Dostoyevski, Sabahattin Ali ve John Fowles’ın kadınları: Erkek yazar güçlü kadın karakter yaratabilir mi?

Erkekler kadınları anlatabilirler mi? Kadının kendini bir giz olarak yazara sunmasıyla beraber çoğu zaman kaza sonucu gerçekleşir bu durum. Güçlü kadınları yaratan yazarları Dostoyevski, Sabahattin Ali ve John Fowles örnekleri ile üç kategoriye ayırabiliriz...

Google Haberlere Abone ol

Senelerdir tartışılıp durur: Erkekler kadınları anlayabilirler mi? Bir erkek kadın mücadelesine katılabilir mi, katkıda bulunabilir mi? Erkekler kadınları anlatabilirler mi? Erkeğin bir kadını anlayıp anlayamayacağı sorusunun cevabı muğlâk. Belki kadınları ‘çözdüğüne’ inananlar çıkabilir ama onların gerçek birer sahtekâr olduğunu düşünme hakkımızı sonuna kadar korumalıyız. Bazen kimi erkek yazarların kadın ruhundan anladığı iddia edilir ama çoğu zaman bu iddiaları kazıdığınızda siyasi olarak muhafazakâr, ideolojik anlamda eril iktidarı olumlayan düşüncelerin kümelendiğini görürsünüz.

İkinci soruya net bir şekilde yanıt verebiliriz: Erkeklerin kadın mücadelesine bulaşmaması gerekir. Bu sadece liberal feminist aklın dayattığı dışlamayla alakalı bir şey değil. Her gün egemen söylemleri yeniden üreten, egemen erilliğin cenderesindeki erkeklerin kadın mücadelesine dâhil olabileceğini düşünmek, bir patronun tüm kalbiyle işçi sınıfının mücadelesine kendini adayacağını varsaymak ile aynı öngörüsüzlüğü sahiplenmek anlamına gelir. İlla bir toplumsal cinsiyet mücadelesi öngörülecekse, egemen erilliğin yok etmeyi dert edinen müstakil bir erkek mücadelesine ihtiyacı olduğunu iddia edebiliriz.

Son soruya gelince: Evet, erkekler kadınları anlatabilir. Hem de inanılmaz güzellikte karakterler yaratarak yapabilirler bunu. Çoğu zaman kaza sonucu gerçekleşir bu durum: Kadın kendini bir giz olarak sunar yazara. Güçlü bir kalemi olan yazar ise kadındaki gizil gücün farkına varıp, bu gücün etkisine girer ve edebiyat tarihinde örneklerini göreceğimiz güçlü kadınlar çıkar ortaya.

Güçlü kadınları yaratan yazarları üç kategoriye ayırabiliriz. Bir kısım yazar güçlü kadın yaratma derdinde değildir. Bu yazarın merkeze almaya çalıştığı bir erkek kahramanı vardır. Ama metin yazara ihanet eden bir yol izlemeye başlar. En sonunda yazılanlara bakıldığında elde, çaresiz bir erkek ile güçlü kadın vardır. İkinci tür yazar ise güçlü, ne istediğini bilen, hayata karşı bir duruş edinmiş kadın yaratarak erkek güçsüzlüğüne vurgu yapmak ister. Burada güçsüz olarak resmedilen erkekler, genelde, dönemin eleştirilen, atıl, ne yapacağını bilmeyen, sorunlu adamlarıdır. Güçlü kadın anlatı açısından işlevseldir: İradesiz erkek, o kadar kötü bir durumdadır ki kadından ‘bile’ çaresiz konuma sürüklenmiştir. Üçüncü tip yazarın ise derdi güçlü kadın yaratabilmektir. Yazın tarihindeki güçlü kadınlara dair doğru tahliller yapmayı başarmış, gündelik yaşamı ciddiyetle okumuştur üçüncü tip yazarlar. Metinlerinin merkezinde kadın ve erkek karakterler eşit ölçüde yer alırlar.

Karamazov Kardeşler, Fyodor Mihayloviç Dostoyevski, Çevirmen: Nihal Yalaza Taluy, 1025 syf., İş Bankası Kültür Yayınları, 2016.

KAZA SONUCU YARATILAN GÜÇLÜ KADIN

Birinci tür yazarlara örnek olarak Dostoyevski’yi verebiliriz. Olgunluk döneminde muhafazakâr görüşlere sahip olmuş bir yazara göre oldukça özgür ve güçlü kadın karakterler yaratması şaşırtıcıdır. Bunda, Baktin’in vurguladığı gibi, karakterlerini kendinden özerk olarak var edebilmesinin etkisi vardır kuşkusuz. Dostoyevski’nin özellikle olgunluk dönemi metinleri, güçlü kadınların geçit töreni gibidir: Budala’da Nastasya Filipovna, Suç ve Ceza’da Sonya ve en sonu Karamazov Kardeşler’de Agrafena Aleksandrovna Svetlova (Gruşenka) ve Katerina İvanovna Verkhovtseva. Ki bu örnekler çoğaltılabilir.

