Fırat Cewerî: Yazarlık bir çeşit karantina hali

Kürt yazar, çevirmen ve gazeteci Fırat Cewerî ile hikâyesini ve edebiyat serüvenini konuştuk. Ceweri, “Kırk yıldan sonra, maalesef, hala keşke sürgüne gitmemiş olsaydım diyemiyorum. Kırk yıldan sonra hala düşünce ve ifade özgürlüğü yok, insanlar özgür bir ortamda yaşayabilmek için sürgün yollarını arıyorlar” dedi.

Google Haberlere Abone ol

Abdulselam Akıncı

DUVAR - Yazar Fırat Cewerî, Mardin doğumlu. İlk gençlik yıllarını Nusaybin’de geçirdi. Yirmili yaşlarına varmadan Kürtçe edebiyata yöneldi. 1980 yılının hemen öncesinde İsveç’e yerleşti. O zamandan beri edebiyatın çeşitli alanlarında Kürtçe eserler üretmekte. Nûdem dergisini on yıl boyunca aralıksız çıkardı. O yıllardan itibaren daha çok öykü alanında yoğunlaşan Cewerî, aynı zamanda dünya edebiyatından klasik ve modern onlarca eseri Kürtçeye çevirdi. Modern Kürt edebiyatının temel taşı olarak nitelendirilen Hawar dergisini yeniden toparladı ve Nûdem Yayınları tarafından basılmasını sağladı.

Fırat Cewerî, İsveç Yazarlar Birliği’nin üyesi. İsveç PEN Yönetim Kurulu üyeliğinin yanı sıra uzun yıllar Sürgündeki Yazarlar Komitesi’nin de başkanlığını yaptı. Kürtçe ve İsveççe edebi çalışmalarını sürdüren Cewerî’nin öyküleri İsveççe, Almanca, Farsça, Arapça ve Türkçeye çevrildi, filme uyarlandı. Geç Bir Sonbahardı, Birini Öldüreceğim, Lehî ve Maria Bir Melekti adlı romanlarıya Türkiye’de dikkatleri üzerine çekti. Cewerî, 2018 yılında İsveç Akademisi’nin ödülüne layık görüldü, 2020’de de Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi Kültür Bakanlığı’nın Altın Kalem Ödülü’nü aldı. Dünyayı kıskacına alan korona pandemisiyle amansız bir kavgaya tutuştuğumuz bugünlerde bir yazarın hem kendi hikâyesini hem de edebiyatının serüvenini öğrenmek adına sınır ötesi bir yolculuğa çıktık Cewerî’yle sosyal mesafeyi koruyarak uzaktan uzağa online bir röportaj gerçekleştirdik.

‘KORONA BÜTÜN GÜCÜYLE DÜNYADA İKTİDARI ELE GEÇİRME ÇABASINDA’

Siz İsveç’te ben Mardin’de bu röportajı yapıyoruz. Hazır korona, pandemi demişken oradan başlayalım. Neler oluyor dünyaya?

İsveç’ten Mardin’ime, Mezopotamya’ma selamlar, teşekkür ederim sana. Bu röportajla beni 40 yıl önceme götüreceksin. Yani hikayemin başladığı ilk durağa… Bu yolculukta benimle seyahat edeceğin için teşekkür ediyorum. Önce bütün dünyaya geçmiş olsun diyeyim. Zor zamanlar, hepimiz için, herkes için çok zor zamanlar ama aşacağız bunu. Zira Ortaçağ’dan günümüze kadar aralıklı olarak bazı virüsler çıkmış ve insanlığın büyük bir nüfusunu alıp götürmüştür. 1347 ile 1353 yılları arasında kara ölüm olarak bilinen pandemi, Avrupa’nın üçte birinin hayatına mal olmuştu. İki yıl sonra, Giovanni Boccaccio, Decamerone adlı eserinde vebanın Florens’e nasıl geldiğini anlatır. Tarihte en çok can alan, 1918 ile 1920 yılları arasında ortaya çıkan İspanyol gribidir. Dünyada 50 milyon ila 100 milyon insanın canına mal olmuştu. Sonra vebalar, koleralar derken korona ortaya çıktı. Korona, şu anda bütün gücüyle dünyada iktidarı ele geçirme çabası içerisinde. Çok korkunç ve sinsi bir düşman. Nasıl sonuçlanacağı henüz belli değil. Bütün diğer pandemilerin edebiyatta, sanatta konu oldukları gibi korona pandemisi de konu olacak. Bir sonraki nesil unutsa da, edebiyatta kalıcılığını koruyacaktır. Diğer tarafta karantina genel olarak insanlar için bir zindana dönüşse de, yazarlar için bir avantaj, yaratıcılığı daha da artırır ve zaten yazarlık genel anlamda hep karantinada yaşamaktır.

