Behçet Çelik: Şimdiyi anlamak için geçmişi deşmek, sorgulamak, didiklemek lazım

Behçet Çelik'in kaleme aldığı son romanı Belleğin Girdapları, İletişim Yayınları tarafından yayımlandı. Çelik, "Şimdiyi anlamak için geçmişi deşmek, sorgulamak, didiklemek lazım" dedi.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Edebiyatımızın üretken yazarlarından Behçet Çelik’in son romanı Belleğin Girdapları İletişim Yayınları etiketiyle yayımlandı. Hatırladıklarıyla yaşamaya, geçmişiyle baş etmeye çalışan isimsiz anlatıcının izini takip eden, çağın hızına karşı kavramları, durumları ve deneyimleri uzun uzun ve incelikle deşen ve okuru diyaloğa davet ederek kendiyle hesaplaşmaya çağıran bir roman Belleğin Girdapları.

Behçet Çelik ile son romanını ve günümüz edebiyat dünyasını konuştuk.

Belleğin Girdapları çok fazla soruyu çağıran bir kitap. Ama ben öncelikle isimsiz anlatıcı konusunu sormak istiyorum. Son dönemde çok fazla karşılaşıyoruz isimsiz anlatıcılarla. Biraz da öznenin ölümü ile ilgili mi bu durum? Neden anlatıcının ve ana karakterinin bir ismi yok?

Roman birinci tekil anlatıcının ağzından anlatıldığı için anlatıcı-kahramanın adını belirtme gereği doğmadı. Belki bir-iki yerde isim geçirebilirdim, orada da “Bana ismimle seslendi,” “İsmime ‘Bey’ ekledi,” dedirttim. Bir isme ihtiyacı yoktu bu kişinin. Ona seslenecek kimse olmayacağını umarak gitmişti. Onu tanıyanların (“ismini bilenlerin”) arasında olmayacaktı, gittiği yerde de ilişkileri minimumda tutmaya kararlıydı. Nitekim orada iletişim kurduğu yegâne adamı da ismiyle anmaz roman boyunca, “Kırtasiyeci” deyip durur. İsmini bildiği ve haliyle ismini bilenlerin –tanıdıklarının, benzerlerinin– yanındaki kendi hallerinden de hiç hoşnut değildir. Kaçtığı biraz da oradaki kendisidir; bundan yola çıkıp isim metaforunu sürdürerek bir ismi olmaktan kaçtığı söylenebilir mi? Bilemiyorum. Bir ismi olmamasını istemek, isimsizleşmek, bir anlamda anonimleşmek arzusu anlamına gelir, oysa bu adam için böyle bir dert, beklenti ya da arzu da yok. En azından giderken! Kendi geçmişinin üzerine kapanmak istiyor sadece, şimdiden ve gelecekten bir beklentisi olmadığı için bir şeyler kurmaya ya da bozmaya, diyelim isminden kurtulmaya ve anonim biri olmaya gitmiş değil.

“Öznenin ölümü” bahsi pek aklımdan geçmedi doğrusu. Kaldı ki öznenin ölümünden söz edeceksek romanın anlatıcı-kahramanı için bunun yakın zamanda değil, çok önce ve ağır ağır gerçekleştiğini düşünebiliriz.

“Her şeyin gölgesiyle yetiniyordum; en başta kendimin” (s.51) diyor anlatıcı kitabın başı sayılabilecek bir sayfasında. İlerleyen sayfalarda da bu tespiti güçlendiriyor: “Zamanın ruhuna uygundum. Nesnelerin kendilerinin değil görüntülerinin, kopyalarının, sonradan çoğaltılmış sahtelerinin dolaşıma girdiği, giderek asıllarının yerini almaya başladığı zamanlardı.” Açıkçası hepimizin kimi zaman hissettiği ama bir şekilde üstünü örttüğümüz bir durum olduğunu düşündüm bunun. Gerçek ile ilişkinin göreceleşmesi mi gölgeyle yetinmemize neden oluyor sence?

