Çağdaş sanat neye benziyor?

Barış Acar: "Çağdaş sanatı sosyolojiden kurtarmak gerekiyor, sonra da sanat tarihinden. Yani piyasaya dönük, galeriler, kataloglar ve kurum adamı olan eleştirmenlerin egemenliğinde olan mevcut sanat tarihi yazımı pratiğinden."

Google Haberlere Abone ol

Ferhat Özgür

Barış Acar, halen Avusturya'da yaşayan ve araştırmalarını sürdüren çok yönlü bir sanat tarihçisi. Bir tarihçi olarak çağdaş sanat alanı üzerine uzmanlaşmasına karşın edebiyata ve sinemaya dönük azımsanmayacak sayıda çalışması da var. Çok sık olmamakla birlikte zaman zaman çağdaş sanat eserleri de üretiyor. Geçtiğimiz aylarda çağdaş sanat üzerine iki kitabı birden yayımlandı. Sel Yayıncılık’tan çıkan  Ters Dönmüş Bir Kaplumbağa ile Sanat Üzerine Konuşmalar daha çok teorik sorunlar etrafında dolanıyor. Yazarın avangardizm, küratörlük, sanat tarihi yazımı ve politik sanat gibi konulardaki makalelerini bir araya getiriyor. Kült Neşriyat'tan yayımlanan ve üç cilt olarak tasarlanmış Ekphrasis'in ilk cildi ise “Görünür ve Söylenir Arasında Geçitler” altbaşlığını taşıyor. Serinin “Çağdaş Sanatta Bireyleşmeler” adını taşıyan ikinci cildinin yayın hazırlıklarının sürdüğü bugünlerde Barış Acar'la Türkiye'de çağdaş sanatın problemleri üzerine konuştuk.

Kitapların 2000’li yılların Türkiyesi'ndeki çağdaş sanat tartışmalarına yönelik hem teorik hem pratik okuma önerileri sunuyor. Değişik dönemlerde değişik paradigmalara yaslanan yayınlanmış yazılarını bir araya getirirken istiflemede nasıl bir yol izledin?

Her şeyden önce iki kitabın da “praksis”e dönük bir tavrın ürünü olduğunu söyleyebilirim. Yani teori üzerine çalışıyorlar, ancak bunu sahadan ayrılmadan yapıyorlar. Sadece, Ters Dönmüş Kaplumbağa teorik alana daha yakın dururken, Ekphrasis pratikten yana konuşuyor. Kaplumbağa dört ana başlıktan oluştu: “Geç-Avangardın Türkiyesi”, “2000li Yıllarda Sanat Tarihi ve Türkiye”, “Müessesede ve Sahada: Türkiye'de Küratörlük” ve “Sanatın Politikası”. Haliyle epey kuramsal konular. Ekphrasis ise sergilerden, sanatçılardan, polemiklerden kurulu bir kitap. Üç cilt olarak tasarladık Ekphrasis'i. İlk cilt polemiklere odaklandı, sonraki ciltler 2000li yıllarda ürün vermiş sanatçılar üzerine yazılardan oluşacak. Bu anlamıyla Kaplumbağa için “mesafe”nin kitabı denebilir, Ekphrasis için ise “konuşma”nın.  baris2

Aslında yazarken hiçbir zaman daha sonra bunları kitaplaştırırım diye düşünmedim. Benim için yaşayan zamanın içinde olmak, bu anlamda süreli yayıncılık ön planda oldu hep. Lakin üzerine yazdığım konular hep sanat tarihi problemleri. Çağdaş sanatın tarihini nasıl yazacağımıza, kayıt tutmakla onu değerlendirmek arasındaki gerilime dönük yazılar. Bu yüzden rahatlıkla yukarıdaki temalar altında bir araya gelebildiler. Öte yandan günümüzde Türkiye'de sanat yayınları öyle pespaye durumda ki, artık başka mecralar aramak şart oldu.

SANAT TARİHİ NASIL YAZILIR?

Bahsettiğin durum James Elkins’in sanat eleştirisinin dünya çapında girdiği bunalıma ilişkin görüşlerini de akla getiriyor.  Sanat eleştirisini, sesi iyice cılızlaşan, giderek gündelik kültürel eleştiri kalabalığının arka planına itilen, nedeyse ölmekte olan ciddiye alınmayan ama buna rağmen arkasındaki piyasayla her yerde karşımıza çıkan bir disiplin olarak tanımlıyor.

