Kadına karşı şiddetin ve şiddetle mücadelenin dili

Kadına şiddet probleminde hem suçlu hem de mağdur bağlamında spesifik bir kimlik söz konusu değil. Bunu Türkiye kontekstinde düşününce muhafazakar kadınlar da seküler kadınlar da, şehirde yaşayan da kırsalda yaşayan da, üniversite mezunu olan da ilkokul mezunu olan da şiddete maruz kalıyor. Aynı denklem, şiddeti işleyen için de geçerli.

Dilek Sarıgül / csgorselarsiv.org
Google Haberlere Abone ol

Hafza Girdap*

Kadına şiddet tıpkı diğer birçok suç türü gibi renk, din, dil, ırk ayırımı olmayan global bir problem ve suç. Başka bir deyişle, ne şiddeti gerçekleştiren ne de şiddete maruz kalan bağlamında tek bir kimlikten söz edilebilir. Dünyanın en gelişmiş ülkelerinde de en geri kalmışlarında da, en modern ve eğitim seviyesi yüksek olan toplumlarda da en geleneksel ve okuma-yazma oranı düşük olanlarında da, beyazlar tarafından da siyahların eliyle de vuku buluyor. Çünkü meselenin özünde çok önemli, çok kadim bir etken var: Ataerkil zihniyet! Problemin temel dinamikleri global olduğu gibi mücadeledeki esas ve ilk söylem de ortak: ‘Kadına şiddet evrensel bir suç ve insan hakları ihlalidir!’

Şiddet farklı formlarda meydana gelebilir:

- Fiziksel
- Psikolojik
- Cinsel
- Ekonomik
- Duygusal
- Çocuk evlilikleri

Kadına şiddet konusunda ısrarla savunduğum bir argüman var ve bir kez daha vurgulamak istiyorum. Şiddet olgusu ayrımcılık olgusundan ayrı ele alınıp değerlendiril(e)mez, değerlendirilmemeli. Çünkü kadına uygulanan şiddet bu ayrımcı söylemlerle ortaya çıkma gücü buluyor ve yine aynı söylemlerle bir haklılık zeminine oturtulmaya çalışılıyor. (1) Bu bağlamda asıl irdelemek istediğim konuya odaklanarak yazıya devam edeyim.

Tüm akademik çalışmalarımda ve aktivizm faaliyetlerimde argümanımı şu teori üzerine bina ediyorum diyebilirim: Kadına şiddetin temelindeki en önemli dinamiklerden birisi dil, çözümde ilk ve en etkili rol yine dilin. ‘Kız gibi ağlamak’ bir zayıflık metaforudur mesela ve ağlayan erkekler bu metaforla aşağılanır. Yani ağlamak kadınlara has olan, onların zayıflığını ve birçok konuda yetersizliğini gösteren bir haslettir ataerkil zihniyetin baskın olduğu toplumlarda. Başka bir örnekle tersi bir söylemden bahsedelim. ‘Kadına bak, tam bir erkek gibi güçlü /dayanıklı/mantıklı!’ Toplumda olumlu olarak nitelendirilen/iddia edilen birçok özellik erkeklere atfedilir ve bir kadın övülmek istendiğinde çoğu zaman bu özellikler kullanılır. Ayırımcılık ifadeleri ile başladık, şimdi biraz da cinsiyet rollerinde yine ayrımcı dile bakalım. Bugün aile yapılarına bakıldığında hem kadının hem erkeğin iş dünyasında aktif olduğu apaçık görünüyor. Gelir her ikisinin çalışması ile ortak sağlandığı halde bu durumun aileye dair iş bölümüne yansımadığı da oldukça aşikar. Basit örnekler üzerinden gidelim yine. Yemek hazırlama, çocukların bakımı ve ihtiyaçlarının giderilmesinde birinci derecede sorumluluk kadına yüklenmiş durumda. Elbette istisnalar sözkonusu, ancak bu oran maalesef çok çok az. Farkındaysanız ayrımcı söylem karakter özelliklerinden toplumsal cinsiyet rollerine kaydıkça ayrımcılık ufak ufak kadına karşı şiddete dönüşmeye başladı. İş dünyasına çevirdiğimizde merceği, bu defa da maaş haksızlıkları karşımıza çıkar. Yani kadın ve erkek aynı işi yaptığı halde kadının daha az ödemeye maruz kalması durumu. (2) Dil ve dilin gücü ile vurgulamak istediğim hususlar umarım biraz vuzuha kavuşmuştur. En basit ifadeyle ayrımcı dil/söylem çok hızlı ve kolay bir şekilde hak ihlaline ve ekonomik/psikolojik/duygusal şiddete dönüşüyor; bunun da fiziksel şiddete evrilmesi en çabuk ve kolay gelişen aşama. Kız çocukları ve kadınların eğitime, iş dünyasına, karar mekanizmasındaki rollere ulaşmasında yolların türlü zorluk ve engellerle dolu olduğu detayına girmeme gerek olmadığını düşünüyorum. Herkesin yolu bu kadim sorunu tecrübe eden bir kadınla mutlaka kesişmiştir.