Sanırım burada karşılıklı bir durum var. Biz, bilincimiz, hayatımız… bunlar da dünyaya hâkim eğilimlerden, zamanın ruhundan bağışık değil. Metalar dünyasında gölgeler, yansımalar, türev olgular asılların yerine geçerken bizim de kendi gölgemizin öne çıkması çok mantıklı değil mi? Romanın anlatıcısı gerçek benliğini paranteze alıp az çok sahte, öyle demesek de eksik bir benlikle idare edeceğini düşünüyor, uzun süre ediyor da. İlk soruna dönersek, belki de özne en ölümcül yarayı orada alıyor! Hatta kendisindeki bu duruma ilişkin farkındalık işine de yarıyor, “başarılı” oluyor, para kazanıyor. Ne ki insana kendisinin bir gölgesi olarak yaşamanın, bununla idare etmenin yetmeyeceği kavşaklar da var hayatta. Roman, bu kavşakların sonuncusunda başlıyor zaten.

Belleğin Girdapları adından da anlaşılacağı gibi hafızayı, unutmayı, unutamamayı, travmaları, travmalarla baş etme yöntemlerini, bilinçli unutmayı ve görmezden gelmeyi dert edinen bir roman. Şu an son bir haftanın dökümünü yapacak olsak belki onlarca felaket haberinden bahsedebiliriz. Adorno’nun dediği gibi, “şiir yazmanın” barbarlık olduğunu düşünmek için çok fazla neden var. Oysa hiçbir şey olmamış gibi akıp gidiyor yaşam. Unutmanın “iyileştirici” gücü her şeyi kişisel ve toplumsal hafızadan silmek için işliyor. Çağımızın en büyük sorunlarından biri olarak görebilir miyiz bu hafızasızlığı?

Romanın anlatıcı-kahramanının meselesi hatırlayamamaktan öte nasıl hatırladığı sorusuna kendisini tatmin edecek yanıt bulamaması. Hatırlama eylemini handiyse bir zamanda yolculuk imkânı olarak düşünüyor, o anda yeniden orada olamasa da o anda hissettiklerini yeniden hissedebilmek istiyor. Duygusal bir zaman yolculuğu belki! Gelgelelim hatırlamaya kalkıştığında hatırlamak istediği ânı, o ânı hatırladığı başka zamanları, bu başka zamanlardaki ruh hallerini dışlayarak hatırlayamadığını görüyor. Aradan geçen zaman öyle ya da böyle hatıralara siniyor, etkiliyor, belki de değiştirip dönüştürüyor. Hatırladıklarının ne kadar sahih olduğunu kestirememekten mustarip.

Hafızasızlıkla ilgili şöyle bir sorun var. İnsanların geçmişlerini hepten yok sayarak şimdiye tapınmalarında adamın canını sıkan bir şeyler var. Şimdiki zamanı öne çıkaranların şu tezini yabana atmamak gerekir. Geçmiş geçmişte kaldı, değiştirme şansımız yok; gelecek gelmedi henüz, gelip gelmeyeceği meçhul, öyleyse elimizde sadece şimdiki zaman var, yaşasın şimdiki zaman! İyi de bu şimdi gökten böyle inmedi ki. Şimdiye bizi getiren bir geçmiş var, bugünü var eden bir dün var, şimdiyi anlamak için geçmişi deşmek, sorgulamak, didiklemek lazım. Gölgemizle yetinmemeye azmetmişsek buna ihtiyacımız var. En azından adamımız kendi hayatıyla ilgili olarak bunu yapmaya gönüllü – kafasından bir türlü atamadığı bunun ne kadar mümkün olacağına dair sorulara rağmen. Sadece hatırlamaktan kaçınmayı değil, nasıl hatırladığımızı da sorun ediyor.