Sanat eleştirisi ve süreli yayınlar bugün ya magazinden öteye geçmiyorlar ve ucuz habercilik peşinde koşuyorlar ya da kuramsal ve eleştirel hiçbir tavır almadan, kendi içlerine kapalı, dosyalarını aylar önceden tamamlayıp işlerini bitirmenin huzuruyla maaşlarını alan memurların gözetimi altındalar. Çağdaş sanat da kurumlarına benziyor haliyle. Türkiye'de çağdaş sanat ters dönmüş bir kaplumbağaya benziyor. Süreli yayıncılığa benzer şekilde, kitabın küratörlük üzerine olan bölümü çağdaş sanattaki bu dönüşümü tartışmak için temel materyali veriyor bize. Küratörlük tartışmaları Türkiye'ye nasıl girdi, nasıl gelişti ve nerede sonlandı. Kısa bir haritalandırma ve bir alımlama önerisi.

Öte yandan Kaplumbağa'nın ilk bölümünde konu edindiğim Geç-Avangard saptaması benim için önemli. Türkiye çağdaş sanatında 1992-1994 gibi başlayan yeni bir oluşum gözlemliyorum orada (2004-2006 sürecinde sonlandığını düşündüğüm) ve onun avangardizmle ilişkisini kuruyorum. Ancak bu süreç gerçekten çok tartışmaya açık. Viyana Üniversitesi'nde yürüttüğüm doktora tezim de bu konuya odaklanıyor zaten. Onun içinde politik olanın niteliğini ve sanatsal anlamdaki belirteçlerini arıyorum. Daha çok da Ranciere'in politika ve sanat kuramına yaslanarak. Kitabın son bölümünü oluşturan Gezi Direnişi üzerine yazılarda da buna dair izler bulmak mümkün. Tabii, sanat tarihi yazımı her zaman asıl soru olarak kalmaya devam ediyor. Avangardın izinde, hegemonik ve kronolojik olmayan/ determinasyonlara dayanmayan bir sanat tarihi nasıl yazılır sorusu.baris4

Türkiye'de çağdaş sanatın durumunu bir sanat tarihçisi olarak nasıl değerlendiriyorsun? Bunu hem çağdaş sanat üzerine yaklaşımını anlamak hem de sanat tarihinin iç dinamiklerini nasıl değerlendirdiğini anlamak için soruyorum.

Öncelikle çağdaş sanatı sosyolojiden kurtarmak gerekiyor, sonra da sanat tarihinden. Yani piyasaya dönük, galeriler, kataloglar ve kurum adamı olan eleştirmenlerin egemenliğinde olan mevcut sanat tarihi yazımı pratiğinden. Bu da ancak felsefe eylemini sanatların içinde yeniden örgütlemekle olabilir. Bence çağdaş sanat bunu yapabilecek yegâne alan. Bu yönüyle ben onu malzemeyle ya da üslupla sınırlamıyorum. Resimle de olur, videoyla da, performansla da. Asıl olan yaptığınız sanatın mekân ve zaman düzenleme kodları. Bu kodların hesabını çıkardığınızda neyin politik neyin “pseudo” olduğu da ortaya çıkıyor zaten. Ama çok ilginç tabii, bu kıstaslarla, örneğin en politik görünen işler patetik birer illüstrasyona dönüşürken, kıyıda kalmış, sessiz, kendi çapında iş gören yapıtlar kendi politikalarını öyle güçlü haykırıyorlar ki, çağdaş sanat eleştirisiyle rol kapmaya çabalayan sosyologlar onu görmezden gelmek için bin takla atıyorlar.

barisacar2

'SANATIN BAĞIMSIZLIĞI...'

Kitabın önsözünde Necmi Sönmez, İstanbul Bienali’nin etki alanını genişletmesiyle birlikte kendi takımlarını kurarak, belli bir sanatçı kuşağının bıktırıcı bir sergi ve yayın tekrarıyla “sanatın bağımsızlığı”na ağır bir darbe vurulduğunu iddia ediyor. Bu konuda söyleyeceklerin olabilir mi?

Elbette. Bu, sanat piyasasının işleme dinamiğidir. 90’lardaki kalkışmayı mobilize eden kişi ve gruplardan uzun uzun söz edebiliriz. Bunlar gizli değil. Bugün de bütün bu aktörler piyasanın içindeler. Kitabı oluşturan makalelerde de her biri isim isim anılıyor ve tartışma konusu ediliyor. Ancak bunu söylerken, 80lerdeki, 70lerdeki kalkışmaları, 50'lerdeki özelleşmeleri, Cumhuriyet'le birlikte ortaya çıkan kurucu aklı da aynı şekilde değerlendirmek gerektiğini unutmamalıyız. Tam bu noktada da bunun peşine düşersek sosyoloji yapmış oluruz diyorum. Bu gereksizdir demiyorum ya da ilgisiz. Ancak benim için çağdaş sanat açısından açıklanmayı bekleyen asıl mesele sanatçıların üretimlerinin piyasanın bu güdümü altında ve ona rağmen ne olduğu ve elbette sanat tarihinin bunu nasıl anlatısallaştırdığı. Keza “sanatın politikası” oralarda bir yerde gizlidir. Yoksa Carravagio'nun da Rembrandt'ın da patronu vardı. Onları sanatçı, yaptıkları şeyi de sanat yapan, “toplumsal belirlenim”in dışına taştıkları yerdir bana kalırsa. Sanatın bağımsızlığı sanat tarihine karşı da çalışır. Bu dönemi yakın zamanda daha iyi analiz edebileceğiz diye umuyorum.

