Pürüzsüz bir şenlik yoktur

Aslı Erdoğan 'Tahta Kuşlar' adlı öyküsünde, dünyanın şiddetine maruz kalmışlığın ortaklığının doğurduğu bağlar, ağlar kadar bağların pamuk ipliğine bağlı oluşunu, ağların zehrini de gösterir.

Google Haberlere Abone ol

Fatih Altuğ

“Edebiyat olarak, yazı olarak sağlık, eksik olan bir halk icat etmekten ibarettir. (...) Edebiyatın nihai amacı, sabuklamanın [hezeyanın] içinden bu sağlık yaratımını ya da bir halkın keşfini, yani bir yaşam olasılığını çıkarmaktır. Eksik olan bir halk için yazmak... (“için”, “yerine”den çok “yararına” anlamı taşımaktadır).”

Gilles Deleuze

Edebiyat şifalandırır. Hastalığı unutarak, bir kurtarıcıyı bekleyerek, haplara sığınarak değil; hastalığı ve dünyayı tecrübe ederek, yaşama açılarak, “yaşanabilir ve yaşanmışı boydan boya kat eden bir Yaşam Geçişi” olarak şifalandırır. İçinden geçtiğimiz / içimize geçen kapatıcı, daraltıcı, atalete düşürücü ve sindirici hâlleri tahrip ve tahrif etmek için şifalandırıcı edebiyat metinlerine dönmek, içe kapanışı değil için açılışını ima eder. Başkasına, yeryüzüne, evrene, uzaya açılış; ferah-feza oluş.

Aslı Erdoğan’ın Taş Bina ve Diğerleri (Everest Yayınları) kitabında yer alan “Tahta Kuşlar” öyküsü, bugünlerde yeniden okuyabileceğimiz bir sağlık girişimi. Almanya’nın Karaormanlar’ındaki bir hastanenin akciğer hastalıkları koğuşunda yatan verem ve astım hastası olan altı kadının hikâyesini özellikle Filiz’in tecrübesine odaklanarak sunan bir metin. Tarih doktoralı politik göçmen ve işkence mağduru Filiz, kardeşini Bosna savaşında kaybetmiş Hırvat Dijana, “içedönük bir eroinman eskisi” Beatrice, politik bir iftiraya maruz kalan kocasını ele vermediği için günlerce işkence gören Arjantinli Graciella ve Filiz’in Alman işçi sınıfından olduklarını düşündüğü Martha ve Gerda, bir hapishane gibi işleyen hastaneye, kültürlerinden, sınıflarından ve geçmişlerinden kaynaklanan farklarının gerilimi içerisinde kapatılmışlardır.

'GÜLÜNÇ BİR KUŞ'

Şiirselliğin kaybolduğu, kişisel trajedilerin “asalak bitkiler gibi varlığının özünü kuruttuğu” bir halin içerisinde Filiz kendisini tahtadan bir kuş gibi hissetmektedir: “Kanatları uçmaya değil de mekanik gürültüler çıkarmaya yarayan, cansız, aciz, gülünç bir kuş.” Varlığını ancak içe kapanarak, şimdiye ya da geleceğe değil de geçmişin travmalarına bağlanarak devam ettirebilmektedir. Hayat yalnızca işkenceye maruz kalmış bir kahraman olarak kendini kurduğunda bir anlama sahiptir.

tas bina Aslı Erdoğan, Taş Bina ve Diğerleri, Everest Yayınları

Hastalıkları ve geçmiş yaşantıları nedeniyle birbirine bir yaklaşıp bir uzaklaşan bu altı kadının, hafta sonu izinlerinde çıktıkları orman yolculuğu öykünün dönüştürücü ve şifalandırıcı dönüm noktasıdır. Yolculuk boyunca gerilimler, gruplaşmalar, ikilikler, kaçamak ilgiler, aşılması zor mesafeler devam etmektedir ama aynı zamanda bu yolculuk gözetimden, hastaneden, geçmişin yürümeyi zorlaştırıcı yüklerinden, yalıtılmış bireysellikten; açıklığa, ormana, yeryüzüne, farklarla birlikte kaynaşmaya, eksik bir halka doğrudur.

Sekiz ay sonra ilk defa dışarı çıkan Filiz, önce havayı teneffüs ve tecrübe eder: “geçmişin bütün kirini arıtan bir hava”. Bacaklarını serbestçe hareket ettirebilmenin, bedenini taşıyabilmenin hazzını yaşar. Ormanın “kaba”, “dünyasal” ve “baş döndürücü” kokusunu içine çeker. Ormanda ve birlikte yol aldıkça iki işkence mağduru, Filiz ve Graciella birbirine yaklaşır, daha önce rekabet ya da sakınımla deneyimlenen kader ortaklıkları trajik bağa dönüşür yürüdükçe. “Zehirli bir örümcek ağı” gibi olan bu bağ, birçok intihar girişiminde bulunan eroin bağımlısı Beatrice’i de kendine çeker.