Pandemi bitsin biz çıkalım karantinadan siz kalmaya devam edin. Olmaz mı?

Haklısın galiba bunu ben istedim. Evet, gayet tabii bitsin karantina günleri, bahar gelmiş, her yer rengarenk olmuşken insanların içeriye tıkılmış olmaları çok sinir bozucu. Ama işte dediğim gibi yazarlık bir çeşit karantina halidir zaten. Yani biz baharımızı karantinada ürettiğimiz metinlerde yaşıyoruz daha çok.

Yaşamın her bütünü bir an’dan başlar ve sonra anlar birleşip uzun bir hikâyeye dönüşür ve film olur. Hayat tümden bir film ise sizin filminizin ilk sahnesinin nereden başladığını öğrenmek isterim.

Çocukluğum Mardin’in Derik ovasında, gençliğim de Nusaybin’de geçti. Aslında gençliğimi de tam yaşamadan Nusaybin’i, ailemi, bütün sevdiklerimi ardımda bırakarak ülkemi terk etmek zorunda kaldım. Onun için gençliğimin tam olarak Nusaybin’de geçmiş olduğunu söyleyemem. Çünkü ülkeyi terk ettiğimde daha yirmili yaşlarımdaydım. Cuntanın ayak seslerini duyar duymaz, ülkenin artık yaşanacak ülke olmadığını ve bizi çok karanlık bir geleceğin beklediğini hissetmiştim.

Sınır, gitmeyi tetikleyen kaçışı öğütleyen bir şey gibi gelmiştir hep bana. Sınırda olmak bir çeşit arafta olma halidir, sizin de sınırın ötesine gitmeyi tetikleyen sebepleriniz ve bir sürgün hikâyeniz var. Nasıl oldu o sürgün, Neden gitmek gerekti? Nereye ve nasıl gittiniz?

1977-1980 arası ateşli bir devrimciydim. Sabahlara kadar eğitim çalışmalarına katılıyor, tartışıyor ve yeni kitapları okumaya yöneltiliyorduk. Şehrin bütün duvarlarını sloganlara boğuyorduk. Kahvelerde propaganda yapıyor, propaganda amaçlı köylere dağılıyor ve günlerce eve dönmüyorduk. Dünyaya nasıl birkaç yıl içerisinde devrimin yapılabilceğini gösterecektik. Ama yirmili yaşlarıma vardığımda, devrimin o kadar kolay yapılacak bir şey olmadığını, ayrıca edebiyatın sihirli dünyasına çekilince de, proleterya diktatörlüğüne şüpheli bakmaya başladım. Sol gruplar ateşli tartışmaların içindeyken ve yer yer birbirlerine karşı silahlı mücadele başlamış iken, Kenan Evren iktidarı ele geçirmeye çalışıyor ve bunu yüksek sesle dillendiriyordu. Karşı koyacak güçte olmadığımızı biliyordum. Ayrıca gece gündüz şiirler yazıyordum. Aşk şiirleri bile olsa, Kürtçe oldukları için kaçaktı. Kararımı verdim, İsveç’e, Kürtçe edebiyatı üretmeye gidecektim. Ülkeyi terk ettiğimde, yasaklardan dolayı yazmış olduğum bütün Kürtçe şiirlerimi ezberledim, başlıklarını küçük bir kağıda yazdım ve külotumda sakladım. Türkiye sınırını geçince, unutmamak için oturup yazacaktım. İsveç’e Temmuz 1980’de vardım. Oturdum bütün şiirlerimi yazdım ve Ağustus 1980’de, Êrîş Dikin (Saldırıyorlar) adı altında kitap olarak yayımladım. Mutluluktan uçuyordum, yasaklı zihniyetlere inat Kürtçe bir şiir kitabı çıkarmıştım. Bu dili yaşatmak için elimden geleni yapacağıma söz vermiştim. Onun için yoluma devam edecektim.