'KUŞAĞIMININ HİKAYELERİNİN PEŞİNDEYİM' 

Öteki romanların Dünyanın Uğultusu ve Soluk Bir An’da da orta yaşlı, orta sınıftan insanları konu edinmiştin. Bu yaş grubunu seçmenin özel bir nedeni var mı?

Nursel Duruel bir sohbetimizle, “Senin kahramanların seninle beraber yaş alıyorlar,” gibi bir şey söylemişti. Buna katılıyorum, sonuçta kendi kuşağımın hikâyelerinin peşindeyim. Beri yandan romanlarımdaki erkek kahramanlar, Dünyanın Uğultusu’ndaki Ahmet, Soluk Bir An’daki Taner ve Belleğin Girdapları’nın isimsiz anlatıcısı büyük ihtimalle yaşıtlar, ama benden biraz büyükler, yarım ya da bir kuşak. Onların hikâyelerinde önemsediğim bir yan var. Hayatlarındaki temel bir değişim ile –artık geri dönülmez biçimde yetişkinlerin, işi gücü olanların dünyasına girmişlerdir– dünyaya hâkim paradigmaların altüst olması üst üste gelmiş. Pek çok açıdan arada kalmış bir kuşak bu. Onların hikâyelerinin yazarak peşinden gitmek, hayatlarının onlarca yıllık zaman dilimini görmeye, bilmeye çalışmak ilgimi çekiyor. Tabii, bu adamlardaki erkeklik hallerini, onların iç dünyalarını, sıkıntılarını ve bunlarla baş etme yollarını, bütün bunları başlarına gelenler ya da içlerinden geçenler üzerinden takip etmek ve bunlardan bir anlatı kurmaya çalışmak, ifade biçimleri aramak da… Belki biraz da o yılları, benim de ucundan köşesinden tanık olduğum, yaşadığım, içinden geçtiğim o yılları, bir başkasının hikâyesi üzerinden yeniden düşünmek bu. Doğrusu bu kuşağı, bu kuşaktan adamları yazmalıyım diye çok bilinçli bir tercihim olmadı, ama başkalarından çok onların hikâyelerinin izini sürüp peşinden gittiğimde bir roman kurgusu ortaya çıktı.

'KAHRAMANIN İÇ DÜNYASI BENİM İÇİN ÖNEMLİYDİ' 

1980 sonrası yenilgi ve günah çıkarma edebiyatı popüler olmuştu. Senin karakterlerinde de bu edebiyatın tınısını hissetmek mümkün. Hatta kolayca boğuntu ya da kaçış edebiyatı yaftası da yapıştıran çıkacaktır. Ama bence tüm o klişe eleştirilerden kaçınmayı başarmışsın. Metni, okuru diyaloğa çağıran bir tarzda ilerleterek, romanın kendi içine kapanmasını önlemişsin. Bıçak sırtında ilerlediğini hissettin mi bu dengeyi tutturmaya çalışırken ve seni en çok zorlayan nokta neydi?

Böyle bir eleştiri ihtimali aklıma gelmedi, diyemem, ama çok önemsemedim, daha doğrusu bu ihtimal yazacaklarımı etkilemedi. Bir adamın bilmediği bir mahalleye yerleşme hikâyesinin peşinden gittim romanı yazarken. Romanın anlatıcı-kahramanının iç dünyası benim için önemliydi. Okuru diyaloğa çağırdığımı söylüyorsun, oysa ben romanın fazla monolog olarak görülmesinden çekiniyordum – böyle görenler de olmuştur tahmin ediyorum. Okuru adamın iç dünyasına buyur etmeye çalıştım, oradaki sorulara, karmaşaya, gelgitlere. Aslında diyalog adamın kendi içinde. Gelgitli halin kendisi iki ya da daha çok fikrin, söylemin yer değiştirip durması değil mi? Ne yalan söyleyeyim, romanı yazarken okuyanların da bu sohbete çağrılacağı aklıma gelmemişti. İşte, belki de iç dünyasının bu gelgitli hali sözünü ettiğin klişe eleştiriye mâni oluyordur, bilemiyorum. Yazarken bazı hususları ne kadar açık etmem gerektiği konusunda zorlandım, ama bu hususlar adamın geçmişiyle, yaşadıklarıyla, zamanında yaptıkları ya da yapmadıklarıyla ilgili değildi.