Tahta Kuşlar”da kolaycı bir kaynaşma, pürüzsüz bir şenlik yoktur. Aslı Erdoğan, öykü boyunca dünyanın şiddetine maruz kalmışlığın ortaklığının doğurduğu bağlar, ağlar kadar bağların pamuk ipliğine bağlı oluşunu, ağların zehrini de gösterir. Geçmiş benzerliğinden, şimdiki hastalıktan ya da kapatılmış olmaktan çok, birlikte adı konmamış bir geleceğe yönelmenin, beraberce yürümenin, henüz imkânına varılmamış olanın ufkuna ilerlemenin getirdiği deneyim ortaklaşmasıdır söz konusu olan.

Birbirini yolda tanımanın beraberinde ormanı, başka türlü bir dünyayı tanıma da gelir. Filiz’le ormanın “ansızın yüz yüze gelmesi” sarsıcıdır. Orman, “vahşi, çok renkli, nabız gibi atan ritmiyle” Filiz’i “tozlu, kurak, fındık kabuğu dünyasından çıkarmış [ona] bambaşka bir varoluşunun tınısını” dinletmiştir. Yeryüzünde kök salmış olanı tanımak, hapishane olarak dünya fikrini aşan gökyüzüne doğru kollarını açmayı mümkün kılan bir hâldir.

'MOR DÜŞLER YOLU'

Ormanın içerisindeki sarp yokuşu birlikte tırmandıkça kadınların dayanışması artar, düşe kalka ama birbirlerine tutunarak zirveye varırlar. “Mor düşler yolu”nu gözler önüne seren bu zirvede kadınların kendilerini ırmağa doğru bırakışı ise öykünün zirve noktasıdır. Birlikte yola çıkan, tırmanan, nefes nefese kalan kadınlar şimdi kendilerini oluşa, bir yamaçtan el ele tutuşarak kaymaya, “cinsel arzuya benzer bir duyguya” bırakmışlardır. Kararın ötesinde bir hâlle bu çokluğa dahil olan Filiz işte bu arzu anında “ormanın, dünyanın, yaşamın koskocaman, yaralı yüreğini” avucunda tutuyor gibidir. Kendi acısını, dünyanın acısıyla buluşturduğunu hisseden Filiz, artık ağaca çarpmıyordur da ağaçla el ele tutuşuyordur.

Irmağın kıyısındaki kayalıklarda diğer kadınlar arzu uyandırıcı pozlar vermeye başlar, her hafta sonu aynı saatte bir iki üniversite öğrencisi erkek kanolarıyla ırmaktan geçmektedir, kadınlar kendi bedenlerini bu pozlarla o erkeklerin bakışına sunmaktadır. İlk bakışta yadırgatıcı olan bu sahnede odak erkeğin bakışından çok ruhsal acının ve bedensel ağrının arzuya dönüştürülüp bir poza bürünmesindedir. Graciella, memelerini açarken aslında işkence yaralarını da açıyordur, mağduriyetini içine kapanarak değil dünyaya açarak ifade ve ihlal ediyordur. Böylelikle bedeni sınırlarını genişletmekte, Graciella her an uçabilecek bir güvercini andırmaktadır.

Filiz ise ancak kendi kendisinin pozunu verebilmiştir. Bir tahta kuş olarak Filiz’in uçmayı unutmuş kanatları zorlana zorlana iki yana açılır ama hemen ardından güçten kesilerek kapanır ve Filiz’in gözpınarlarından akan iki damla ile öykü sona erer. Başarısızlığın, güçsüzlüğün ifadesi olan bir kapanış değildir bu, tam aksine bir sağlık girişiminin, şifalandırıcı bir tecrübenin açılışıdır. Yıllardır içine kapattığı ve kendisini içine kapatan acı, kendisini başkalarına, yeryüzüne ve tecrübeye açarak aşınma yolundadır artık. Üstelik şiddet uygulayan, kapatan ve daraltan bir cemaat halinin karşısında altı kadından oluşan bir halk oluşmakta ve bir yaşam geçişini cisimleştiren bu kadınlar yaşamın ferah-fezalığını kendi tekillikleri içerisinde açığa çıkarmaktadır.