‘ZORLUKLARIN ÜSTESİNDEN GELMEK İÇİN EDEBİYATA SIĞINDIM’

Gitmek, fiil olarak gerçekleşmese de telaffuzu bile sonsuzluğa işaret ediyor... Bir de doğduğu coğrafyadan gitmek... Ağır olmadı mı bu sizin için?

Evet şüphesiz, tam da dediğin gibi gitmek! Her şeyi geride bırakarak gitmek… Zordu ve ağırdı ama mecburdum gitmeye. Ben gittikten bir ay sonra 12 Eylül darbesi oldu. Bir yandan ülkeyi terk ettiğime seviniyor, diğer yandan da ülkenin bir gecede zindana dönüştüğüne, benim gibi gençlerin o karanlık zindanın en ücra köşesine atıldığına üzülüyor, için için ağlıyordum. Bütün o zorlukların üstesinden gelmek için edebiyata sığındım. Gece gündüz çalıştım. Hiç durmaksızın. O gün bugündür o yolculuğum devam ediyor. Neredeyse yılda bir kitap ya yazdım, ya çevirdim. Bu yıl yazarlığımın 40. yılı, yazdığım ve çevirdiğim kitapların sayısı da bir o kadar. Ama yolculuğuma hala devam ediyorum. Ve o ağır gelen gitmek böylece anlam kazanıyor.

‘KIRK YILDAN SONRA HALA DÜŞÜNCE ÖZGÜRLÜĞÜ YOK’

Zorunlu ama gönüllü bir sürgünlük hali olmuş sizinki. Yine de keşke bu sürgüne gitmeyip kalıp direnseydim kaderime de kederime de dediğiniz olmuştur belki...

Kürtçede ‘sürgün’ sözcüğünün birçok eş anlamı vardır. Bu da Kürtlerin ne kadar sürgün edildiklerinin göstergesidir. Benim sürgünlüğüm ise biraz farklıydı, amacıma ulaşmak için bilinçli bir sürgünlüğü, sürgünde ise bilinçli bir ülkeyi seçtim. Yani, ülkeyi terk etmeden önce, Kürtçeyi kolaylıkla yazabileceğim bir ülkeyi seçmeliydim ve bu ülke İsveç’ti. Sürgünlüğüm politik nedenlerden çok, edebiyat amaçlıydı. Çünkü ben çok küçük yaşlarda siyasete girmiş, yine küçük yaşlarımda edebiyat hastalığına bulaşmış ve o hastalıktan dolayı siyasetten soğumuş, kendimi bütünüyle edebiyata vermiştim. Ülkede değil siyasi içerikli bir edebiyat, Kürtçe yazdığım bir aşk şiiri bile uyuşturucu kaçakçılığı yapmakla eş anlamlıydı o zamanlar. Kırk yıldan sonra, maalesef, hala keşke sürgüne gitmemiş olsaydım diyemiyorum. Kırk yıldan sonra hala düşünce ve ifade özgürlüğü yok, kırk yıldan sonra hala insanlar özgür bir ortamda yaşayabilmek için sürgün yollarını arıyorlar. Onun için geriye baktığımda, iyi ki sürgüne gittim hissi ağır basıyor bende.

İsveç’te umduğunuzu bulabildiniz mi? Sürgün yaşamanın zorluklarının üstesinden nasıl geldiniz?

İsveç’te çok özgür bir ortamda edebiyat yapabildim, Kürtçemi geliştirip, istediğimi yazıp, istediğimi söyleyebildim. Edebiyat ve özgürlük ortamı sürgün yaşamının çekilmez yanlarını bana biraz kolaylaştırdı. Bütün sürgünlerin olduğu gibi, yazarların da kimi zaman nostalji hastalığına yakalanıp depresyon duvarlarına çarptıkları bir gerçek ama ben umudu hep edebiyatta aradım ve ona sığındım. Yine de kolay olmadı.

