Kitaptan filme, kağıttan perdeye

Sinema ile edebiyatın "kazan-kazan" ilişkisi nasıl başladı? Sinema ne zamandır yazarların hayallerini beyazperdeye yansıtmaya çalışıyor? Bu sorunun yanıtı "en baştan beri" olabilir.

Google Haberlere Abone ol

Doğu Yücel

Günümüzde bir filmin edebiyat uyarlaması olması onu diğer filmlerden ayıran bir özellik olarak görülebilir. Oysa sinemanın ilk yıllarında bu gayet doğaldı. Lumier Kardeşler’in bir trenin gara gelişini gösteren o ilk "film"den sonra benzer "hareketli resimler" panayırlarda eğlendirme amacıyla gösterilse de çok kısa süre sonra bu yeni aracın başka türlü kullanılabileceği akıl edildi.

Romanlardaki sahneleri canlandırmaya çalıştılar. İlk denemelerden biri, dönemin çok satan romanı 'Trilby’den bir sahneydi. 45 saniyelik bu "kayıp film"den sonra popüler romanların bazı sahneleri çekilmeye devam edildi. İlk rejisörler, Charles Dickens’ın eserlerine ilgi gösteriyordu. 'Oliver Twist' ve 'Bir Yılbaşı Öyküsü' başta olmak üzere birçok Dickens eserinin sahnelerini eldeki şartlarla çekip Dickens hayranı seyircilere sunuyorlardı.

MUCİT YÖNETMEN MELIES'İN UYARLAMALARI

Fakat bu denemelerin bir adım ötesine geçip gerçekten romanları sanatsal bir bakışla filmleştirmeye girişecek ilk kişi George Méliès oldu. Bu deli dahi sinemacıyı, Martin Scorsese’nin "Hugo" filminden hatırlarsınız belki. Méliès, önce sevdiği romanlardan bazı sahneleri çekip gösterdi, sonra da sevdiği romanlardan ilham alarak baştan sona bir öykü sunan, kısıtlı imkanlarla özel efektlere, fantastik dekorlara sahip kısa filmlere imza attı. Bunların ilki 1899’da meşhur masalın Charles Perrault yorumundan uyarladığı "Sinderalla" idi, ki bu sinema tarihinin ilk edebiyat uyarlaması olarak kabul edilir. Daha sonra 'Kral John', 'Gulliver’in Gezileri', 'Robinson Crusoe'dan ilhamla bitirdiği filmlerin ardından Jules Verne’in 'Aya Seyahat'inden ve H.G. Wells’in 'Ay’daki İlk İnsanları'ndan esinlenerek en meşhur filmi "A Trip to the Moon"a imza attı. Ay’ın insansı yüzüne saplanan dev mermi, sinema tarihinin en ikonik kadrajlarından biridir.

A Trip to the Moon (1902)

Öyle görünüyor ki, ilk sinemacılar kamera denen bu yeni icadı kitaplardaki sahneleri, öyküleri, karakterleri yansıtmak amacıyla kullanmışlar. Düşünsenize, o ilk film makaraları hayatın kendisini çekmekten daha çok kurmaca film çekmek için harcanmış ve kitaplar ilk kaynaklar olmuş. Yani aktüel görüntüler çekmektense kurmacaya yönelmişler. Okurların bir kitabı okurken zihninde canlandırdığı hayali filmin neye benzediğini görmek, o kolektif merak bir şekilde diğer tüm ihtiyaçların önüne geçmiş. Sinemanın bu işlevi halen daha bu sanatı cazip kılan etkenlerden biri, diyebiliriz.

İLK UZUN METRAJLAR

İlk uzun metraj kurmaca film olarak bilinen "The Story of the Kelly Gang", bir oyun uyarlamasıydı. Ondan sonra bir saati aşan kurmaca filmlerin çoğunun kaynağında yine romanlar, öyküler ve oyunlar vardı. 20. yüzyılın ilk on yılında gösterilen "Sefiller", "III. Richard", "Oliver Twist", "Kleopatra", "Quo Vadis" hep uyarlamaydı. Ve bunların sayesinde sinema yavaş yavaş panayır eğlencesi olmaktan çıktı ve ilk defa 1911’de Sinema için "Yedinci sanat" dendi.

Sinema bir sanat dalı olarak kabul edilişini yine roman uyarlamalarıyla korudu. Fakat sinema, kitaplardan ve tiyatro oyunlarından bağlarını koparmak istiyordu çünkü "telif" başa belaydı. 'Drakula’yı uyarlamak isteyen Alman yönetmen Murnau, Bram Stoker’ın ailesine telif ödememek için karakter isimlerini değiştirdi; Drakula oldu Orlok ve film "Nosferatu" adıyla perdeye yansıdı. 30’larda "Rüzgar Gibi Geçti", "Oz Büyücüsü", "İki Şehrin Hikayesi", "Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok", "Uğultulu Tepeler", 40’larda "Gazap Üzümleri", "And Then There Were None", "Üçüncü Adam", 50’lerde "12 Kızgın Adam", "Ben-Hur", "Define Adası", "Sırça Kümes" hep kitap uyarlamalarıydı. "Rebacca"dan "Sapık"a, "Arka Pencere"den "39 Basamak"a Hitchcock’un klasik filmlerinin hemen hepsi roman uyarlamasıydı. Bazıları başarısız, "ucuz roman" kategorisindeki bu kitaplar Hitchcock’un ustalığıyla bambaşka bir seviyeye yükseliyordu.

