Şair Mustafa Köz, Doğan Ergül hastanede tedavisi sürdüğü dönemde ziyaretine gider. Daha önce Köz de aynı hastanede yatarak tedavi görmüştür. Köz, bunu hatırlatır ve “Ben

buradan hem iyileşerek hem de bir dosya şiirle çıktım. Senden de bekliyoruz” der. Doğan Ergül’ün yanıtı “Ben o kadar pragmatist değilim” olur. Şiirine yansımış bir tavırdır bu sözde dile getirilen yargı. Ergül’ün şiirinde pragmatist bir tutum gözlenmez. Paylaşacağım şu tek dizenin de söylediği gibi:

“esridim ve aktım içimdeki kuyuyu”

Şiirlerinde düş görüyor, hayal kuruyor ve çıplak ayaklı, kızıl yeleli bir at koşuyor; ona doğru koşuyor ve sarılıp boynuna öpüyor, ömrünü öper gibi... “Dere” başlıklı şiirindeki şu betiğe bakalım:

“insan ya sarhoş olmalı düşünde

ya şaşırtmalı atları ve sabahı

kişneyerek uyandığı uykuları

ve gece yolculukları”

Şiirlerinde temel sorunun göç ve kent yaşantısının, modern insanın sıkıntıları ve huzursuzluğu olduğunu söyleyebiliriz:

“insan odalardır, sessiz

betondan, kablodan, eşyadan akan”

Onun tema ve izleklerinin içinde olduğu kültürel ortam ve sosyal bilinciyle ilgili olduğu görülür:

“buna inandım

sizin kendinizden çıktığınız yıllardı

ben daha doğmamıştım”

Doğan Ergül’ün şiirinde belirgin bir özellik de yaşamla arasında oluşturduğu bilinçli mesafedir.

“pencereyi açıyorum

ölüm ve unutuş”

Bu mesafeyi eleştirel tutumu sağlar aslında. Ortaya çıkan boşluğu da şiirin diliyle doldurur. O nedenle de şiir bir varoluş halini almıştır onda.

“yalan olduğumu bilseydim

daha önce unuturdum kendimi”

Bazı şiirlerinde öyle bir izlenim veriyor ki duygu ve düşünceleriyle bir “ıssız adam” konuşuyor sanısına kapılıyorsunuz. Okuduğum bu şiirlerin şairi başka türlü biri olamaz diyorsunuz.

“yürürsek

duracak güz

neden ıslandığını bilmiyor zaman

yürürsek sokakta kar

karanlıkta bir dize”

Bazen küskün biri oluyor, bazen de eleştirinin diliyle mesafe koyuyor hayatla, dünyayla arasına… Sorgulamak da bir eleştiri tarzı elbette. Bunu yapıyor çoğunlukla. Şu dizede olduğu gibi örneğin:

“sevmek alışkanlık değilse”

Yakıcı bir özlem var çocukluğuna yönelik. Şu betikteki gibi örneğin:

“çocukluk o güzel maden

okunmuş ‘don kişot’

uyuyup uyandığın çayır”

Çocukluğun kaybolan çimenli bayırlarını şiirde arıyor...

“kayıklar bulurdum tarlada

içinde uyurdu zaman”

Ama şiiri aramıyor. Şiir onda var. Bu konuda bir zorlaması yok, zorlanması da yok.

“trenler varmış

giden akşamlar gibi”

Ergül’ün şiirinin bir başka yönü de dilinin yabanlığı, yabansılığıdır. Bu “ıssız adam” duyarlığından farklı bir durum. O yabansılığın vurguladığı aslında “ben bizden değilim” çıkışıdır diye düşünüyorum. Doğan Ergül’ün şiirinde belirgin bir itiraz tonudur bu çıkış. Biçim ve biçemindeki dilsel mesafesi, melankolisi, eleştirelliği, sorgulayıcılığı bu nedenledir aslında. Herkesin “bizleştirilmesine” karşı bir itiraz.

