Şimdi bilincim mors alfabesi

Baskı ve yasaklar, varlığımıza, kendi kültürümüze daha sıkıca tutunmayı öğretti, her darbe, sıkıyönetim ve olağanüstü hâller, özgürlük arzumuzu kışkırttı, bizleri ayakta tutan şey: Haklılığımıza olan inancımız ve yazmak!

Google Haberlere Abone ol

Suzan Samancı

Sıkıyönetim, darbe, olağanüstü hâl sözcüklerini ve gerçekliğini Türkiye'de yaşayıp bilmeyen var mıdır? Acı eşiği gibi, herkesin bilme eşiği de farklıdır. Kürdistan, Şark, Güneydoğu! İnkârı ve muğlaklığı... Çözümsüz, sözde demokrasi ne çok yasakladı ne çok kanattı ne çok öldürdü. Şüphesiz, tanık olmak ve yazmak muhalefete giden aşamaların ilkini oluştururken, isyancı, mutsuz ve yazmaya sevdalı bilinçler; tarihsel tanıklıklarını, deneyimlerini, estetik yapıtlara dönüştürür. Bu dönüşümde toplumun umutları barınır ve geleceğe yatırım yapılır. Bir gün, bu çirkin ve akıldışı savaşlar biterse, geriye roman, öykü, şiir ve felsefe kalacak hiç kuşkusuz...

Çocukluğumda Anadolu'nun değişik yerlerini dolaşsak da, yetmişli yılların ortalarından 2008'e kadar Diyarbakır'da yaşadım; son yıllarda daha çok Cenevre'de yaşamak farklı bir acıyı da sundu. Aslında, bilincimizin orijininde acı hep var; insanın dinginliği, rahatlığı, ülkesinin yönetim şekli, siyasal ve toplumsal yapısıyla ilgilidir. İnsan, ülkesi ve kenti kadar mutludur, özgürdür. Yazma eylemi, dünyayı artistik bir edayla kavramaksa, yazmak ve sanatın biricikliği de, özgür bir ortamda gelişip anlamına kavuşur.

VAR OĞLU VARDI...

Sıkıyönetim, olağanüstü hâller yaşamımızın vazgeçilmez bir parçası hâline gelirken, nasıl ki hiçbir şey olmadan bile varlık her zaman varsa, "Olağanüstü hâl de" bizim için hiçbir şey olmadan bir varlık gibi, her zaman vardı. Ve var oğlu vardı... Öyle ki çocukluğumuzu yaşayamadık; sürgünlük, soruşturma ve ölüm korkusuydu gecelerimiz... Gözevlerimizde hep hüzün birikti, sevinçlerimizi erteledik. Aşk ve sevda kuşumuzun kanatları kırık, yaralı... Ve birçok şeyi yaşayamadık, yaşayamıyoruz çünkü; önce özgürlüğe, sonra aşka kodlanmış bilinçlerimiz.

Korkunun tünediği dallarda  susturulurken, susmuyorduk aslında ve acımızı geleceğimize ekliyorduk. Biz gerçeklik derken, sokaklarımızı işgal edenler, kendi doğrularını dayatıyorlardı; karanlık, çarpık, inkârcı ve doğrularını yapılandıranlar, vandalların çöllerinden geliyorlardı. Robota dönüşenler ve dönüştürenler  bilmiyorlar, duymuyorlar, görmüyorlar... Farklılığa tahammülü olmayanlar, gerçekliği yok etmek istiyor; gerçekliğe gözleri kör edilen kitle ise zaten ölü bir kitle değil midir?