Edebiyat uyarlamaları büyük gişe rakamları kadar büyük ödüllere de uzanmasını bildi. Oscar tarihine bakıldığında birçok roman klasiğini görebiliyoruz; ilk Oscar Töreni’nde "En İyi Film" kategorisini kazanan "Wings" (1929), bir kısa öyküden uyarlanmıştı. "80 Günde Devrialem"den (1956) "Kuzuların Sessizliği"ne (1991), "Forrest Gump"tan (1994) "Schindler’s List"e (1993), "Bülbülü Öldürmek"ten (1962) "Slumdog Millionaire"e (2008), Oscar’ları silip süpüren dev yapımların arkasında hep bir kitap var. Yakın zamanda Oscar’larda da ses getiren "Köpeğin Pençesi", "Kadınlar Konuşuyor", "Dune" gibi filmlerin de uyarlama olduğunu eklemeliyiz.

The Power of the Dog (2021)

OKURLARIN VE YAZARLARIN MEŞHUR TEPKİLERİ

Tabii edebiyat uyarlamaları hep tartışıldı da. En iyisi bile "Kitabı çok daha iyiydi", "Kitaptaki ruhu mahvetmişler" gibi yorumlarla alaşağı edildi. Kitapların yazarları da çekilen filmleri beğenmediklerini dile getirip birçok polemiğe neden oldular. Tüm zamanların en iyi korku filmlerinden biri olarak görülse de Stephen King, Stanley Kubrick’in "Shining" uyarlamasını hiç beğenmedi. "Motoru olmayan çok güzel bir Cadillac gibi" dedi film için ve inat edip 2 bölümlük bir TV filmi olarak kitabını yeniden uyarlattı. Kubrick’in uyarlamalarından memnun olmayan bir diğer yazar ise Anthony Burgess idi. Yazar, Kubrick’in klasikleşmiş filmi "Otomatik Portakal"dan resmen nefret etti. "Üç haftada yazdığım en tanınmış kitabım, seks ve vahşeti yücelten bir filmin hammaddesi oldu. Film, kitabın okuyucularının kitabın neyle ilgili olduğunu yanlış anlamasını kolaylaştırdı ve bu yanlış anlama ölene kadar peşimi bırakmayacak. Yanlış yorumlanma tehlikesi nedeniyle kitabı yazmamalıydım" dedi.

Roald Dahl, "Willy Wonka ve Çikolata Fabrikası"nı hiç sevmedi, devam filmlerini engellemeye söz verdi; Ken Kesey, "Guguk Kuşu"nun filmleşme sürecine dahil olsa da bazı kararlardan rahatsız olup süreçten ayrıldı, daha sonra filmi -büyük Oscar zaferine rağmen!- hiç izlemediğini söyledi. Ama tam tersi de oldu. Stephen King mesela "Shawshank Redemption"a da, "The Mist"e de, "Green Mile"a da bayılır. 'The Prestige’in yazarı Christopher Priest, Christopher Nolan’ın "The Prestige"ini kendi eserinden çok farklı bulsa da çok sevdiğini söyler. Her iki durumun da örnekleri çoğaltılabilir.

TÜRKİYE'DEKİ UYARLAMALAR

Türkiye’ye bakacak olursak, aslında uzunca bir dönem sinemamızın edebiyattan beslendiğini görebiliyoruz. Akla ilk gelenler: Yusuf Atılgan’ın 'Anayurt Oteli'nin Ömer Kavur uyarlaması, Yaşar Kemal’in 'Yer Demir Gök Bakır’ın Zülfü Livaneli uyarlaması, Adalet Ağaoğlu’nun 'Sarı Mercedes'inin Tunç Okan uyarlaması, Reşat Nuri Güntekin’in 'Değirmen’inin Atıf Yılmaz uyarlaması, 'Yaprak Dökümü’nün Memduh Ün uyarlaması, Orhan Kemal’in 'Bereketli Topraklar Üzerinde'sinin Erden Kıral uyarlaması, 'Gurbet Kuşları'nın Halit Refiğ uyarlaması, Necati Cumalı’nın 'Susuz Yaz'ının Metin Erksan uyarlaması, Feride Çiçekoğlu’nun 'Uçurtmayı Vurmasınlar'ının Tunç Başaran uyarlaması ve tabii 'Selvi Boylum Al Yazmalım'… Say say bitmez. Ama 90’lardan sonra azalıyor. Mustafa Altıoklar’ın "Ağır Roman" ve Tomris Giritlioğlu’nun "Salkım Hanım’ın Taneleri" belki de bu dönemin en göze çarpan örnekleri. Tabii 1980’lerde yasaklara takılan ve sinemalarda da televizyonlarda da gösterim şansı bulamayan filmler de oldu. Bunlardan Ferit Edgü’nün 'O' isimli romanından uyarlanan "Hakkari’de Bir Mevsim"in (1983) Ekim’den itibaren İstanbul’da Sinematek’te ve diğer şehirlerde çeşitli sinemalarda seyirciyle buluşacağının altını çizelim.