Adamın ruh halini sadece iç konuşmalarıyla ya da içinden geçirdikleriyle değil, anlatının tonu ve metnin ritmiyle de vermek istedim, inişlerini, çıkışlarını, bocalamalarını vs. Bunların dengesini kurmak zorlayıcıydı diyebilirim.

'KENDİMİ YAZARKEN RAHAT BIRAKTIM' 

Son dönem popüler metinlerinde kendi retoriğine kapılmak, aforizmalardan medet ummak sıkça karşılaştığımız bir durum. Belleğin Girdapları’nda çok fazla yerin altını çizmeme rağmen bu iki durumla da karşılaşmadım. Bunda bazı noktalarda belirli bir durum ya da kavram üzerine uzun uzun durman, aceleci davranmaman etkili olmuş sanki. Vurgulamak istenilen konunun hakkını vererek tartışmaya açmak, bunu romanın genel atmosferine zarar vermeden ilerletmek… Bunu nasıl başardın? Bu metni yazarken görünmez bir yapılmayacaklar listen var mıydı?

Kendimi yazarken rahat bıraktım aslında. Genelde kurmaca bir metinde anlatmaktan kaçınma, mümkünse göstermekle yetinme yanlısıyımdır. Bu yapılmayacaklar listesinde bir madde değildir, ama kulağımda çok eski bir küpedir. Bu romanda bunu önemsemedim. Metin denemeye yaklaştığında bundan kaçınmadım mesela. Düşünen bir adam var, onun düşüncesinin ilerleyişine eşlik etmekte mahzur görmedim. Hatta bunu yeğledim. Aforizmatik söylem, “dır”la “dir”le biten, kesinlikli saptamalar içeren cümlelerden oluşur. Bu romandaki adam için bu çok zor, onun zihni giderek her saptadığı şeyin yanlış da olabileceği ihtimaline ayarlı. Yani istesem de ona aforizmalar söyletemezdim. Yapılmayacaklar listesi romanı yazarken oluşuyor, karakter ete kemiğe bürünürken. Adamımız kendi kendini dolduruşa getirebilen biriyse mesela, onun coştuğunda kendi retoriğine kapılması da mümkündür. Baştan bu yönde bir yasak koymak değil, onun huyuna suyuna göre diyaloglar kurmak gerekir. Önceki sorunda sözünü ettiğin denge bahsi burada da düşünülebilir.

2013’te BirGün Kitap’ta 2000’li yıllar öykücülüğü üzerine bir dosyada birlikte çalışmıştık. O zamandan bu yana altı yıldan fazla zaman geçti. Ben hâlâ -edebiyatın piyasalaşması devam etse, tektip bir edebiyat ortamı yaratılmaya çalışılsa, iktidar kültürel hegemonyayı ele geçirmeye çalışsa da- 2000’li yıllar öykücülüğünün edebiyatımıza yeni bir soluk getirmeye devam ettiğini düşünme eğilimindeyim. Sen bu konuda ne düşünüyorsun?

O dosyayı hazırladığımız zamanlardaki kadar yakından takip edebildiğimi söyleyemesem de, elimden geldiğince yayımlanan öykü kitaplarını okumaya çalışıyorum, özellikle bizden sonraki kuşaktan öykücülerin kitaplarını. Sözünü ettiğin 2000’li yıllar öykücülüğü dosyasının ardından geçen 6,5 yılda Türkiye’de siyasal-toplumsal olarak inişli çıkışlı ne çok şey yaşandı. Edebiyat, baskıların arttığı, umutsuzluğun yayıldığı bu dönemde bir tutamak, önemli bir destek görevi gördü, görüyor. Artan ekonomik zorluklara rağmen öykü kitaplarının yayımının azalmaması da bunun bir göstergesi bence. Okurun ilgisi artmıyor olsa şiirle beraber önce öyküden vazgeçerdi yayıncılar. Öykücüler de bu zor dönemde daha önceki yıllara göre toplumsal meseleler konusunda daha bir ilgili oldular sanki. En azından eskisi gibi bundan kaçınılmadığı ortada.