Farklılık olmadan isyan eder doğa, çürür, zehirler kendini; bizi biz yapan karşı bilinçler ve "Başkaları değil mi bizi doğuran?" Georges Bataille, "Korkuyu hissetmeden iç deneyim gerçekleşmez." diyor. Baskı ve yasaklar, varlığımıza, kendi kültürümüze  daha sıkıca tutunmayı öğretti, her darbe, sıkıyönetim ve olağanüstü hâller, özgürlük arzumuzu kışkırttı, bizleri ayakta tutan şey: Haklılığımıza olan inancımız ve yazmak! Korku kaçınılmaz bir duygu olsa da, bilincin temeline farkındalık yığınak yaparsa cesarete dönüşür. Bundan değil mi ki, acılarımızı varlığımıza eklemleyerek, güç kazanıp ve yazarak yaşamı dayanılır kılmaya çalışıyoruz.

SOKAKLAR NE ÇOK ACI BİRİKTİRDİ

Savaşın haki renkli atmosferinde, baskının, şiddetin ve ölümlerin ortasında büyümek, doksanlı yıllarda paydos saatiyle birlikte ıssızlaşan sokaklar ne çok acı biriktirip kan gölcüğüne döndü; savaş ve ölümler sonsuzluk gibi uzayıp gidiyor...  O yıllardan şimdiye sabah evden çıkarken helalleşmek ya da vasiyet etmek olmazsa olmaz bir duruma dönüştü, çünkü beyaz Renaulta ya da panzerlere bindirilenler bir daha geri dönmediler ve dönmüyorlar. Ölümlerin çetelesini tutup, ağıtlar kulaklarımızı tırmalarken, düşmanlığı bir varoluş koşulu olarak öğreten ve  itaati zorunlu kılan sistem, ürkütücü olmaktan öte, tümden yok edici bir felaket gibi tepemizde, bir  tür  yönetimsel deliriyum hâli yaşanıyor. Gerçeklik algısına müdahale eden, empati duygusunu bozguna uğratan, kin, nefret ve mafya ruhu aşılanan toplum, nasıl insani değerlere ulaşacak bilemiyorum.

Dikkat ederseniz, gerçekleri dillendiren, sağlıklı analizler yapan hiçbir aydına ve sanatçıya yer yok! Gazeteler basılırken, sivil toplum kuruluşları ve dernekler, TV' ler kapatılıyor, gazeteciler ölümle tehdit edilip dövülüyor, yalnızca düşüncelerinden  dolayı ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası veriliyor. Türkiye'de gerçek bir  sanatçı ve aydın sorumluğunu üstlenmek hiç de kolay değil! Yazınsal tarih, savaşa tanıklık eden birçok yazarın ve entelektüelin intiharını imliyor. Bu intiharları salt bireysel nedenlere dayandıramayız, birey olan toplumsal, toplumsal olan da bireyseldir aynı zamanda. Nerede özgürlük kısıtlanıyorsa, baskı ve şiddet  varsa, orada direniş vardır; eşitsizlik, iktidar ilişkilerini daha çok belirgin kılıp, işlerlik kazandırıyor.

HER ÇAĞ KENDİ SÖZCÜKLERİYLE ŞEKİLLENİR

Savaşın ve  travmanın acısı, izi kolay silinmiyor, bu acıyı ve tarihi en gerçekçi şekilde anlatan romancılardır; çünkü her çağ kendi karakterinde şekillenir, hatta sözcükler de. İstesek de istemesek de romanlarımızın ana teması acı, ölüm ve göç oluyor; yıllarca o ağıtlar içinde büyümek, telsiz, helikopter ve tank sesleri, bombalar ve biber gazları... Sonra, normal ölümlerin şans sayıldığı ve artık ölüm korkusunun  aşıldığı, göz pınarlarının kuruduğu coğrafyada yazmayı yaşayan bilir ancak. Her sabah kaygıyla haberlere bakarken, mutlu bir geleceğin düşünü kurmak istiyorum, tıkanıyorum, "Savaş var, savaş! Şimdi bilincim Mors alfabesi!" diye mırıldanıyorum. Sonra Pavese'nin sözünü anımsıyorum: "Savaş bir gün biterse, ya ölenleri ne yapacağız, neden öldüler?"