Karamazov Kardeşler, iki farklı kadın tipinin, farklı yollardan kendine mecra açması açısından önemli bir romandır. Bilindiği üzere Dostoyevski, romanın merkezine Tanrı inancı tartışmasını yerleştirmiş, peygamberimsi karakter Alyoşa, yazar tarafından esas oğlan konumuna itilmiştir. Ama Budala’da Prens Mışkin’in konumuna benzer şekilde, yaratılmak istenen peygamber anlatı içinde kaybolur. Ve anlatının asıl sürükleyicisi güçlü kadınlar olmaya başlar. Karamazov Kardeşler’de bir tane olay dahi yoktur ki kadınların dolayımıyla oluşmasın. Gruşenka ve Katerina, Karamazov ailesinin hareketlerinin yöneticileri konumundadır. Yapılan taşkınlıkların, atılan kazıkların, çıkan tartışmaların sebebi bu kadınlardır. Lakin iki farklı kültürü cisimleştirseler de hem Gruşenka hem de Katerina ne istediklerinin bilen kadınlardır. Karamazov ailesi sürüklenme içerisinde iken kadınlar yerlerini koruma eğilimindedirler. Karar alma, uygulama ve düşündükleri ile yaptıklarının arasındaki açı konusunda da erkeklere göre daha tutarlıdırlar. Dostoyevski her ne kadar histerik, ne yapacağı belli olmayan, güçsüz kadınlar yaratmak istese de pek başarılı olamaz. Artık onun yarattığı kadınlar ona karşı başkaldırmışlardır ve Dostoyevski, romanındaki erkek kahramanlar gibi onların etkisi altına girmiştir.

İçimizdeki Şeytan, Sabahattin Ali, 288 syf., Doğan Kitap, 2019.

SABAHATTİN ALİ'NİN İŞLEVSEL KADIN KARAKTERİ

Sabahattin Ali ise erkek güçsüzlüğüne vurgu yapmak için güçlü kadın karakterden faydalandığı için ikinci kategoriye dâhil edebileceğimiz yazarlardandır. Yazar, İçimizdeki Şeytan romanında, güçlü kadın karakterini, amaçsız, idealsiz, umutsuz ve nihilist Cumhuriyet aydınını görünür kılmakta kullanmıştır. İstanbul’da felsefe öğrenimi gören, aynı esnada postanede çalışan Ömer’in karşısına uzaktan akrabası Macide çıkınca hayatı değişir. Daha doğrusu nihilist, benmerkezci, lafazan Ömer, Macide sayesinde hayatla karşılaşır. Gözünü Ömer’le açmış Macide, yaşam yolunda doğru adımlar attıkça, Ömer her adımda sendeler. Çünkü Ömer her daim içindeki şeytana meyillidir. Onun tuzakları, vaatleri ve yarattığı imkânlar, iradesiz, vurdumduymaz ve karakteri oturmamış genç aydın adayını felakete sürükleyecektir. Oysa Macide ile cisimleşen güçlü kadın, kendi felaketinden yeni bir yaşam kurmayı başaracaktır.

Sabahattin Ali’nin romanında, dönemin Doğu ile Batı arasında sıkışmış, ideallerini yitirmiş ve kendini yozluğun içerisinden ifade eden Cumhuriyet aydınını yerer. Amacı yeni kurulmakta olan toplumsal düzenin temelini oluşturacak kesimin fotoğrafını çekmektir. Öyle ki çekilen bu fotoğraf Türkiye modernleşmesinin eksiklerini, gediklerini, yamalarını gösterir. Macide ile Ömer, kişiliklerinde, iki farklı toplumsallaşmayı, iki farklı dünya görüşünü, kısacası iki farklı yaşamı cisimleştirirler. Ama metinde Ömer’in yarım kalmışlığı kalın harflerle çizilir. Macide’nin güçlü ve tutarlı olması, Ömer’in olmamışlığını gözümüze sokar. Bu anlamda Macide karakteri romanda işlevsel bir konum işgal eder.

FOWLES'İN GÜÇLÜ KADINLARI

John Fowles ise güçlü kadın karakterleriyle dikkat çeker. Şunu belirtmekte fayda var: Fowles’in kadınları, ne yazarın niyetinden bağımsız olarak kendi özerkliklerini ilan eden Dostoyevski kadınlarına ne de güçsüz erkeklerin resmedilmesi işlevi gören Sabahattin Ali kadınlarına benzer. Tam tersine Fowles’in kadınları anlatı içerisinde gittikçe güçlenen, gururlu, erdemli ve dönüştürücü karakterlerdir. Mesela Yaratık’ta sade yaşayışı, kilise otoritesinin reddini, İsa’nın dünyaya bir daha gelişinde kadın olacağını savunan Shaker mezhebinin kurucusunun doğuşunu ve kurucunun annesi Rebecca Lee’nin sıradan bir fahişeden bir azizeye dönüşü anlatılır. İnsanların eşitliğini ve dayanışmacı bir toplumsal yaşamı öngören bir mezhebin kurucusu olacak kadının annesini merkeze yerleştiren Fowles, anlatısını yaratık olarak adlandırır. Çünkü bu metin ne bir tarihi roman ne de polisiyedir. Fowles’in yapmak istediği tam da güçlü bir kadın öyküsü anlatma isteğidir. Kitabın öndeyişinde belirttiği gibi: “Ölüme…karşı koyuş arzusuydu belki bu kadınla çok daha sonraları yaşayan ve benim hayranlık duyduğum bir başka kadını bir araya getiren”. Bu bir araya gelme bir erkeğin güçlü bir kadın karakter yaratma isteğini ziyadesiyle kamçılamıştır.