“sevdim kediler gibi dilimi, o alevli yıkımı

paltomda yanmış yıldızlar ışıması”

Doksanlı yıllarda günlük yaşantının içerisinde yoğun olarak maruz kalınan bir kampanyaydı “bizleştirme” ya da “yeniden bizleştirme” politikası. Hayali bir cemaatin zayıflayan, gevşeyen bağlarını

Doğan Ergül / Aşkın ve Suların Öğleni / Babil Yayınları Doğan Ergül / Aşkın ve Suların Öğleni / Babil Yayınları

sıkılaştırma, kopmaları engelleme girişimiydi tabii bu. “Bizleştirme” hayali cemaatler, yani ulus topluluklar yaratmanın temel politikasıdır aynı zamanda. Ergül’ün şair olarak kalemi kâğıdı önüne koyduğu dönemlerde, yani doksanlarda devlet, ideolojisi ve ideolojik aygıtlarıyla “bizleştirme” amacı doğrultusunda sokağı iki kanaldan baskılayıp yönlendiriyordu.

Bu da asker uğurlama ve öldürülen güvenlik güçlerinin cenaze törenleriyle futbol takımlarının yabancı takımlarla yaptıkları maçlarda elde ettikleri galibiyet sonrası düzenlenen gösterilerde atılan sloganlara kadar tüm şiddetiyle yansıyordu günlük hayata ve tabii ki dile. Bütün bu törenlerin ve güdümlü sokak gösterilerinin amacı aynıydı.

Nitekim devletin o yıllardaki “bizleştirme” politikası sol içinde de karşılık bulmuş “ulusalcılık” icat edilmişti. Doğan Ergül’ün şiirinde açık bir politik tavır yoktur, ama dönemin egemen ideolojisine karşı, yani “bizleştirme” politikasına karşı güçlü bir bireysel itiraz vardır. (Doksanlı yılların şiirini biraz da bu yönden düşünmek gerektiği kanısındayım.) Onun şiirlerini okurken bu itiraz eden sese de kulak vermek gerektiğini düşünüyorum.

“her köşede ölen bir ölüm

her yerde kutsal ikiyüzlülüğü hayatın”

Yeri gelmişken Ergül’ün şiirinde önemli bulduğum öznenin durumuyla ilgili bir noktaya dikkat çekmek istiyorum. Ergül’ün birçok şiirinde öznenin birinci tekil şahıs, yani “ben” olduğunu görüyoruz. Bazı şiirlerdeyse, gizli özne halinde birinci çoğul şahıs, yani “biz” oluyor. Özne birinci tekil şahıs olduğunda kendi kendisini işaret edecek kadar vurgulanabiliyor: Şu betikte olduğu gibi

“içimden ağaçlar taşırdım... yollar...

bir büyü olarak

ben”

Ancak özne birinci çoğul şahsa dönüştüğünde, yani “biz” olduğunda “ben” olduğundaki gibi açıkça bir görünürlük kazanmıyor, gizleniyor. Dolayısıyla şiirin dilinde önemli bir ağırlık oluşturmuyor. Gizli özne olarak “biz”, “ben” olarak da okunacak biçimde önemsizleşiyor.

Bunun, özne birinci çoğul şahıs “biz” olması durumunda önemsizleşmesinin genelde doksanlar, konumuz bağlamında da Doğan Ergül’ün şiiriyle ilgili bir tavır olduğunu düşünüyorum. Şiirin dilinde “ben” parçalanırken aynı zamanda “bizden kaçış” olarak da yorumlayabileceğimiz bir tavır bu. “Bir Şiirin Son Dizesi” başlıklı şiirini bölmeden biraz da bu savıma destek olması amacıyla alıntılıyorum:

burada sabah akşam donmuş bir denizi taşlıyoruz

taşladıkça taşıyor deniz

çocuklar oyunda hile yapan arkadaşlarına

ceza olarak bir parça bu denizden veriyorlar

akasyalar ve barbunlar bir aradalar

ortaçağ anlatıları satıyor uzun yol şoförleri

mola yerlerinde...

