Niçe gece geç geldi

“Akademik Tarihçilik” temalı V. Tarih Çalıştayı vesilesiyle Antalya’dayım. Arada bir toplantı oturumlarından kaytarıp “Antalyalı Genç Kız”ı aramayı planlıyorum. Moderatör olarak buna hakkım var, hiç tereddüdüm yok.

Google Haberlere Abone ol

İlk gün herkes geçen yıl Kocaeli’nde düzenlenen “Popüler Tarihçilik” temalı IV. Çalıştay’a atıflar yaptı, lafı uzatarak. Defteri çıkarıp karalamalar yaptım, birbiriyle alakasız notlar aldım, sıkıldım, gerildim, arada bir toparlandım. Girişte gençlerin elimize tutuşturduğu çantadan afilli bir yaka kartı, kalem, çalıştay programı ve bir bloknot çıkmıştı. Bloknot A4 ebadında kocaman bişey, defter demeyi tercih ederim. Ettim.

İlk kahve arasından sonra, bunu gece hatırladım, yanıma iki kişi oturdu. Dikkatim dağıldığından başımı çevirdim, iki kadınla selamlaştım ve yoğun mesaime döndüm. Yemek arası verilince ayaküzeri bir daha gördüm onları, sonra kayboldular. Müteakip iki oturumun ilkinde uyanıklar uyuklayanların fotoğrafını çekip Whatsapp'tan göndermeye başladı. Katılımcılar erkek, yani çocuk, hepsi tarihçi, yani daha da çocuk.

Akşam karnımı doyurduktan sonra odama çıktım. Yol yorgunluğuyla hava değişikliğine emekli, dul ve yetim oluşum da eklenince yapılacak en makul şey. Geçerken lobi ile fuaye arasında turist kalabalığı gördüm. Herşeye rağmen Rusların teveccühüne minnettarız. Ortama uygun ışıklandırma altında dört dansöz kıvırıyor. Peçelerinden pek farkedilmiyor ama endamlarına ve attıkları acemi küçük eskizlere bakılırsa, baktım, muhtemelen onlar da bizden değil. Aldırmadım, sebebini söyledim, yürüyüp gittim.

Oda da oda! Netice itibariyle Belek’te, Serik belediye başkanı tarihçi Prof. Dr. Ramazan Çalık’ın himmetleriyle bizlere tahsis edilmiş bir otelde kalıyoruz. Olacak o kadar. Da, başucumda böyle nefis bir nü tablo beklemiyordum. Neyse ona sonra bakarım, oda üç gün benim. Çantadan şu telefonu çıkarsam, ama önce şu defteri bir kenara koymalıyım, derken bir mektup gördüm. Zarfsız. Kadın yazısı.

Kork

Nezihicim,

Hocamla geldik dinlemeye. Sağınızdaki iki sandalye boştu. Kare plan yerleşme düzeni iyi olmuş, boşluğu gördük oraya yanaştık. Dibine ben oturdum, hocam da benim sağıma yerleşti, masaya doğru eğilip sana selam verdi. Tebessümle aldın, beni de ihmal etmedin.

Göz ucuyla baktığım düzensiz notlarının en altında "Seni seviyorum" yazıyordu, gözlerimi içe doğru genişçe açtım ve içime aldım. Bu adam, ah yazık, romantik dedim. Seni çok sevdim. Sen beni sevme, üzülürsün. Biz artık böyle seviyoruz, size benzedik, belki bilirsin. Kadınlardan kork. Bunu hak ediyorsun. Ama gene gel. Bunu da hak ediyorsun. Seziyorum.

Z.

p.s. Sana bazı sorularım var. [...] Cevaplarını bir dahaki gelişinde Eylül’e bırakırsın. Butik bir kitapçıdır. Kime sorsan göstermez. Burada sadece onlar okuduğu için Ruslar için açtık.

Korkamıyorum

Z.cim,

Adın Zeynep bence, bir dükkana Eylül ismini ancak yaz sonu sonbahar Zeynep’i koyar.

Sorularına gelince, bence:

Sevgide duyguyu ancak abartarak aldığımız emsalsiz bir tat vardır. Henüz çok abartılı bir düzeye gelmesek de o tadı fark ediyor, biraz alıyor ve eli artırmak istiyorum. Aklımız da duygumuz da tam kıvamında. Az değiller. İkisinin birlikte anlaması ender rastlanan doğa olaylarından biridir.

