Dünya yıkıma sürüklenirken…

Colson Whitehead ve Niccolò Ammaniti, dünya hızla yıkıma sürüklenirken kendi bencilliğimize sarılıp zombileşmek, şiddete ve gaddarlığa yaslanıp vahşileşmek ile özgürlük, adalet, eşitliği inadına savunmak arasında bir seçim yapmamızı anımsamamız gerektiği uyarısında bulunuyor. İçinde olduğumuz bu süreçte, Bu süreçte “Bölge Bir” ya da “Anna” gibi romanlar, kendi egoizmimize ve yarattığımız konfor alanlarımıza ayna tutmaları açısından önemli eserler arasında yer alıyor.

Google Haberlere Abone ol

Korona virüsü, uzakta yaşanan bir tehlike olmaktan çıkıp, Avrupa’da ardından da Türkiye’de hızla yayıldı. Avrupa, virüsün yeni merkezi konumunda olsa da tüm dünyayı esir alan bir tehlikeden bahsetmemiz mümkün. Virüs yayıldıkça, kaygı, korku ve çaresizlik hissi de kitleleri sarmaya başladı. Tüm ülkelerde alınmaya başlanan olağanüstü önlemler ise distopik bir hikâyenin içinde yaşıyormuşuz hissini çoğalttı.

Bu dönemde farklı düşünürlerin önermelerini okuyoruz. Mesela Slavoj Žižek, korona virüsünün egoizme, güçlü olanın hayatta kalması gerektiğini savunanlara karşı yeniden icat edilmiş bir komünizme neden olabileceğini savundu. Agamben ise, henüz salgın yayılmaya başladığında yazdıklarıyla tepki çekmişti. Korona virüsüne karşı alınan tedbirlerle istisnanın kural haline getirilmesini eleştiren Agamben’in mesleki deformasyona kapıldığı fikri egemen oldu sosyal bilimler aleminde. Jean-Luc Nancy’nin, istisnanın viral olduğunu vurgulayan yazısının iyi bir cevap olduğunu düşünenler çoğunluktaydı. Oysa Agamben’in tartıştırmaya çalıştığı şey toplumun hızla otoriter önlemleri kabul etmesiydi. Ki buna benzer bir uyarıyı daha sonra Yuval Noah Harari de yapacaktı. Harari’nin uyarısının daha az tepki çekmesinin nedeni, otoriter rejimlerin gelişebileceğini söyleyerek endişe edilen durumu belirsiz bir geleceğe havale etmesiydi belki: Korkulan şey ne kadar uzakta hayal edilirse o kadar rahatsız edici olmaktan uzaklaşıyor kuralı burada da kendini gösterdi.*

DÜNYANIN YIKIMI

Korona virüsü etrafında süren bu tartışmaları farklı şekillerde destekleyen edebi üretimlerin, salgından çok önce yayımlanmış olması ise sanatın öngörü yeteneğinin ne kadar güçlü olduğunu anımsattı hepimize. Teorisyenlerin tartışmalarını izlerken aklımıza sürekli edebi eserlerin gelmesi şaşırtıcı değil. Teorisyenlerin öngörü olarak sundukları pek çok şey aslında edebiyatçılar tarafından dillendirilmiş durumda. Birkaç örnek verelim: Žižek’in yeniden icat edilmiş komünizmi biraz da José Saramago’nun Görmek’inin devlete ihtiyaç duymayan şehrini çağrıştırmıyor mu? Agamben’in ve Harari’nin endişesi pek çok kıyamet sonrası anlatısında karşımıza çıkmıyor mu? Albert Camus’nün Veba’sı, bugün salgınla mücadelede yapılan hataların nasıl tekrarlandığını anımsatmıyor mu? Yine Saramago’nun Körlük’ü salgın karşısında devletin güvenlik önlemlerinin ne kadar saçmalaşabileceğini göstermiyor muydu? Örnekleri istediğimiz kadar çoğaltabiliriz…

Durum böyle olunca Salgın günlerinde dünyanın yıkımını anlatan eserlerin çokça okunması şaşırtıcı olmasa gerek. Sadece Albert Camus’nün Veba’sı, José Saramago’nun birbiriyle diyalog halinde olan Körlük ve Görmek’i ile sınırlı değil liste. Bu eserlerin gölgesinde kalan ama edebi nitelik açısından bir eksiği olmayan ama daha az konuşulan kitaplar da derin öngörüleriyle dikkat çekiyorlar. Örneğin Colson Whitehead’in Bölge Bir ve Niccolò Ammaniti’nin Anna romanları, bugün yaşadıklarımızın sonuçlarına dair düşünceler barındırması açısından çok okunmayı hak eden kitaplar olarak kaydedilmeliler. Bölge Bir, zombi salgını sonrası kıyamet ortamında yaşananlara; Anna ise on dört yaşından büyük herkesi öldüren bir kızıl virüsünün dünyaya yayılmasından sonra dünyada tek başına kalan çocukların yaşamına odaklanıyor.

