YAZARLAR

Kadranlı saat ile elektronik saat arasındaki fark

Saat aslında bir tür hapishanedir. Bile isteye, kendimiz için kurduğumuz bir hapishane. Doğaya ve hayata hükmetmek için zamanı ölçmeye çalışırız. Sonra o ölçülerden bir hapishane kurarız. Böyle rahat ettiğimizi düşünürüz. Bu rahatlığı çocuklarımıza da öğretmek isteriz. Ama onların buna ihtiyacı var mıdır?

Oğlumuzun geçen sene gittiği anaokulunda, günler çocuklara renklerle öğretiliyordu.

Pazartesileri kırmızı gündü (selam sana Marquez!); salıları mavi, çarşambaları turuncu, perşembeleri yeşil, cumaları sarı… Hafta sonunun rengi ise beyaz.

Çocuklar, günleri de gündemlerini de renkler üzerinden yönetiyordu: Turuncu gün sınıfta yemek yapılır, sarı günler okul erken biter, beyaz günler zaten en güzelleri… Çocuklara uygun bir yöntem; üstelik hemen de benimsiyorlar bu yöntemi.

Benim bazen işgüzarlığım tutar; geçen sene bir ara, bizimkine renklerin ‘biz yetişkinlerdeki’ karşılıklarını da öğreteyim dedim. Pazartesi salıyı da bilsin çocuk, değil mi?

Değilmiş.

“İhtiyacım yok” dedi. Yoktu da sahiden. Bana ne oluyorsa…

*

Pazartesi salıyı bu sene öğrenecekler. Bizimki de öğrenecek.

İlkokulla beraber bu ‘ciddi’ bilgiler de başlıyor. En ciddi bilgiler de, malum, zaman üzerine.

Birkaç hafta evvel, çocukluktaki zaman kavramı üzerine yazmış, “Çocuk zamanla tanışınca ne olur” diye sormuştum.

Bu yazıyla zaman meselesine devam etmek istiyorum. İki sebebi var: Birincisi, bunun insan hayatındaki en önemli eşik olduğuna inanıyorum.

İkincisi, yarın ilkokul birinci sınıf (ve anaokulu) çocukları için okullar açılıyor. Uyum haftası. Çocuklarımız, henüz tanışmadılarsa yarından itibaren resmi olarak zamanla tanışacaklar.

*

Evet, çocuklara zamanı öğretiyoruz. Çoğumuz benim gibi beceriksiz ve erkenci. Bazılarımız da fazla ısrarcı.

Biz zamanı biliyor muyuz ki?

Zamanların Sonu Üstüne Söyleşiler, Umberto Eco, Çev:Necmettin Kamil Sevil, 259 syf., Yapı Kredi Yayınları, 

Yıllar önce büyük bir zevkle okuduğum ‘Zamanların Sonu Üstüne Söyleşiler’ isimli kitaptan bir anekdot aktarmak istiyorum. (Jean Claude Carriére, Jean Delumau, Umberto Eco, ve Stephen Jay Gould’un yer aldığı bu söyleşi kitabını, 2000’li yıllara, yani ‘zamanların sonu’na gelirken YKY basmıştı).

Kitabı benden alan kişi geri getirmedi, o kadar zaman geçti ki onun kim olduğunu dahi hatırlamıyorum; üstelik kitabın baskısı da yok, size tam bir alıntı veremeyeceğim, aklımda kaldığı gibi aktaracağım. Hafıza-i beşer nisyan ile maluldür; o yüzden herhangi bir yanlışlık karşısında şimdiden kusura bakmayın.

Meselemiz şu:

Söyleşen kişilerden biri (yanılmıyorsam Umberto Eco), Hindistan’da katıldığı bir konferansta ilginç bir soruyla karşılaşır. Elektronik saatle, kadranlı yani akrep-yelkovanlı saat arasında ne fark vardır?