Anlayamadığımız ise aşkın hakikati. Başka şeylerin de hakikatini deforme eden bir çağın insanlarıyız. Oysa onlardan hem bağımsız hem bütünleşik bir duygu aşk. İzah isteyen bir zihinle donanmış olmamız değil mesele. Her izah çağın kavram ve kurumlarına tâbi!

Eski akaid kitaplarında "İlim maluma tâbidir" yazardı. Aşk bahsinde ilmin bu ilkesi değişmedi. Bu çağ bildiğimiz, gördüğümüz, daha iyi anlayarak (niyeyse?) künhüne ermek istediğimiz benzersiz/kırılgan duyguyu insafsızca taciz ediyor. Aşk ilmine erişmek hiçbir devirle kıyaslanmayacak derecede zorlaştı. Etraf ciklet çiğner gibi “aşkım aşkım” diyenden geçilmiyor. Baksana.

Elimizde senin sezgi benim inanmak dediğim, aslında aynı şeyi kastettiğimizi düşündüğüm bir büyük âlem/entegre devre ve o devrenin kendine mahsus/özgün bir dili var. Lisanımıza çevirdiğimizde anlayabileceğimizi sandığımız bir dil. Ne büyük yanılgı! Devrenin dilini öğrenebiliriz, başka bir dile aktarmanın imkansızlığını baştan kabul edersek; Ted Chiang'ın "Hayatının Hikâyesi"nde (Geliş kitabının içinde) anlattığı şeye ya da hiç olmazsa Arrival filmine uyarlandığında gösterildiği kadarına eğilirsek.

Yirmili yaşlarını varsayarak söylüyorum, senin bu dünyayı şereflendirerek baharı yaz eylediğin tarihten bu yana bilimin maluma tâbi olmayan yalnızca istisnaları kaldı. Çağımızın bilimle uğraşan büyük beyinleri artık şunu çok rahat söylüyor: "O istisnalara ispatlayamasam da kesinlikle inanıyorum." Kanıtı Olmayan Gerçekler kitabına bak istersen.

Fiziki/biyolojik izahla çözemediğimiz bu muhteşem arkadaşlığımızın başlangıcını o bilimciler de çözemiyor kısaca, ama inanıyor. Epigenler dışında her şeyi biliyoruz artık, o kadarını da bilemeyiz çünkü her yaptığı "keyfî", hiçbir sisteme uymuyor diyorlar. Epi- bir ön ek, biliyorsun; her ne oluyor ise onu başlatan, isterse bitiren, yeniden başlatıp bitiren veya bir daha hiç bitirmeyen.

“İnanmak” diyorsun. Varlığı yahut yokluğu sadece bizi ilgilendiren o duygudan söz ediyorsun, tam da insan olmaya en fazla yaklaştığımız yerinden hem. Az daha yaklaşırsak yanacağımızı bildiğimiz kısmından. İnanmak yanmaktır. Çağımız bilimcilerinden fazlasını bilemeyiz. Kimin ne zaman yanacağına epigenler karar veriyor. Sana Kant'ın dediğini, ya da uzun uzun anlattığından ustalıkla çıkarılan yorumu, tekrarlamak isterim. Tekrarından ben de zevk alıyorum çünkü: Zaman herşey bir anda olmasın diye vardır, mekan herşey bizim başımıza gelmesin diye.

İnanıyorum.

N.

Valéry

Sabah güzel bir rüya ile uyandım. Mevzu Antalyalı genç kız olduğuna göre Tanpınar’a dokunmadan olmaz. Belli ki Valéry’nin sözünden hoşlanmış: “Velev ki, rüyalarını yazmak isteyen adam bile azami şekilde uyanık olmalıdır.” Ne kadar uyanık olduğumu bilemem. Aklımızdakiler ile gündüz, kalbimizdekiyle gece meşgulüz. Öyle görünürüz, kendimize. Geceye and olanda gündüzün aklı olmasa, ne hüznü hicranı ne iftirakı kaldırabilirdik.

"Bir şey ya romandır ya da tarih" demiş Javier Cercas, derginin biri de bu sözü kapağa taşımış, orada gördüm. Yazdıklarım hakkında karar veremiyorum, ne roman ne de tarih, ondan olmalı.

Duvar'ın istediği benim de bu vesileyle karaladığım kısa cv'ye bakılırsa tarih, ama öyle ciddi şeyler de yazamıyorum. Bildim bileli zihnime öncelikle “Tür” denilen şeyle dalga geçen yazarlar/yazılar sökün etmiştir, ondan olmalı -ya da Nietzsche’den.