Korkuyu göstereceğim sana bir avuç tozda

Şehirleri her an “bir avuç toza” dönüşebilecek olan Ukrayna, Avrupa’ya, ABD’ye, AB’ye, NATO’ya, BM’ye ve Batının tüm kurumsal kısaltmalarına güvenerek yüzüstü bırakılan ne ilk ne de son örnek.

Google Haberlere Abone ol

Can Öztürk*

Bundan yüz yıl önce, Büyük Savaş’ın perdesi yok ettiği ve sakat bıraktığı milyonların üzerine örtülürken, meşhur şair T.S. Eliot Avrupa’nın dağılan, saçılan parçaları için “bu parçaları destek yaptım yıkıntılarıma” diye yazıyordu “Çorak Ülke” şiirinde. Ahvaline kahrolduğu, kaybetmek istemediği bir Avrupa’yı arıyordu yıkıntıların arasında. Savaştan önceki yüzyılın teknolojik ve kültürel gelişime, ilerlemeye ve “Batının dünyayı medenileştiriyor” olduğuna dair o ihtişamlı anlatıları sonucunda ortaya çıkan vahşet tablosunu, küle dönen şehirleri “Korkuyu göstereceğim sana bir avuç tozda” diyerek anlatıyordu. Çok değil Eliot’un şiirinden on beş-yirmi yıl sonra Avrupa’nın devasa şehirleri yeniden birer avuç toza dönmüştü. Batı medeniyeti, yine, kendine anlattığı tüm görkemli hikayelere rağmen tam da Avrupa’nın kalbinde Hitler ve Mussolini gibi canavarları yetiştirmiş, milyonlarca Avrupalı bu insanların peşine takılmış ve bir öncekinden daha da korkunç yöntemlerle dünyayı atom bombalarına ve toplama kamplarına sahne yapmıştı.

Tabii Avrupa’nın en karanlık yüzüyle tüm bu olanlardan çok daha önce tanışanlar için ne Hitler şaşırtıcıydı ne de toplama kampları. Martinikli anti-emperyalist yazar Aimé Césaire’a göre Avrupa toplumları Nazizm’in kurbanı olmadan önce zaten onun suç ortaklarıydılar. Nazizm henüz kendilerine yönelmemişken, onun tüm yöntemlerini tarihsel olarak hoş görmüşlerdi. Bu yöntemler yüzyıllardır Avrupalı olmayan toplulukların canlarını, kaynaklarını, kültürlerini yok ederken buna gözlerini kapamışlardı. Dolayısıyla Hitler ve Nazizm, kendini diğer tüm ten renklerinden üstün gören, dünyayı yönetme hakkını yüzyıllar içerisinde kendi adına meşrulaştırmış bir anlayışın doğal tezahürüydü. Örneğin Hitler’den önce “hümanist” ve “idealist” filozof Ernest Renan Avrupa medeniyeti adına konuşurken şöyle diyordu: “Görevimiz insanlar arasındaki eşitsizlikleri ortadan kaldırmak değil, bilakis, bu eşitsizlikleri genişletmek ve bunları kanuna dönüştürmektir”. Gerçekten de Avrupa uzun yüzyıllarını milletler arasındaki eşitsizlikleri kanunlaştırmaya; kültür, renk ve fizik farklılıklarını biyolojik bir hiyerarşiye oturtmaya harcadı ve nihayetinde de devasa bir servetin sahibi oldu. Bugün Polonya sınırları içerisine sığınmaya çalışan Ukraynalıların hemen yanıbaşında bekleyen, aynı sınırlarda soğuk ve sefalete mahkûm edilen Afrikalılar, Iraklılar, Afganlar bu hiyerarşinin sapasağlam durduğunun da kanıtı. Batı medyasının zihinlerine işlemiş ırkçılıktan bihaber muhabirleri Ukrayna’daki yıkıma bakarak sarf ettikleri “Burası Irak, Afganistan değil, burası Avrupa; ölen ve göçe zorlanan insanlar beyaz saçlı, mavi gözlü” sözleriyle de gösteriyorlar bu hiyerarşiyi. Bütün bunlar bize Césaire’in şu sözlerini hatırlatıyor: “Tüm ciddiyetiyle kendini dayatan gerçek şudur ki, Avrupa ne ahlâken ne ruhen savunulabilir/bağışlanabilir”.