Elektronik saat, sadece bir ‘an’ı gösterir. O sırada içinde buluduğumuz o tek ve biricik anı. Kadranlı saate baktığınızda ise, sadece içinde bulunduğunuz anı değil tüm anları görebilirsiniz. Önceyi, sonrayı, şimdiyi… Hepsini birden. Nazım Hikmet’in dizelerindeki gibi “saat dört yoksun”u da görürsünüz, “saat beş yoksun”u da…

“Altı, yedi /ertesi gün / daha ertesi/ ve belki kim bilir…”

İşte kadranlı saatte bütün kim bilirler vardır. Bütün ihtimaller, imkânlar… Az şey midir bu?

*

Az şeydir aslında.

Çünkü saat aslında bir tür hapishanedir. Bile isteye, kendimiz için kurduğumuz bir hapishane. Doğaya ve hayata hükmetmek için zamanı ölçmeye çalışırız. Sonra o ölçülerden bir hapishane kurarız. Böyle rahat ettiğimizi düşünürüz. Kadranlı saat de neticede bu hapishanelerden biridir; yalnızca elektronik saate göre daha ferahtır.

Bugün saatler eskisi gibi revaçta değil. Zamanı bize akıllı telefonların ekranları gösteriyor. Genelde o ‘tek’ ve biricik anı gösteriyorlar. 

Çünkü biz o anın peşinden koşmayı seviyoruz. Tek ve sihirli anın peşinden…

Gündüz Vassaf, benzersiz eseri ‘Cehenneme Övgü’de bu koşunun beyhudeliğinden bahseder; “‘an’lar yoktur” der:

“Zaman var (mı)dır? Sonsuza dek hızla akıp giden yaşam vardır. Yaşam sürüp gider… gider… gider. Yaşam sürer. Biz de sürüp gideriz. Bir şeyler her zaman sürüp gitmiştir ve bir şeyler daima sürüp gidecektir.”

*

Çocuk bu sürekliliği anlar.

Yetişkin anlamaz. Anlayan yerleri bozulmuştur çünkü.

Yetişkinler ölçü ister. Zamanı ölçüp biçmek ister. Başlangıçları ve bitişleri görmek ister.

Bunun ilginç bir örneği Japonya’da. Madem yarın okullar açılacak, bu örneği anmanın da sırasıdır.

Geçen sene ‘Bells of Old Tokyo - Travels in Japanese Time’  isimli bir kitap okudum. Kitabın yazarı Anna Sherman harika bir fikir bulmuş; Tokyo’yu, yitip giden ya da pes etmeyip kalan, hâkim veya cılız ama illa hayatlara değen seslerin izini sürerek, onları takip ederek dolaşmış.

Bells of Old Tokyo - Travels in Japanese Time, Anna Sherman

Kitabın açılışında anlattığı ses… Var olduğunu hiç bilmediğim, artık öğrenmiş olsam da halen bir tür rüya, bir masal gibi gelen bir ses… Akşam üzeri saat tam beşte, sadece Tokyo’da değil, Japonya’nın dört bir tarafındaki şehirlerde, hoparlörlerden çıkıp, yaya geçitlerinin, trafik ışıklarının, hatta uzaktaki tarlaların üzerinden geçerek, evlerin, okulların, iş yerlerinin arasına dalga dalga yayılan ve nihayet şehrin tüm sakinleriyle birlikte okuldan çıkmış çocukların da kulağına ulaşan o ses…

Bir çocuk şarkısı. Yuyake Koyake.