Sürgünlük her zaman, herkes için zordur. Sürgün kimi yazarları yiyip bitirirken, kimi yazarlar için de yeni olanaklar yaratır, onları daha verimli kılar. Sürgün, genel olarak Kürt edebiyatı ve özel olarak benim için olumlu bir rol oynadı. Ülkede kalıp sürgüne gitmemiş olsaydım, belki Kürt dili ve edebiyatı için bunca çalışmaları yapmaya imkan bulamazdım veya bunca zorluğa katlanamazdım. Sürgünde edebi malzeme olarak ülkeyi işlediğimde, güncel politikalardan, kitle psikolojisinden, kahraman/hain gibi nitelemelerden uzak ve bağımsız kalabiliyor, böylece hikayemi tarafsız bir biçimde işleyebiliyorum. “Hayat kısa sanat uzun” diye bir söz vardır. Sanat ve edebiyatın ömrünün de, güncel politikalardan çok daha uzun olması gerektiğini düşünüyorum ve edebiyatımı da bu doğrultuda yapmaya çalışıyorum.

Aslında yazarlar bazen kendi ülkelerinde bile sürgün hayatı yaşamaktadırlar. Yazarlık kendi dünyasına çekilip, kendince yeni dünyalar, yeni mekanlar, yeni insanlar yaratmaktır.

'BİR DİLİN GELİŞİMİ İÇİN ÇEVİRİNİN ROLÜ BÜYÜK’

Yanılmıyorsam çeviriyle başlıyorsunuz profesyonel yazı hayatınıza. Çeviri yapmanın önemine dair neler söylersiniz? Dünya edebiyatından klasik ve modern yapıtları çevirme ihtiyacı hangi hassasiyete binaen hasıl oldu?

Çeviri ile başlamadım, ama çeviri düşüncesi ta seksenlerin başlarında bende oluştu. Okuyup beğendiğim her kitabın Kürtçe'de olmasını isterdim. O zamanlar o kitapları hangi dilden okuyorsam o dillerden çevirmeye başlıyor, ama bitirmeden çekmeceme atıyordum. Bazen de kitabı çantama koyuyor, bulunduğum bütün Kürt topluluklarda ‘ah, keşke bu kitap Kürtçeye çevrilse’ diye kitabın propagandasını yapıyordum. Ama hiç kimsenin ilgisini çekmiyordu. Doksanların başlarında Nûdem dergisini çıkarmaya başladığımda, dergide çeviriye çok önem verdim ve her sayıda bir veya birkaç çeviriye yer verdim. İlk başta çoğunlukla çevirileri ben yapıyordum, kimi zaman da değişik takma isimler kullanıyordum. Hatta hatırlarsanız o dönemde sadece çeviriyle sınırlı olan Nûdem Werger (Nûdem Çeviri) adında bir dergi de çıkardım. O dönemlerde elimizin altındaki sözlüklerin sayısı çok kısıtlıydı. Onun için çeviride oldukça zorluk çektim. Edebiyat dünyasının ünlü ustalarının üstün nitelikli edebi formülasyonlarını yasaklardan dolayı modern anlamda gelişmesinin önüne geçilmiş bir dile çevirmek hiç de kolay değildi. Normal bir çevirmenin bir günde yaptığını belki ben bir ayda yapıyordum. Ben çevirmeye başladığım zaman Kürtçeye çok az edebiyat çevriliyordu. Bir dilin gelişimi için çevirinin çok büyük bir rolünün olduğunu düşünüyorum. Okuduğum iyi bir kitap, bu kitap niye Kürtçede de yok fikri bende oluşuyor. Keşke dünya edebiyatının büyük bir kısmını Kürtçeye çevrilmiş olsaydık. İmkânlarım elverseydi, Hasan Ali Yücel’in dünya edebiyatının Türkçeleştirmesinin aynısını Kürtçe için yapardım. Ama şunu da belirtmem gerek, ben ilk etapta çevirmen değil, yazarım. Son yıllarda yazarlığımın paralelinde İsveç’in birkaç modern klasiklerini Kürtçeye kazandırdım. Şimdilik, belki de geçici bir süre için çeviriye ara verdiğimi söylemeliyim. Şu anda, beni sabırsızlıkla bekleyen roman karakterlerime geri dönmüş bulunmaktayım.

