Sessizliğe yürüyüş

Norveçli kâşif Erling Kagge’ni anlatısı “Gürültü Çağında Sessizlik” Alfa Yayıncılık tarafından yayımlandı. Kagge, “Sessizlik nedir?”, “Nerede, nasıl bulunur?”, “Ve neden önemlidir?” sorularının cevaplarını bulmak için kendi deneyimlerinden yola çıkarak okurlara dünyayı dışarıda bırakmanın keyfini öğretirken, sessizliğin gücünü hissetmeleri için çağrıda bulunuyor.

Google Haberlere Abone ol

Ali Bulunmaz

Salgın nedeniyle öngörülemez bir süreliğine evlere kapandığımız bugünlerde, en çok özlediğimiz şeylerin başında yürümek geliyor belki de. Rebecca Solnit’in, “Bedenimizde ve dünyada var oluruz ancak onlar tarafından meşgul edilmeyiz” dediği; yolda karşılaşacaklarımızla ilgili ancak tahminde bulunabileceğimizi söyleyip “kumara” benzettiği bir yürüyüş olabilir bu.

Bir başka üstat Gary Snyder ise tüketim ve pazarlama nesnesi hâline getirilmesine karşı çıktığı yürüyüşün özünün, doğaya ve yabana saygı duymak olduğunu söylemişti Özgürlüğün Görgüsü’nde (Çeviren: İnan Mayıs Aru, SUB Yayın, 2017). Yabanın sesine kulak kabartan Snyder, doğa okur-yazarlığının, insanı zenginleştireceğinden bahsederken kişinin insani olmayan dünyayı değiştirmemek şartıyla yola çıkması gerektiğini anlatmıştı.

Henry David Thoreau, “Yürüyüşün sermayesi boş vakit, özgürlük ve bağımsızlıktır; bunları hiçbir servet satın alamaz” derken bir serüvene işaret etmişti. Kendimizi bıraktığımız doğanın, incelikli çekim gücüyle bize yol göstereceğini söyleyen Thoreau’ya göre toprağa basıp ormanları ve bataklıkları kat eden kişi, içindeki yabana doğru seyahate çıkar. “Medenî” ve “modern” insan, kesintiye uğrattığı doğayla ilişkisine belli ölçüde geri dönebilir böylece.

Thoreau’nun şu sözü de önemli: “Kutup kâşiflerinin, kutup gecesinin o kendine özgü durağan kasvetinden ve sonu gelmeyen alacakaranlığından yeterince bahsetmeyişinden yakınır dururum.” Üç kutup noktasına giden ve Everest Dağı’nın zirvesine çıkan ilk kâşif Norveçli Erling Kagge, Thoreau’nun 1860’larda yazdığı bu satırların hakkını verdi. Gürültü Çağında Sessizlik, hem bunun bir belgesi hem de Kagge’nin, “medeniyeti” ve “moderniteyi” kıyasıya sorguladığı yürüyüşünün kaydı.

Gürültü Çağında Sessizlik, Erling Kagge, Çeviren: Nezihat Bakar-Langeland, 124 syf., Alfa Yayınları, 2020.

ÖNEMLİ ÜÇ SORU

Kagge’nin sessizliğe yürüyüşü, dünyanın içindeyken onu dışarıda bırakmaya denk geliyor. Solnit’in “dünyanın bizi meşgul etmemesi” ifadesine benzetilebilir bu. Yani trafiğin, bildirim yağmurunun, akıllı telefonların ve makinelerin yarattığı kakofoninin uzağına düşmek… “İnsan dostu” dediği sessizliğe açılacak kapıları zorlayan Kagge; dünya içinde ama aynı zamanda onun dışında başka bir dünyaya uzanıyor.

Kagge’nin zihninde, öğrencilerinden devşirdiği üç soru dolanıyor: “Sessizlik nedir?”, “Sessizlik nerededir?” ve “Sessizlik neden şu an hiç olmadığı kadar önemli?” Gürültü Çağında Sessizlik, kâşifin bu sorulara yanıt denemeleri olarak da okunabilir pekâlâ. Sessizliğe ulaşma çabasına, merak ve macera dolu bir eylem diyen Kagge, yürüyüşün ve keşfin, tıpkı sorulara yanıt aranan anlardaki gibi merakla harmanlanmış bir macera olduğunu düşünüyor. Sessizliğin konuşkanlığına atıf yapan yazar Antarktika’da, Everest’te ve Kuzey Kutbu’nda onunla yüzleşiyor.

“İçimde ikâmet ediyor” dediği; “bir duygu, bir mefhum” diye tanımladığı sessizlikle dünyanın güney ucu buluşuyor: “Antarktika dünyanın en büyük çölüdür, sudan oluşur ve Güney California’dan daha fazla saat güneş ışığı alır. Burada saklanacak bir yer yoktur. Uygarlık içinde anlattığımız günlük küçük yalanlar ve yarım yamalak doğrular, uzaktan bütünüyle anlamsız görünüyor.”