Ve yine Césaire’in çağdaşlarından Fanon, Yeryüzünün Lanetlileri kitabının sonlarına doğru şu soruyu sorar: “Yani kardeşlerim, bu Avrupa’nın ayak izlerini izlemekten başka yapacağımız daha iyi şeyler olduğunu nasıl anlayamayız? (…) Avrupa oyunu sonunda bitti, başka bir şey bulmalıyız. Avrupa’yı taklit etmemeye karar verelim; beynimizi ve kaslarımızı yeni bir yönde birleştirelim (…) Avrupa’nın yaratamadığı bütünlüklü insanı biz yaratmaya çalışalım”. Fanon’un 1961’de sorduğu bu soru ve arkasından söyledikleri güncelliğini koruyor. İki emperyalist gücün arasına vahşice sıkıştırılan, şehirleri her an “bir avuç toza” dönüşebilecek olan Ukrayna, Avrupa’ya, ABD’ye, AB’ye, NATO’ya, BM’ye ve Batının tüm kurumsal kısaltmalarına güvenerek yüzüstü bırakılan ne ilk ne de son örnek. Ukrayna Devlet Başkanı Zelenski’nin geçtiğimiz gün çok acı bir biçimde fark ettiği “yalnız bırakılma” hissini yaşayan ilk Avrupalı halk Ukrayna değil tabii. Örneğin yakın geçmişte Bosnalılar da acı biçimlerde yaşadılar bunu ve daha yakın geçmişte Yunanistan halkı, AB’nin ve özellikle Almanya’nın koyduğu finansal kuralların çilesini çektiler, çekiyorlar. Nihayetinde, yeniden Césaire’a atıfla, kendini dayatan gerçek şudur ki; Batı emperyalizmi söz konusu kendi çıkarları olduğu an hem ten rengini hem de farklı mezheplere ait olsalar bile dinini paylaştığı Ukrayna’yı dahi ateşin ve yıkımın ortasında bırakabilir. Rusya ve Batı arasında kalmış bir ülkenin sınırlarının iki yakasına da yıllardır silah ve asker yığmanın yaratacağı sonucu Batı da Rusya da gayet iyi biliyordu şüphesiz. Tıpkı Çehov’un “sahnedeki tüfeği” gibi, sınırlardaki tüfek de elbet bir gün patlayacaktı.

Ukrayna iki emperyalist kamptan birini seçmiş olmanın acısını yaşıyor bugün, ancak diğerini, yani Rus emperyalizmini de seçmiş olsaydı sahadaki durum çok farklı olmayabilirdi. Ukrayna halkı AB’ye girmenin, NATO’ya dahil olmanın, “Batılı” olmanın makbul olduğuna kendi kendine kanaat getirmedi, şüphesiz. Kendilerine verilen sözler, vaatler, bu “büyük medeniyet ittifakına” dahil olmanın sağlayacağı ayrıcalıklar; Batının “demokrasiye”, “insan haklarına”, “ifade özgürlüğüne”, “ekonomik refaha” dair kurduğu anlatılar Ukrayna halkında da yakın coğrafyanın başka halklarında da Batının doğru yön olduğu rızasını üretmek konusunda etkili oldu. Bugün bu rızanın üretildiği yerlere son eklenen parça olan Ukrayna da Eliot’un “Çorak Ülke”sinden tam yüz yıl sonra parçalanıyor, çoraklaştırılıyor. Çıkarlar, silah endüstrileri, enerji sektörleri gibi konular söz konusu olduğu zaman Rusya büyük ölçüde kültürünü paylaştığı bir halkla savaşmaktan nasıl çekinmiyorsa, Batı da içine dahil ettiği bir halkı önce kışkırtıp sonra yalnız bırakmaktan çekinmiyor. Dün Bosna’da, bugün Ukrayna’da.

Türkiye’nin yakın geleceği için de dersler var burada. Bugün üstenci bir tavırla zikredilen “üçüncü dünya” bu dersleri bize uzun yıllardır anlatıyor. Bizi yüzyılların karanlığından kurtaracak olan, bu karanlığı bizatihi yaratan Batı’nın veya Doğu’nun emperyalist devletleri değil. Dolayısıyla antiemperyalist, özgürlükçü, adil bir düzeni kurma iradesi iki seçeneğin arasına sıkışmak zorunda değil. Dünya genelinde de Türkiye özelinde de... Bugün Türkiye’ye dayatılan iki siyasi seçenek de hemen kuzeyimizde yaşanan vahşete dair bütünlüklü ve dürüst bir değerlendirme yapma becerisine sahip değil. Cumhur İttifakı da Millet İttifakı da yaşanmakta olan savaşın iki emperyalist blok arasında yaşanan bir tepişme olduğu, her zaman olduğu gibi masum halkları ezip geçtiği değerlendirmesini yapamayacak kadar devletli. “Batının demokratik standartları” sakızını çiğneyenlerin de Türkiye’nin Osmanlı gibi emperyalist bir güç olmasına heves edenlerin de bize sunacakları hiçbir şey yok. Burada, sesini olabildiğince yükselten, emperyalist savaşlara, kâr hırsı uğruna dünyanın yok oluşa sürüklenmesine, zorunlu göçlere, savaş teknolojileriyle donatılmış sınırlara karşı mücadelesini büyüten bir üçüncü dünyaya, bir üçüncü ittifaka şiddetle ihtiyacımız var. İki ittifaktan birine dahil edilmemiş olmanın “kırgınlığını” değil, “haklı gururunu” yaşayan bir ittifaka ihtiyacımız var. Halklara emperyalist güçler arasında bir seçim yapma zorunluluğu dayatmayacak olan; sınırlarına sığınmış perişan insanları denizlere, çöllere, dağlara itmeyecek olan; kendi halkları arasındaki farklılıkları savaş sebebine dönüştürmeyecek olan; ideolojik ezberlerine saplanıp kalmayacak olan üçüncü bir ittifaka Türkiye’nin, ve nihayetinde onun yakın coğrafyasının, dün olduğundan daha çok ihtiyacı var bugün. Ergenliğini yeni bitirmiş çocukların ellerine silah tutuşturan değil, ceplerine ayçiçeği tohumları dolduran bir yeni insana ihtiyacımız var bugün. 

*Öğretim Görevlisi, Bilkent Üniversitesi

Alıntılar

Aimé Césaire, Discourse on Colonialism (Kolonyalizm Üzerine Söylev)
Frantz Fanon, Wretched of the Earth (Yeryüzünün Lanetlileri)
T.S. Eliot, The Waste Land (Çorak Ülke)