Her edebiyatçının bir dergi geçmişi olur mutlaka. Sizin için de Nûdem dergisi... Nûdem’i serüvenini ve bu serüvende unutulmazlarınızı biraz konuşsak…

1980’den 90’lara kadar İsveççe ve Türkçe çok sayıda edebiyat dergisine aboneydim. Kütüphanelerde karşılaştığım, dillerini bilmediğim dünyanın belli başlı edebiyat dergilerine göz atardım. Bu arada Kürtçe çıkan dergilerde de öykü ve yazılarımla yer alıyordum. 1980’lerin başlarında yayın yaşamına başlayan Paris Kürt Enstitüsü’nün dergisi Hêvî’nin redaksiyonunda yer aldım. Bir gün niye edebi bir dergiyi çıkarmayayım diye kendi kendime söyledim. Kolektif düşünceye alışmış, kolektif düşüncenin hâlâ hakim olduğu, bireysel çıkış ve çalışmaların hiçe sayıldığı bir dönemde böylesi bir rüyayı gerçekleştirmem oldukça güç olacaktı. Kafamda bir ışık gibi çakan bu düşünceyi ancak 1990’lara varıldığında artık gerçekleştirebileceğime ikna oldum. Bu arada birkaç dosta görüşümü açıkladım, birkaç kişiye danıştım. Ama ben planımı yapmıştım, var olan bütün Kürt yazarlarıyla ilişkiye geçmiştim ve ilk sayının çıkışına kuşkuyla bakana, ben dergiyi aralıksız beş yıl çıkaracağım dedim ve bunu da yazdım.

Nûdem’de bir tek ben çalışıyordum, o da herhangi bir maaş karşılığında değil. Nûdem’in hemen hemen bütün işlerini ben yapıyordum. Ama severek, aşkla yapıyordum. Az uyuyup çok çalışmakla yapıyordum. Sabah erkenden başlayıp, kısa aralıklarla, sabahın dördüne kadar çalışıyordum. Saat dörtte benim sabah gazetem Dagens Nyheter gelirdi. Gazeteye bir göz gezdirir ve öylece uykuya dalardım. Nûdem’i bin adetten fazla basıyorduk, altı yüz yedi yüz abonemizin olduğu dönemler oldu. Bu rakam o dönemdeki Kürtçe bir dergi için büyük bir rakamdı. Hiç bir Kürt grubu ve partisi, hiç bir Kürt iş adamından hiçbir yardım almadım. Ne ben istedim ne kapımı çalan oldu. Hiçbir kurum sponsorluk yapmadı.

Nûdem sorusuna verdiğiniz cevap, diğer cevaplarınızdan daha uzun oldu. Sevdiğine aşkını itiraf etmeye henüz başlamış bir genç heyecanıyla anlattınız Nûdem’i. İsterseniz Nûdem’i anlatmaya devam edebilirsiniz!

Gerçekten öyle mi anlattım?

Evet, ben öyle hissettim!

Peki, o halde aşkla anlatmaya devam edeyim. Nûdem benim için çok önemli sadece benim için değil Kürt okurları ve yazarları için de çok önemli. Bugün kitap sahibi olan birçok yazarımızın ilk yazıları ilk kez Nûdem’de yayımlandı. “Ben Nûdem’le Kürtçe yazmaya başladım” diyen birçok yazar var. 90’lı ve 2000’li yıllarda İsveç’te ve Türkiye’de çıkan birçok şiir, öykü ve romanların daha önce Nûdem’de tefrika edildiği biliniyor. Hem yurtdışında, hem Türkiye’de, hem de Suriye’de Nûdem’in birçok genci yazı alanına çektiğini, ilk yazıların bende saklı olduğunu kolaylıkla söyleyebilirim.