Türkiye’de güncel sanatçının güncelliğini sorgularken sanatta Kant’ın “yüce” kategorisinin çöküşü üzerinde duruyorsun. Bunun yerine bu kategorinin dışlandığı bir karikatürvari tutumlardan bahsediyorsun. Sanatta felsefi bir argüman olan olan ‘yüce’nin dışlandığı örneklerin bilinçli stratejiler olduğuna inanıyor musun?

Belki de tümüyle bilinçdışıyla ilişkilidir. Bugünlerde bunun üzerine daha fazla kafa yoruyorum. Freud ve Lacan okumalarım yoğunlaştı. Çağdaş sanatı değerlendirebilmek adına “semptom” kavramını nasıl sanat tarihi terimi olarak kurabileceğimizi düşünüyorum. Yüce hâlâ önemli bir kategori. Kant'ın estetik teorisinden bağımsız tuttuğu “yüce”, Lyotard tarafından postmodern kopuşu işaret etmek adına sanatla ilişkilendiriliyor. Buna şiddetli itirazlar da var elbette. Benim kastım daha çok, avangard hareketlerden bu yana estetik teorisinin kendisindeki bir çatlak üzerine. Bunu modernizmden bir kopuş olarak almak gerekmiyor illa ki. Keza ne modernizm tek parça ne de postmodern denilen kopuşlar. Bunların içinde başka terimlerle ele aldığınızda bambaşka görünen patikalar var. Sanat işte bu patikalar arasında rizomatik ağlar örerek gündelik yaşama sızıyor avangard hareketlerle birlikte. Bu noktadan itibaren de “yüce”yle ilgili eski tartışma çöküyor. Kinik akıl ortaya çıkıyor. Karikatür bu noktada anlamlı. Keza kiniğin olumsuz anlamı kadar olumlu anlamı da var. Sloterdijk'ın Kritik der zynischen Vernunft'unda (Kinik Aklın Eleştirisi) bu detaylı biçimde işlenir. Bütün bir Stoacı geleneğin üzerine oturduğu başka bir zaman kavrayışı ve sistembozma girişimi. Çağdaş sanat da pek çok örneğinde bu stratejiyi kullanıyor. Kimi zaman gerçekten tarihin işleyişini zamanın lehine bozmayı başararak, kimi zamansa kendi kendinin karikatürü olarak.baris3

Sanat eleştirmenleri ya da kuramcıların bir biçimde küratörlük de üstlendikleri sayısız durumlar var. Kuramsal çalışmalarını yaparken bir sergi yapma fikri geliştirdin mi hiç, ya da uzun vadede böyle bir planın var mı?

Aslında küratörlük deneyimlerim de oldu. Ancak bunlarda hep başka bir strateji tutturmaya çabaladım. Küratörü değil, işi, konsepti, meseleyi önplanda tutmaya çalışan bir yaklaşım. Ankara Galeri Artist'te Uğur Güler ve Cansu Gürsu'yla yaptığımız Tual Bedenler ve Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar'daki Video Disiplinleri sergilerinden, Viyana'da Mekân68'de gerçekleştirdiğimiz kişisel sergilere kadar hepsi de bir probleme yaklaşma çabası oldu. Bunun yanında sanat yapıtları da ürettim. Zaten edebiyat geleneğinden geliyorum. Uzun yıllar öykü yayıncılığı da yaptım ve bu alanda deneysel denebilecek öykülerden oluşmuş Pıhtı adlı bir kitabım var. Aynı zamanda yazdığım haikuların bir kısmı yakın zamanda Ve Yayınevi tarafından Toz adı altında kitaplaştırıldı.

yenicikanlar YENİ ÇIKAN KİTAPLAR

Plastik sanatlar alanında da 2005'ten bu yana çok sık olmasa da yaptığım işler var. Genco Gülan'ın bir projesi olan Web Bienali'ndeki Godot Gelmeyecek işi, Defter Kazıyıcılar Kolektifi'nin sergisinde yaptığım Wölfflin'e Ağıt-01, Viyana Güzel Sanatlar Akademisi'nde sergilenen Ai Wei Wei'ye Yanıt bunlardan bazıları. Sanat kuramı üzerine yazmakla sanat üretmek arasındaki açıklık sanıldığı kadar büyük değil. Avangard deneyim de bize bunu söylüyordu. Yaşamı bütünleşmiş bir sanat yapıtı olarak kavrayabileceğimizi... Sanırım peşinde olduğum şeyin tam olarak bu olduğunu söyleyebilirim.