Birkaç kaynaktan baktım; hepsi İngilizce’ye farklı farklı çevirmiş. İngilizce ara durağından geçerek, tüm yorumları üç aşağı beş yukarı içine alan bir fazla serbest çeviri de benden…

Akşam oldu, gün batıyor

Dağlarda çanlar çalıyor

El ele tutuşup eve gitmenin vakti,

Bak kargalar yol gösteriyor

Bütün çocuklar dönünce eve

Kocaman, pırıl pırıl bir ay tırmanır göğe

Altından yıldızlar bize göz kırparken

Kuşlar rüya görmeye başlamış bile

Eski bir Japon halk şarkısı bu. Her akşam çalıyorlarmış. Şarkının melodisi de sözleri de çok güzel. Dedim ya, masalsı. Eve dönmek gibi değil de kocaman, hatta karanlık bir ormana girmek gibi…  (Burada ve burada dinleyebilirsiniz; her iki video da çok güzel).

*

İyi de bu çağda çocuklara eve gitmelerini söylemeye gerek var mı? Tokyo’da hangi çocuk, çantasını sürükleye sürükleye o muazzam kalabalıkların içinden geçer de evine gider? Mahalle aralarından, bahçelerden, kırlardan geçtiğimiz bir çağda değiliz ki. Şarkı evet o çağlardan ama biz orada değiliz. (Gerçi bu şarkıyla başlayan ve Tokyo gecesinin metrolarında, neon ışıklı caddelerinde, kavşaklarında geçen bir film de harika olurdu.)

Melodi belli ki büyükler için. İnsan zamanın akışını görmek istiyor. İnsan günün nihayete erdiğini hissetmek istiyor. Zaman geçerken, insan da akıp giden zamanın içinden geçmek istiyor. Biz akşam ezanlarıyla büyüdüğümüz için bunu belki fark etmiyoruzdur.

Tabii bir de başka bir mesele var.

Cehenneme Övgü, Gündüz Vassaf, 243 syf., İletişim Yayınları

Zamanı düzenlemek, gündüzü geceden ayırmak, geceyi mühürlemek yönetici kesimde bir saplantıdır. Zordur geceye hükmetmek. Sistem, herkesi evli evinde ister. (Gündüz Vassaf ‘Cehenneme Övgü’de, bu konuyu da nefis anlatır).

Yani aydede gökyüzüne tırmanınca, bir başka düzen başlıyor. Gecenin düzeni. Sadece sistem değil, masallar da çocukları geceleri evinde ister.

Çocuklara zamanı öğretmek istememiz esasen bundan.

İnsanlar evinde otursun. Zamanı gelince kalksın, zamanı gelince yatsın.

Ama işte…

Herkes de ikna olmuyor.

Neyse ki olmuyor.

*

PS: Yuyake Koyake’li bölümü geçen sene blogum Eski Usul’da yazmıştım.


Yenal Bilgici Kimdir?

Yenal Bilgici, gazeteci. 1979 İskenderun doğumlu. Siyaset bilimi eğitimi aldı. 2000 yılında gazeteciliğe başladı. Nokta, Aktüel, Newsweek, GQ Türkiye, Habertürk ve Hürriyet’te çalıştı; yazılı ve görsel birçok başka mecrada yazdı çizdi anlattı. Siyaset, kültür, tarih üzerine röportajlar yaptı, yapmaya devam ediyor. 2022 Ocak’ında Türkiye’de son dönemde yaşananları hakikat-sonrası çerçevesinde ele aldığı “Memlekette Tuhaf Zamanlar - Hakikat Sonrasıyla Geçen İki Binli Yıllarımız” isimli eseri Doğan Kitap’tan yayımlandı. 2019’da tarihçi İlber Ortaylı ile “Bir Ömür Nasıl Yaşanır” isimli, büyük ilgi gören bir nehir röportaj kitabı yayımladı, bu kitabı 2022 Şubat’ında yine Ortaylı ile söyleştiği “İnsan Geleceğini Nasıl Kurar” takip etti. Özellikle Avrupa gündemini takip etmeyi, toplum ve teknolojinin kesişiminden türeyen yeni dünya üzerine düşünmeyi, edebiyatı ve bir de bloglarında 'Eski Usul' ve 'Tuhaf Zamanlar’ yazmayı seviyor.