YAZARLAR

Kimse ahşap bir masaya karşı koyamaz

Ellerimizle çalıştığımızda dünyaya daha çok müdahil oluyoruz, ona daha çok özen gösteriyoruz, dikkatimizi daha çok yoğunlaştırıyoruz. Başarısızlık karşısında daha mütevazı ve hayatta daha dengeli oluyoruz. Peki sistem neden dünya sadece zihin gücüyle çalıyormuş gibi hareket ediyor? Matthew B. Crawford’un ‘Eşyanın Dilinden Anlamak’ kitabı eşliğinde bir gezintiye çıkalım.

Dünyanın en entelektüel motosiklet tamircisi… Adı Matthew Crawford.

On dört yaşındayken bir elektrikçinin yanında çalışmaya başladı. Zanaatin inceliklerini ve çilesini öğrenirken, bir yandan diğer hevesini de tatmin etmeye çalışıyordu. Okuyordu. Hem de çok.

Matthew Crawford

Üniversite yılları bu ikinci hevesini tatminle geçti. Hayatta da o yönde ilerleyeceğini düşünüyordu. Chicago Üniversitesi’nde siyaset felsefesi doktorasını tamamladıktan sonra Washington’da bir düşünce kuruluşunda yönetici olarak işe başladı.

Çalışmasına çalışıyordu ama bir şeylerin yolunda gitmediğini hissediyordu.

Hep yorgundu. İşe yaramazlık hissi içinden çıkmıyordu. Canı sıkkındı.

Beş ay sonra istifa etti ve motosiklet tamirhanesini açtı.

Böylece hayatını rayına oturttu.

*

Crawford çok uzağa gitmiş sayılmazdı; ilk ve orijinal yörüngesine yerleşmişti sadece. Üstelik okumaktan ve yazmaktan da vazgeçmemişti.

Çiçeği burnunda bu motosiklet tamircisi, insanın hayatla, eşyayla, emekle giderek kaybolan ilişkisine değinen ve bu arada kendinin de fiziksel ve zihinsel iki dünya arasında bir sarkaç gibi gidip gelmesini inceleyen bir dizi makale ve kitap yazdı.

O kitaplardan biri epey ses getirdi. Shop Class as Soulcraft.

Türkçe’ye ‘Eşyanın Dilinden Anlamak’ ismiyle çevrilen kitap, insanın elleriyle, dolayısıyla kendi fiziki çevresiyle, dünyayla ilişkisini nasıl kaybettiğini ve dizginleri nasıl yeniden ‘ele’ alabileceğini anlatıyordu.

*

Eşyanın Dilinden Anlamak - Emeğin Değeri ve Anlamı Üzerine Felsefi Bir Tartışma, Matthew B. Crawford, Çeviren: Banu Karakaş, Metropolis Yayıncılık, 2019

2009 yılında yazılmış olan bu kitap, kanaatimce, yeni bir dünyanın yavaş yavaş şekillendiği son otuz-kırk yılın en önemli eserlerinden biri. Ne eskiye benzeyen ne de tastamam yeni olan bu geçiş dönemi, ne kadar süreceği belirsiz bu ‘araf’ için bir rehber.

Hansel ve Gretel, evlerine geri dönebilmek için geçtikleri patikalara ekmek kırıntıları saçıyorlardı ya… Bu kitap işte eve dönebilmek için bir pusula.

Kitapta, kendi tabiriyle “günümüzde kendine pek yer bulamayan bir ideali” savunuyor Crawford. “El becerisi ve etrafımızda inşa edilmiş maddi dünya karşısında bu becerinin bizi almaya sevk ettiği tutum. İster tüketici olalım ister çalışan, artık bu beceriyi kullanmamız pek beklenmiyor bizden, en azından çoğumuz için durum böyle.”

*

Bu basit bir konu değil. Herkes bir hobi edinmeli, herkes arada bir ellerini kullanmalı meselesi hiç değil.

Kitabın da dikkat çektiği üzere tüm dünyada emeğin tanımı yavaş yavaş değişti. Yeni sistem, yeni vizyon, yeni eğitim, el emeğini, zihinsel emeğin çok altında bir yerde değerlendirdi.

Ama bu değerlendirmenin gerçek hayatta bir karşılığı yoktu.