durup ay’a bakıyor kediler ve köpekler

dolunay akşamları...

mardinli bir gece istiyor aşıklar haftaiçleri

ve haftasonları İtalyan rönesansı hakkında konuşuyorlar...

mahalle bakkalı yaşlı adam boyuna bir ağacı yontuyor

anlıyoruz ki aşk soyunan bir şehirdir

susuyor ve balkanlar ve ötelerinde yazılmış

bir şiiri söylüyoruz ege ağzıyla...

kadınlar geçen kıştan,

kardan söz ediyor şiirin sonunda

anlıyoruz ki erimek eski bir şiirin son dizesidir

atları içeri çekiyorum ve üstünü onlarla örtüyorum

şimdi daha serin terliyorsun

bu iyi bir mevsim gibi geliyor sana

ben dolu vurmuş bir tarlada üstüm başım ay

bir filmde oynuyorum... tanışmamışız daha!...

kalçalarını istiyorum denizi geçmek için...

Doğan Ergül’ün şiirlerini yorumlamak sandığımdan daha zor oldu. Onun şiirini anlamak için yoğun melankolisini anlamak, hatta o sorgulayıcı, eleştirel tavrını melankoliyle birlikte düşünmek gerektiği sonucuna vardım. Kitabı okurken o kadar çok dizenin, betiğin altını çizdim ki her biri için ayrı bir başlık açılabilir. İşte altını çizdiğim o dizelerden biri:

“aynalarda bir çığ suratım”

Doğan Ergül yaşadı ve arkadaşlarına anlatılacak, unutulmayacak anılar, yaşamının sütünü, o sütün köpüğünü oluşturan duygu ve düşüncelerini dile getirdiği şiirler bıraktı…

Saygı ve özlemle anıyoruz…

ANMA…

nh

Modern Türkçe şiirin tartışmasız iki büyük ustası Nâzım Hikmet ve AhmedArif’i şiir okurlarının, şiir dostlarının unutması elbette mümkün değil. Yalnızca şiirin iki büyük ismi değil onlar. Şairdirler ama aynı zamanda benimsedikleri davanın inançlı, kararlı bireyleri olmuşlar. Hayattaki duruşları, dünyaya karşı tavırlarıyla model oluşturmuşlardır. Modern Türkçe dilinin, edebiyatının, geniş anlamıyla sanatın, kültürün de iki büyük öncüsüdürler.

2 Haziran Ahmed Arif’in, 3 Haziran Nâzım Hikmet’in arkalarında şiirleri ve mücadelelerini bırakarak hatırada yaşayacakları, hayalimizde var olacakları dünyaya geçişlerinin yıldönümü… Bu dizeler Ahmed Arif’ten:

“Belinde Diyarbekir kuşağı Zulasında kim bilir hangi hınç, hangi mısra Yürür namus bildiği yolda... Yürür yine de yalınayak ve ayakları yanarak.”

Bu da Nâzım Hikmet’ten, “Otobiyografi” başlıklı şiirinden bir bölüm:

“kimi insan otların kimi insan balıkların çeşidini bilir ben ayrılıkların kimi insan ezbere sayar yıldızların adını ben hasretlerin

hapislerde de yattım büyük otellerde de açlık çektim açlık gırevi de içinde ve tatmadığım yemek yok gibidir

otuzumda asılmamı istediler kırk sekizimde Barış madalyasının bana verilmesini verdiler de otuz altımda yarım yılda geçtim dört metre kare betonu elli dokuzumda on sekiz saatta uçtum Pırağ'dan Havana'ya

Lenin'i görmedim nöbet tuttum tabutunun başında 924'de 961'de ziyaret ettiğim anıtkabri kitaplarıdır

partimden koparmağa yeltendiler beni sökmedi yıkılan putların altında da ezilmedim”

Unutmadık, unutulmazlar. Saygıyla anıyoruz…