Toplumsal ya da siyasal izdüşümü olan meselelere yönelik yeni bir bakış da söz konusu bence. Öykücüler bu sorunların siyasal yanına doğrudan pek değinmemekle birlikte şiddetin, baskının gündelik hayattaki yansımasına, özellikle kadın-erkek ya da ailedeki bireyler arasında nasıl yaşandığına kayıtsız kalmıyorlar mesela. Daha derinlerdeki hikâyelerin peşinden gitme eğilimi var. Bu aynı zamanda bir anlama çabası sanırım, kendini, toplumu, insanı anlama çabası. Yeni bir soluktan söz edilebilir mi? Bunu görmek ya da bu konuda bir şeyler söylemek için erken, bu gibi hususları aradan daha uzun zaman geçtikten sonra saptayabiliriz bence. Ama edebiyatın soluğunun bu dönemde diri kalmasında öykücüler sanki daha öndeler. Değindiğin piyasalaşma riski öykü için de söz konusu, bu türler ötesi bir pazarlama meselesi ne de olsa, ama en azından tektipleşme riski öykü için şimdilik yakın bir tehlike gibi görünmüyor, aksine ciddi bir çeşitlilik söz konusu.

'ELEŞTİRİNİN ZAMANA, SÜKUNETE İHTİYACI VAR' 

Son dönemde en çok duyduğum yakınmalardan biri de eleştirinin olmaması. Yazarlar geri bildirim alamadıklarından, metinlerinin yeterince tartışılmadığından şikâyetçiler. Roman, öykü, çocuk kitabı, gençlik kitabı, eleştirel denemeler gibi farklı türlerde yazan biri olarak bu serzenişe katılıyor musun? 

Yayın dünyasının artık iyiden iyiye bir endüstriye dönüştüğünü hesaba katmak lazım. Yayınevlerinin bastıkları kitap sayılarını düşünelim. Eleştirinin eksikliğinin gündeme gelmediği dönemlerde bir yılda yayımlanan roman neredeyse şimdi bir haftada yayımlanıyor. Eleştirinin zamana, sükunete ihtiyacı var. Oysa yayıncı da yazar da kitabın rafta olduğu kısacık zaman diliminde kitapla ilgili geri bildirim bekliyor.

Eleştirinin “alıcısı” da benzer biçimde aceleci, o da okuduğu ya da okumayı düşündüğü kitaplar hakkında henüz gündem sıcakken güvendiği birilerinin görüşünü almak arzusunda. Biraz da bunun sonucu hızlıca okunup hızlıca yazılmış yazılar giriyor dolaşıma. Tabii, tek neden bu değil. Kitap dünyasının satışa aşırı odaklanması da büyük bir handikap. Pazarlama stratejileri her şeyin önünde. Eleştiri yazmayı özendiren bir ortamdan söz etmek mümkün değil. Aksine heves kırıcı olduğunu sanıyorum. Ekonomideki o meşhur formül burada da geçerli. Kötü yazı iyi yazıyı kovuyor sanki. Bağımsız mecralar yok, bu da bir başka sorun. İnsan geri bildirim almak istiyor, okuyanlar nasıl bulmuşlar, nesini beğenip nesinden hoşlanmamışlar, eksik ya da hatalı bulmuşlar, ama bunun yokluğunu çok dert etmemek gerekiyor. Geri bildirim almak için yazmıyoruz. Meçhul bir okur tahayyül edip ona yazıyoruz en nihayetinde. Buna bir de meçhul eleştirmen eklenmesinde sakınca yok.