Hem iş güvencesi açısından karşılığı yoktu hem de mesleki tatmin açısından.

Bunun en dolaysız örneğini, taşrada pıtırak gibi biten üniversitelere ve onların mezun ettiği işsiz kitlelere bakınca görebiliriz.

Hayatta karşılığı olmayan bir eğitim… Zihinsel emeği önceleyen ama neticede zihniyle iş yapan emekçinin de prekaryalaşmasına yol açan, iler tutar bir yanı olmayan bir eğitim…

Neticede ne kol gücünün ne zihin gücünün hakkını verebilen bir eğitim…

*

Bir de şu var:

Kitap, düşünmekle eylemek arasına kalın bir ayrım çizgisi çekmenin, hele eğitimden itibaren bunu yapmanın her iki dünyayı zedelediğini de anlatıyor. Kökenleri Fordizm’e kadar giden ama mavi yakalı işçilerle sınırlı olmayan, beyaz yakalının plazadaki küçük bölmelerine dek uzanan bir bilinçsizlik hali.

Mavi yakalılar düşünmesin.

Beyaz yakalılar yapmasın.

İnsan daha nasıl yabancılaşır emeğine?

*

Bu küresel bir mesele.

Ama aynı zamanda kişisel de bir mesele.

Crawford’un kitabı, insanı en çok dünyayla kişisel ilişkimiz hakkında konuştuğu zamanlarda heyecanlandırıyor.

Bazı kitaplar okuru sadece düşündürmekle, meşgul etmekle kalmaz ona fazladan bir tatmin duygusu da verir. Orhan Veli’nin “içinde bir iş görmenin saadeti” demesindeki gibi, insana bir eylem mutluluğu bahşeder. Harekete geçmenin ya da besbelli geçecek olmanın mutluluğu. 

Crawford’un kitabı, bu mutluluğu esinleyenlerden. Okuyup bitirdiğinizde (hatta daha bitirmeden evvel) sizi kendi hayatınızın içinde ev ev, okul okul, dönem dönem dolaştıranlardan.

Bir okuma faaliyeti sonrasında şöyle bir soruyu sorduruyor size:

Zihin emeği ile el emeği arasında bir faillik farkı var mı? 

El emeği sizi daha hayatın içinde hissettiriyor mu?

İkisi yan yana var olamaz mı?

*

Olamaz mı sahi?

Crawford’un kendisi bu sorunun cevabı.

Yazar, insanın elleriyle çalışırken egosunun nasıl yontulduğunu anlatıyor (Crawford bu arada, ahşaptan pek hoşlanmıyor, ahşap ‘hippiler’ içinmiş; metali ve vidaları tercih ediyor).

Usul usul anlatıyor yazar:

Ellerinizle çalıştığınızda dünyaya daha çok müdahil oluyorsunuz, ona daha çok özen gösteriyorsunuz, dikkatinizi daha çok yoğunlaştırıyorsunuz.

Kitabı okurken bir resim kafanızda çok net biçimde canlanıyor. Ellerinizle çalışırken başarısızlık ve hatalar daha çok belli oluyor. Siz de o başarısızlık potansiyeli karşısında hep daha mütevazı hep daha dengeli duruyorsunuz.

Bu tür şeyler normalde insanın aklına pek gelmiyor.

Demek ki birtakım düşünceler ellerden geçiyor. 

*

“O zaman başa dönüyoruz. Kapak çatladı. Artık kapağı kaldırıp içindeki parçalara bakmanın ve bir şeyleri kendi kendimize tamir etmenin zamanı geldi.” Böyle yazmış Crawford.

Zamanı geldi gelmesine de…

Blockchain’in çıktığı çağdayız. Kripto paraların çıktığı çağdayız. Metaverse’in çıktığı bir çağdayız.

Hakikat-sonrasındayız.

Bu bir heyecan çağı. Çünkü her şey belirsiz, her şey sisler içinde.

Ama bir yandan da korku çağı. Çünkü her şey belirsiz, her şey sisler içinde.

Korkulu bir heyecan yaşıyoruz.

Somut gerçekliğe ihtiyacımız var. Yüzer gezen fikirlerin lafların imajların içinde, bir ölçek olsun sağlam toprağa basmaya, kuşla kurtla doğayla havayla eşyayla insanla dinlenmeye ihtiyacımız var.