Yakın zamanda yine bir artıştan söz edebiliriz. Seyfi Teoman’ın "Bizim Büyük Çaresizliğimiz", Zeki Demirkubuz’un "Kıskanmak", Mehmet Güreli’nin "Dört Köşeli Üçgen" gibi önemli edebi eserlerimizi beyazperdeye kendi yorumlarıyla yansıtması önemliydi. Ercan Kesal’ın kendi romanından "Nasipse Adayız" uyarlaması, dijital platformlarda yayımlanan "Biz Kimden Kaçıyorduk Anne?" ve "Sıcak Kafa" gibi mini dizileri de eklemeli tabii. Hakan Günday’ın "Daha"sının Onur Saylak uyarlaması ise ikili arasında üretken bir ortaklığı başlattı.

SERİLERİN ARDINDAKİ KİTAPLAR

Sinema tarihinin en başarılı serilerinin ardında da kitapları görüyoruz. Ian Flemming’in James Bond kitaplarından sonsuza uzayan James Bond filmlerinin doğması, Tolkien’in 'Yüzüklerin Efendisi' ve 'Hobbit' romanlarının üçlemelerle perdeye yansıması, Michael Crichton’un 'Jurassic Park’ı ve Peter Benchley’nin 'Jaws’u Spielberg tarafından daha sonra seriye sebep olacak şekilde sinemalaştırıldı, her ikisinde de yazarlar senaryo sürecine ortak oldu. Yakın zamanda aramızdan ayrılan William Friedkin’in roman uyarlaması "Exorcist" halen daha devam filmleriyle gişe yapan bir korku efsanesine dönüştü. "Jason Bourne"lar, "Narnia"lar, "Açlık Oyunları", "Twilight"lar ve tabii ki "Harry Potter"lar 2000’lerde sinema gişelerine can suyu katan diğer edebiyat uyarlamalarıydı.

Peki sinema neden en baştan beri bu ölçüde kitaplara başvuruyor? Bunun kısa bir yanıtı yok ama deneyelim: Sonuçta hepsi hikaye anlatma sanatı ama sinema edebiyattan da, tiyatrodan da çok daha büyük ve karmaşık bir organizasyonu gerektiriyor. Ve bu dev makinenin en başta parlak hikayelere ihtiyacı var. 2000’li yıllarda sinema sektörü yeni hikaye bulamamaya başladı. O yüzden eski filmlerin "remake"leri arttı, yeniden ve yeniden Shakespeare uyarlamaları çekildi ve çizgi romanlar, süper kahramanlar yapımcıların can simidi oldu. Türkiye’de hikaye bulma tembelliğinin sonunda çareyi biyografi filmleri ve "gerçek hikayeden alınmıştır" filmlerinde aradılar. Bu da kısa vadeli bir kurtuluş oldu.

Şimdi yeni jenerasyon yapımcılar, biraz da dijital platformların etkisiyle edebiyat uyarlamalarına yeniden dümen kırdı. Çünkü bir hikaye kolay doğmuyor. Sinema sektörü, artık şirket ofislerinde yaratıcı, özgün, katmanlı bir öykünün doğup büyüyemeyeceğini anlamış durumda. Yazarların ise işi bu (ya da "laneti"!), ortaya bir roman çıkarabilmek için yıllarca tek başına, zihinlerinin içinde karakterler yaratıyorlar, araştırmalarını yapıyorlar, olayları başlatıyorlar, yazıp siliyorlar, yazıp düzeltiyorlar ve sonunda okurların zihninde filmlere dönüşen kitaplara imza atıyorlar. Böyle bakıldığında edebiyat zaten ister istemez sinemanın hammaddesi. Ve yedinci sanat ile beşinci sanat birbirini besledikçe kazanan hep sanat oluyor.

İlk sinemacılar kamera denen icatla en yakınlarındaki kitaplardan sahneleri görselleştirmeye çalıştıysa günümüzün sinemacıları da aradıkları o "seçilmiş proje"yi uzakta değil, onlara en yakın kitapçıda bulabilirler. Hiç kimse "anlatacak hikaye kalmadı" diyemez, raflarda bu kadar kitap varken…