Kagge’nin, içindeki sessizlikle karşılaştığı tek yer Antarktika değil elbette; Pasifik Okyanusu’nda bir yelkenlide, bir senfoni dinlediği, kitap okuduğu ya da bir adaya çıktığı sırada benzer bir deneyim yaşıyor yazar.

Sessizliğin baskı altına alındığı, tek başınalığın ötelendiği ve pazarlanan sakinliğin yaşamın merkezine yerleştirilmediği gürültü çağında, Kagge’nin deneyimini genele yaymak zorlaşıyor. Yazar bunu, dikkat dağınıklığı ve sıkılmanın ısrarla ötelenmesiyle veya sıkılmayı bilmemekle açıklıyor. Bir an durup sıkılma ve kendi düşünceleriyle baş başa kalma fırsatı yakalamak, Kagge’nin ifadesiyle sessizliğin değerini kavramayı sağlayabilir.

CAN SIKINTISI ‘KELİMESİZLİK’ VE ‘KONUŞMASIZLIK’

Sessizliği, “yapılan şeyin derinine inme” olarak da tanımlayan Kagge, bunun dünyayı dışarıda bırakmak diye yorumlanabileceğini söylüyor. Yani gürültünün ortasında kendine ait bir sessizlik yaratmak… Yazara göre bu anlar çoğaltıldığında, hayatın yeterince uzun olduğunu anlamak da mümkün olabilir. Aksi durumda, en çok korktuğumuz şey başımıza gelir ve canımız sıkılabilir. Dolayısıyla bu olmasın diye hızla “çözümler” bulmaya yönelince aynı süratle duvara çarpma ihtimali belirir: “Canın sıkılmasın diye ne kadar çok şey yaparsan o kadar çok canın sıkılacaktır.”

Sessizlik için “yeni lüks” diyen Kagge, basitliği ve kolaylığı yüzünden onun hafife alındığını, gürültü çağında sessizliğe erişme güçlüğü yaşadığımızı hatırlatıyor. Yazara göre madalyonun bir de öbür yüzü var: Bahsi geçen zorluğun farkına varan kıvrak ticari zekâ sahibi kişiler, “sessizlik merkezi” adı altında bir endüstri geliştirdi. Fakat bu sunî sessizlik de bir çeşit meşguliyet ve etkinlik anlamına gelirken akıllı telefonlarla ve tabletlerle akışta kaybolmaya benziyor. Kagge, söz konusu kayboluşa “aptallığın ta kendisi” derken oradan çıkış ve gerçek bir sessizlik için felsefi çerçeve çiziyor: “Yeni teknolojiyi kullanma hevesiyle kendi özgürlüğümüzden vazgeçeceğimizi iddia eder Heidegger. Bizleri özgür insandan, çevresine faydalı olabilecek kaynak bir insana dönüştürme düşüncesi, Heidegger’in ilk iddia ettiği zamandan ziyade bugüne daha uygundur. Birbirimiz için bir kaynak olmaktan çok, maalesef daha az hoş bir şey için kaynak hâline geliriz. Gönüllü yardımımız sayesinde, haritamızı mümkün olduğunca çıkartmayı başaran ve bu bilgileri satan veya kendileri kullanan Apple, Facebook, Instagram, Google, Snapchat gibi organizasyonlar ve hükümetler için bir kaynak... Sömürü kokuyor bu iş (...) Telefonu kapatmak, tek bir kelime etmeden oturmak, gözleri kapatmak, birkaç defa derin nefes almak ve düşündüğün şey dışında bir şey düşünmeye çalışmak önemlidir.”

Hakikati “kelimesizlik”te ve “konuşmasızlık”ta arayan Platon’u ve Aristoteles’i hatırlatan Kagge, Thoreau’nun dillendirdiği “kutup gecesinin durağan kasveti”nde ve Norveç’te, insan yapımı ışıklar tarafından rahatsız edilmeksizin gökyüzüne bakarak bu sessizliği deneyimliyor. Aynı şey Wittgenstein’ı, Kierkegaard’u, Pascal’ı ve Helberg’i okur, Beethoven’ı dinler, Munch’ın Çığlık tablosuna bakar ve Marina Abramovic’in performanslarını izlerken de başına geliyor. Kısacası Kagge’nin sessizliğe yürüyüşü, uzun ve farklı tecrübelere dayanıyor.

Küçük mutlulukların, ufak lokmaların ve büyük sessizliklerin kendisine kattıklarını anlatan Kagge, bunlara nerede ve nasıl eriştiğini sıralarken hayat dersi vermeden deneyimlerini paylaşıyor. Dünyayı dışarıda bırakma tecrübesinin ışığında kendisini sessizliğe götüren yolları açıklıyor. Kendi patikasını ve sessizliğini bulmak, merakının ve sorularının peşine düşmek isteyenlere herhangi bir formül sunmadan hikâyeler anlatarak sesleniyor.