Fransız Teğmenin Kadını, John Fowles, Çevirmen: Aslı Biçen, 480 syf., Ayrıntı Yayınları, 2000.

Fowles’in, yazar olarak varlığını görünür kıldığı, Fransız Teğmenin Kadını romanının kadın kahramanı Sarah, bilinçli tercih ile güçlü kadını resmetmesine en güzel örneklerden biridir. Kitap Marx’tan bir alıntıyla başlar: “Her türlü özgürleşme, insan dünyasının ve insanın insanla ilişkilerinin onarılmasıdır.” Yaratık’takine benzer şekilde tarihsel bir arka planda geçen roman, Viktoryen çağın tutuculuğunu ve her türlü kurala kölece bağlılığı savunan ideolojisini yerle bir eden bir kadının öyküsünü anlatır. Aslında konu sadece Sarah’ın o çağda gerçekleştirdiği bireysel özgürleşmeye odaklanmaz. Aynı zamanda Sarah ile birlikte değişen ve özgürleşmek için önemli adımlar atan Charles’ın macerasını da yansıtır. Marx’tan yapılan alıntı bu anlamda önemlidir: Sarah kendi dünyasını onarırken, ilişkide bulunduğu insanların da yaşamını ve ilişkilerini değiştirmekte ve onarmaktadır.

Varolan toplumsal ilişkilerin kesin kurallarla belirlendiği bir çağda toplum dışına itilmiş birinin, bir soyluyla meşru bir ilişki yürütmesi olanaksızdır. Bir kadının bir erkeğin eşiti olması ise söz konusu bile değildir. Oysa Sarah, varoluşun evrensel eşitliğine bir çağrı gibi belirir romanda. İlk günahın, insanların ezen-ezilen olarak ilk bölünmesinin önüne set çeker. Erkek egemenliğine karşı, cinsiyetlerin eşitliğini savunur. Çağırıcı, ajitatif bir savunu değildir Sarah’ın seslenişi. İdealize edilmiş bir kadın portresi de çizilmemiştir romanda ama Sarah’ın duruşu ve tavrı çok net bir şekilde gözler önüne serilir. Charles, Sarah karşısında çaresizdir ama Ömer’in çaresizliğine benzemez durum. Charles’ın çaresizliğinin sebebi, erkeğin kadına kıyasla daha güçsüz olduğunun kabulünün yarattığı çaresizliktir. Erkek, on bin yıllık iktidarı omuzlarında taşırken yorulmuştur. Egemen söyleminin yarattığı erkekliğin, kurtuluş çığlığı olarak okunabilir Charles’ın çaresizliği. Çünkü Sarah, Charles’a hayatın tek boyutlu okunmasının yanlışlığını öğretmiştir. Fowles, erkek kahramanının aydınlanmasını “…hayatın bir simge olmadığını, tek bir bilmece ve onu bilememekten ibaret olmadığını, tek bir yüzü olmadığını ya da zarlar bir kere kötü gelmişse hemen bırakılamayacağını anlamaya başlamıştı” cümlesiyle özetler.

ROMANSAL ADALET

Bazen, büyük yazarların aslında kendi anlatmak istediklerinin değil de kalemlerinin istediği yere meyil ettiklerini düşünürüz. Öyle ki bir ibret hikâyesi anlatacakken, Tanrı inancına kitleleri yeniden bağlayacakken ya da bir dönemin eleştirisini yapacakken, aslında hiç de ummadıkları bir yere sürüklemiştir metin onları. Özellikle Dostoyevski ve Sabahattin Ali’yi okurken hissedilebilecek bir şeydir bu. Onlar anlatılarının merkezine bambaşka mevzuları yerleştirmeyi arzularken, edebiyat tarihinin parmakla gösterilecek güçlü kadınlarını yaratmayı başarmışlardı. John Fowles ise ustalarının izinde ilerlerken güçlü kadını keşfeder. Sarah ya da Rebecca, çok az kadın yazarın ulaşabildiği bir derinlikle ulaştırılmıştır okura. Bunu bir erkeğin başarması ise yazının başındaki soruları getiriyor aklımıza. Fowles’ın yarattığı güçlü kadın karakteri anlayıp anlamadığını bilemeyiz. Yazar olarak kadın hareketine yaptığı katkıları tartışmamız ise bu yazının sınırını kesinlikle aşar. Lakin kadınları çok iyi anlattığını kabul etmemiz gerekir.