Somutluğa ihtiyacımız var. Crawford’un cevabı belli: Ellerinizle bir şey ürettiğinizde ortaya tartışılmaz somutlukta bir şey koyuyorsunuz.

Bu bir tür sigorta. Özellikle de yeni hayatımızda. Örneğin sosyal medyanın giderek daha çok işgal ettiği hayatımızda.

Sosyal medyadaki laf ebeliklerinin sonu yok. İnternetin getirdiği göreliliğin sonu yok. O yüzden, hiç olmazsa bir miktar, azıcık bile olsa, somutluk gerekiyor.

Çünkü somut gerçekliğe karşı ukalalık yapılmaz. Ahşap bir masanın, bir elektrik devresinin, bir deri sandaletin gerçekliği sorgulanmaz.

Kimse uyduruk da olsa bir kilden heykelde ahlak aramaz.

Kimse ahşap bir masaya karşı koyamaz.

Ama masaya çok şey koyabilir.

Edip Cansever’in ‘Masa da Masaymış Ha’ şiirini hatırlayın.

“Adam yaşama sevinci içinde
Masaya anahtarlarını koydu
Bakır kâseye çiçekleri koydu
Sütünü yumurtasını koydu
Pencereden gelen ışığı koydu
Bisiklet sesini çıkrık sesini
Ekmeğin havanın yumuşaklığını koydu
Adam masaya
Aklında olup bitenleri koydu.”
Cansever’in ‘adamı’ masaya daha neler neler koyar; masa bir iki sallanıp dursa da dayanır. Adam da devam eder.

Masa somuttur çünkü. Taşır. Bütün hayatı taşır.

Katı olan her şeyin buharlaştığı bir çağdayız. Neredeyse düşüncelerimizden ibaretiz.

Verilerden, algoritmalardan ibaretiz.

Ellerimizle düşünmeye ihtiyacımız var. İşte güçte, eğitimde, hayatın içinde…

O ahşap masaya ihtiyacımız var.

*

PS1: Son iki hafta insanın yakın çevresiyle ilişkisini kaybetmesi üzerine yazmıştım. Önce ‘duyular’, sonra da ‘tamir hakkı’ üzerine. Bu yazı, onların devamı niteliğinde.

PS2: Metropolis Yayıncılık, Matthew Crawford’un kitabının girişine kendi sitesinde yer vermiş. Okumanızı öneririm. Kitabın çevirmeni Banu Karakaş’ın cuk oturan güzel yazısını da lütfen okuyun.

PS3: Eşyayla ilişkimize dair şu yazıyı da öneririm. Yiğit Ahmet Kurt’tan.

PS4: Nihayet, geçen hafta yazdığım ‘tamir hakkı’ konusunu işleyen, Sinem Dönmez’in şu yazısı da pek güzel.


Yenal Bilgici Kimdir?

Yenal Bilgici, gazeteci. 1979 İskenderun doğumlu. Siyaset bilimi eğitimi aldı. 2000 yılında gazeteciliğe başladı. Nokta, Aktüel, Newsweek, GQ Türkiye, Habertürk ve Hürriyet’te çalıştı; yazılı ve görsel birçok başka mecrada yazdı çizdi anlattı. Siyaset, kültür, tarih üzerine röportajlar yaptı, yapmaya devam ediyor. 2022 Ocak’ında Türkiye’de son dönemde yaşananları hakikat-sonrası çerçevesinde ele aldığı “Memlekette Tuhaf Zamanlar - Hakikat Sonrasıyla Geçen İki Binli Yıllarımız” isimli eseri Doğan Kitap’tan yayımlandı. 2019’da tarihçi İlber Ortaylı ile “Bir Ömür Nasıl Yaşanır” isimli, büyük ilgi gören bir nehir röportaj kitabı yayımladı, bu kitabı 2022 Şubat’ında yine Ortaylı ile söyleştiği “İnsan Geleceğini Nasıl Kurar” takip etti. Özellikle Avrupa gündemini takip etmeyi, toplum ve teknolojinin kesişiminden türeyen yeni dünya üzerine düşünmeyi, edebiyatı ve bir de bloglarında 'Eski Usul' ve 'Tuhaf Zamanlar’ yazmayı seviyor.