Bölge Bir, Colson Whitehead, çeviren: Algan Sezgintüredi, Siren Yayınları, 2014.

ZOMBİ ANLATISINA YENİ YORUM

Colson Whitehead, Bölge Bir’de, popüler kültürde bir salgından bahsedildiği anda ilk akla gelen konulardan olan zombi istilasına odaklanırken belirli bir üsluba ya da türe bağlanıp kendine konfor alanı yaratan yazarlardan olmadığını kanıtlıyor. Büyük bir zombi salgını sonrasının New York’unda hayatta kalan insanlar, türün devamını sağlamak ve zombilerin nihai zaferini engellemek için örgütlenmek zorundadır. Bu olağanüstü durumda sıradan insanlar askere dönüşmeye başlamıştır ve şehrin dört bir yanında tam zombileşmemiş ama virüsten etkilenerek motor beceriler dışında hareketsizleşmiş, düşünmeyen yığınları öldürme görevini kabul etmişlerdir. Bu görevi üstlenmiş kişilerden biri olan Mark Spitz ise geçmiş ile bugün arasında salınarak kendi durumunu ve uygarlığın sonunu getiren alışkanlıklarımızı tartışmaya başlar. Sayfalar ilerledikçe, okura, zombileşmenin aslında salgının çok daha öncesinde başladığını, günlük yaşam içerisine sıkıştıkça kendisini zombileştirmeyi başardığını anlatır Mark Spitz.

Her kitabında farklı bir türe ve farklı biçimsel tercihlere göz kırpmayı seven Whitehead, bu kitabında, zombi anlatılarına yeni bir yorum getiriyor. Whitehead, bir söyleşisinde, Bölge Bir’de daha çok insanların içindeki kötülüğü betimlemeye çalıştığını söylese de herkesin zombileşme potansiyelini, bu potansiyelin dönüştürücü etkisini gözler önüne seriyor. Bunu da zombi anlatılarındaki farklı politik düzeyleri ve klişeleri dengeli bir mizahi üslupla harmanlayarak başarıyor. Whitehead, zombi anlatılarındaki muhafazakâr korkuyu (ötekinin dokunuşu, alt sınıfların istilası vesaire) beslemek, yani aynayı dışarıya tutup eleştiri oklarını başkasına yöneltmek yerine kişinin kendi içine dönüp kendi karanlığıyla yüzleşmesi gerektiğini vurguluyor romanında. Salgın öncesi yaşamla kurulan bağ, aslında hastalığın dışarıdan gelmediğini anlamamızı sağlıyor. Bölge Bir, görmezden geldiğimiz, bastırarak yok saydığımız, sorgusuz sualsiz kabullendiğimiz binlerce şeyin bizi leşlere dönüştürdüğünü anlatan ve türsel sınırları ihlal eden güçlü bir roman olarak dikkat çekiyor.

BAŞKA BİR SALGIN ANLATISI

Niccolò Ammaniti ise Anna’da, önceki romanlarında sıklıkla başkarakteri olmuş yaş grubuna yeniden eğiliyor: Çocuklara ve gençlere. Ammaniti neredeyse tüm romanlarında, çocukluktan yetişkinliğe geçiş yapanların hayatına, çoğunlukla da çocuk karakterlerin yetişkin dünyasına karşı giriştikleri mücadelenin geri çekilmeye ya da yeraltına sığınmaya neden olduğu durumlara odaklandı. Meltem Gürle’nin başka bir bağlamda dile getirdiği şu ‘formül’ Ammaniti karakterleri için de geçerli: Bazı durumlarda çocuklar erken kaybedenler olduklarının farkına varırlar ama yine de kendi dünyalarını korumak için çaba sarf ederler.**

Anna, Niccolò Ammaniti, çeviren: Yelda Gürlek, Can Yayınları, 2018.