‘SÜRGÜNLERİN ARDINDAN KOŞTUĞU HİÇBİR ŞEY ESKİSİ GİBİ DEĞİLDİR’

Siz uzaklardayken neler neler değişti yurdunuzda, uzaktan nasıl görüyorsunuz bilmiyorum ama belki bir gün tamamıyla dönme fikriniz vardır. Aynı zamanda bir okurunuz olarak davet ediyorum gelip biraz da yakından yazsanız olmaz mı? Eski Mardin’in bir terasında karşınızda muazzam Mezopotamya ovası, semaverde buğusu gökyüzüne ağılan kaçak çay, sokaklardan taşa taşa burnunuza gelen menengiç kahvesi kokusu, taş sokaklardan geçen at, eşek ayaklarının tıkırtısı, fonda dengbêj Miradê Kinê ve Rebab sesi gelip burada yazmak için yeterli sebepler sanırım. Hem gelmek gitmekten daha daha sempatik bence ne dersiniz?

Röportaj biraz daha uzasa beni dönmeye ikna edeceksin gibi. Sen böyle anlatınca röportajın kalanına Mardin’de devam edelim diyesim geldi bir an ama şimdi ben sana sorayım uzaklardaki bizi yani biz sürgünleri sen nasıl görüyorsun?

Sadece birkaç kelimeyle cevap hakkımı kullansam olur mu?

Olur tabii.

Sürgün olmuş olmak, gitmek zorunda kalmak ve son kelime, üzülüyorum!

Anlatayım o zaman. Doğduğu yere dönmek veya ait olduğu yere dönmek insanoğlunun tarih boyunca amacı olmuştur. İnsanlar yerlerine, yurtlarına, çocukluk ve gençlik yıllarını geçirdikleri yerlere dönmeyi hep isterler. Dönüşler güçlüklerle dolu olsa bile... Hele insan çocuk iken, genç iken, çocukluğunu ve gençliğini henüz yaşamayıp yerinden yurdundan koparılmış ise, geçmiş onun için kutsal kalır, bütün kötülüklerden arındırılmış şefkatli bir kucaktır orası. İnsan yaşlandıkça çocuklaşır, annesini babasını, çocukluk yıllarını özler, anılarında çocukluk yıllarına döner, duygulanır, en çok çocukluk yıllarını anımsar. Çünkü yaşamındaki en önemli kesittir ve onu kaybetmiştir. Yaşamda dönmese bile, öldükten sonra tabutu döner. Bu, sürgünün vasiyetidir.

Ama bunun gerçek yüzü başkadır, geçmiş akıp gitmiştir, sürgünlerin ardından koştuğu ya da hayal ettiği hiçbir şey eskisi gibi değildir, değişmiş, başka bir renge bürünmüştür. Sürgün bıraktığı, hayallerinde süslediği yerlere dönünce, hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığını görürler. Şehirlerin, binaların, insanların değişmiş olduğunu görürler, hayal kırıklığına uğrayıp, bu sefer de onlarla ters düşmeye başlarlar. Ben de yıllarca dönüş hayalleriyle yaşadım. Gittim, geldim, sonra temelli dönüşten vazgeçtim. Ülkenin bana çok dar geleceğini fark ettim. Aidiyet sorununu yaşadım. Global dünyada, dünya vatandaşı olduğumu hissettim. Onun için sırtımda çantam hep yollardayım, bazen kimi, neyi aradığımı bilmiyorum, belki kendimi arıyorum, belki de sürgünde uzun yıllar yaşamış, geçmişiyle ilgili birçok şeyi kaybetmiş bir sürgünün psikolojisidir bu duygu.

Edebiyatınızın 40. yılını geride bıraktınız. Geriye baktığınızda kim bilir neler vardır... Pişmanlıklar, keşkeler vs.. neler söylersiniz?