Anna’da ise çocukluğun tanımının sonsuza kadar değiştiği bir zaman diliminde yaşayan bir kız çocuğunun hikayesi anlatılıyor. Kitabın ana karakteri Anna, tüm yetişkinlerin öldüğü, sadece 14 yaşın altındakilerin yaşamına devam ettiği bir dünyada sekiz yaşındaki erkek kardeşiyle ayakta kalmaya çalışmaktadır. Bir gün yiyecek bulmak için güvenli sığınağını terk ettiğinde erkek kardeşinin kaçırılır ve Anna uzak durmaya çalıştığı korkutucu dünyanın içine girmek zorunda kalır. Yetişkinlerin olmadığı bir dünyada ayakta kalmak için çeteleşen, yağma yapan, şiddet araçlarına başvurmaktan çekinmeyen çocukların arasında kendine, kardeşine ve köpeğine bir yol açmaya çalışan Anna da bir süre sonra yıkıma sürüklenmiş bu dünyanın kurallarına uymaya başlayacaktır.

Ammaniti, romanında, olağanüstü durumlarda insanın vahşileşme eğilimine dikkat çeker. Bu açıdan okunduğunda Anna, karamsar bir romandır kuşkusuz. Aynı zamanda insan doğasının şiddete eğilimini de vurguladığı için günümüz distopyalarının, var olan düzenin değişmesinin yaratacağı kargaşanın sonuçlarıyla yüzleştirdikleri iddiasına yaslandığını da düşündürür. Günümüz distopyalarının çoğuna göre devletin olmadığı bir durumda “insan doğası”nın harekete geçeceği ve dünyanın yaşanamaz bir hale geleceği vaaz edilir. Oysa Norman Geras’ın vurguladığı gibi: “İnsan doğası fikri, sosyalizm ya da herhangi başka bir radikal değişim projesine karşı kullanılan, insanların bazı müessif özelliklerinin ya da var olan bir toplumsal kurumu ya da kalıbı desteklemelerinin insan yapısının sürekli ve silinmez bir parçası olduğunu öne süren gerici bir tezdir. Bencillikten, açgözlülükten, güce tapmaktan, gaddarlıktan, özel mülkiyetten, toplumsal ve cinsel eşitsizliklerden, milliyetçilikten, şiddetten, savaştan ve benzeri bir sürü şeyden bahsedilirken bununla karşılaşırız.” Dolayısıyla her kaos durumu kaçınılmaz olarak şiddeti ve gaddarlığı arttırmaz.

Ammaniti’nin gaddarlığa yaptığı vurgu ise egemen anlatının aksi yönüne ilerlememizi talep ediyor. Romanda anlatılan gaddarlıklar ya da aktarılan boş inanca dayanan düşünceler içeriğin vahşileşmesine ve okuru şok etmeye yarıyor. Tam da bu şok üzerinden başka olasılıklar düşünmeye davet ediliyor okuyucu. Aynı zamanda günümüz toplumunun arazlarının çocuklara nasıl yansıdığını da gözlemliyoruz. Çocuklarda görülen boş inançlardan tutun da gelecek kaygısına, egoizmin hakimiyetinden hayatta kalmak için başkalarını hiçe sayma eylemine kadar her davranışın yetişkinlerden miras kaldığını hissettiriyor Ammaniti.

Sonuçta, otoriterleşme eğilimine katkıda bulunan ama dayanışma ve eşitlik ilişkilerinin gelişme olanaklarının yaratılacağı bir sürece girdik. Bu süreçte Bölge Bir ya da Anna gibi romanlar, kendi egoizmimize ve yarattığımız konfor alanlarımıza ayna tutmaları açısından önemli eserler. Whitehead de, Ammaniti de dünya hızla yıkıma sürüklenirken kendi bencilliğimize sarılıp zombileşmek, şiddete ve gaddarlığa yaslanıp vahşileşmek ile özgürlük, adalet, eşitliği inadına savunmak arasında bir seçim yapmamız gerektiğini anımsamamız uyarısında bulunuyor.

*Bu paragrafta adı geçen yazıların hepsi Türkçeye çevrildi. Slavoj Žižek’in yazısına linkinden, Agamben ve Nancy’nin yazılarına buradan: Yuval Noah Hariri’nin röportajına ise bu videodan ulaşabiliriz.

** Meltem Gürle’nin referans verdiğim ‘formülüne’ şu yazıdan ulaşabilirsiniz.