Evet, bu yıl yazarlığımın 40. yılı. İlk kitabım bundan tam 40 yıl önce çıktı. 40 yıldır yazarlık yolculuğum aralıksız bir şekilde devam ediyor. 40 yıl içerisinde yazdığım ve çevirdiğim kitapların sayısı da 40. Bunu bilinçli bir şekilde planladığımı söyleyemem. Yani, ilk kitabım çıktığında, 40 yıl sonra 40 kitaba imza atacağım şeklinde bir planım yoktu. Ama hep planlı çalıştığımı söyleyebilirim. Hep önüme beş, ya da on yıllık bir plan koyarım. Önüme koyduğum bütün planları gerçekleştirmeye bilirim, fakat gerçekleştirdiğim planlarla da kendimi mutlu hissediyorum. Şu ana kadar yaptığım hiç bir şeyden pişman değilim. Yazdığım hiç bir kitaptan, hiç bir yazıdan pişman değilim. Ama bazen niye İsveççe edebiyat yazmaya erken başlamadım dediğim oluyor. Yine kendimi ikna etmek için, ben zaten İsveç’e Kürtçe yazmak için geldim, deyip o boşluğu da kapatmış oluyorum.

‘BU ÖDÜL BÜTÜN KÜRTLERİ DE MUTLU ETMİŞTİR’

Son iki yıl içerisinde, iki önemli ödüle layık görüldünüz. Biri İsveç Akademisi ödülü, diğeri de Irak Bölgesel Kürdistan Kültür Bakanlığı tarafından verilen Altın Kalem Ödülü. Mutluluk verici bir duygu olsa gerek... 

Kırk yıl önce uğruna sürgünlere gittiğim dilime verilen bu ödüller, benim için çok şey ifade ediyor. 1970’lerin sonuna doğru, ergenlik çağımda, edebiyat dünyasına Kürtçeyle girdiğim için, devletin gözünde artık sakıncalıydım, suç işliyordum, cezalandırılmalıydım. Doğduğum topraklarda kadim dilimle yazdığım için suçlu konumuna düşüyor iken, ülkemden binlerce kilometre uzakta bu kuzey ülkesinde, ana dilimle yazdığım için, dünyada en prestijli edebiyat ödüllerini veren Nobel Akademisi tarafından ödüllendiriliyorum. Bu ödül, beni mutlu ettiği gibi, bütün Kürtleri de mutlu etmiştir; Kürtçe yazan, Kürtçe yazdıkları için özgürlükleri kısıtlanan herkesi mutlu etmiştir.

Bu yıl da, Kürdistan Kültür Bakanlığı tarafından Erbil’de aldığım Altın Kalem Ödülü de beni son derece mutlu etmiştir. Hatta, beni İsveç Akademisi Ödülü’nden daha çok mutlu etmiş olduğunu kolaylıkla söyleyebilirim. Kürtlerin dilinde yazıyorum, 40 yıldır Kürt dili ve edebiyatının gelişmesi için elimden geleni yaptım, yapmaya da devam edeceğim. Kürtlerin bunu görmesi, bunu ödüllendirmesi, Kürtler arasında olumlu bir hava yaratır, birleştirici bir rol oynar. Onun için, Kürtlerin küçük bir ödülü, dünyada alacağım en büyük ödülden daha değerlidir benim için. Bu ödül, Kürtler arasında çekilmiş olan suni sınırları kaldırmış, sembolik olarak Kürtleri birleştirici bir ödül konumunda.

Son olarak, Birini Öldüreceğim adlı romanınızın İsveççesi, İsveç basınından çok iyi eleştiriler aldı. Romanlarınızın İsveççe çevirileri devam edecek mi?

40 yıldır İsveç’te yaşıyor olmama rağmen, bütün zamanımı Kürtçe yazmaya, Kürt dili ve edebiyatı uğruna sarf ettim. Sanıyorum bundan böyle biraz İsveççeye daha çok ağırlık vereceğim. Sizin de belirttiğiniz gibi, Birini Öldüreceğim adlı romanım için basında olumlu eleştiriler çıktı. Bu hem bana bir moral oldu, hem de bir okur kitlemin oluşmasına neden oldu. Şimdilerde Lehî adlı romanımın İsveççe çevirisi ve bir öykü kitabımın çevirisi hazır. Ayrıca, Maria Bir Melekti de çevriliyor. Ben İsveççe edebiyat yazmasam da, ara ara gazete ve dergilere makale ve deneme yazıyorum.