Bu yazıda kadına şiddetin cinsel şiddet, taciz ve tecavüz boyutlarına da değinmek istiyorum. Ne zaman bir taciz veya tecavüz haberi söz konusu olsa akla gelen sorular ve suçlamalar genelde ilk ve ağırlıklı olarak kadına yönelik olur, hepimizin malumu. Hatta daha da korkuncu Türkiye’nin tarihsel sürecine bakıldığında taciz/tecavüzün yasalarda fonksiyonel olarak yer alması, buna has bir başlık olması 2000’li yılların başlarında gerçekleşti. Eren Keskin Hanım'dan dinlediğimde çok şaşırdığım bir realite var, 2005 yılına kadar bir cinayet eğer namus nedeniyle işlendiyse cezai indirim uygulanmasına dair. Günümüzde yasalarda özellikle İstanbul Sözleşmesi’nin imzalanmasıyla kadına şiddet suçlarına dair birçok madde olsa da maalesef uygulama noktasında hâlâ büyük problemler mevcut. Bunun en bariz ve güncel kanıtı geçtiğimiz haftalarda gündeme gelen taciz ve tecavüz hadiselerinde suçluların serbest bırakılması yani aslında devlet tarafından mağdurun değil de suçlunun korunması.

Yazının başında da ifade ettiğim gibi kadına şiddet probleminde hem suçlu hem de mağdur bağlamında spesifik bir kimlik söz konusu değil. Bunu Türkiye kontekstinde düşününce muhafazakar kadınlar da seküler kadınlar da, şehirde yaşayan da kırsalda yaşayan da, üniversite mezunu olan da ilkokul mezunu olan da şiddete maruz kalıyor. Aynı denklem, şiddeti işleyen için de geçerli. Problem bu kadar köklü, bu kadar yaygın olup, bunca mağdur yaratırken verilecek mücadelenin de aynı oranda hatta daha da güçlü olması gerekir ki kısa vadede somut çözümler elde edilebilsin. Yine maalesef diyerek belirtmeliyim ki, ataerkil zihniyeti en çok destekleyen, kadına karşı şiddeti en çok derinleştiren, en güçlü aktör içinde yaşadığımız rejimin ta kendisi. Bahsettiğimiz rejim, halihazırda insan haklarının en fazla ve en acımasızca, en geniş çaplı şekilde ihlal edildiği dönemin rejimi. İşte bu nedenle hak mücadelesi veren, kadına şiddetle savaşan birey ve gruplar dayanışma ile güçlerini birleştirmediği müddetçe hem rejim, hem populist liderler ve gruplar, hem şiddet eğiliminde olan bireyler güçlerine güç katmaya, şiddetlerini artırarak daha fazla hayatı mahvetmeye devam edecekler. Bu noktada yazımı sonlandırırken 14 Aralık’ta kaleme aldığım, Türkiye’de kamplaşmaların, mahalle ayrımlarının insan hakları söz konusu olduğunda dahi aşılamadığını vurguladığım ‘Birbirimize uzaylı gibi’ makaleme atıfta bulunmak istiyorum:

‘Tüm insan hakları mücadelesi veren bireylere, kurumlara, özellikle kadın derneklerine çağrıda bulunuyor; bölücü iktidarın kasıtlı bir şekilde ortaya attığı Kürtler, Aleviler, Ermeniler, FETOcüler gibi ayrımcı söylemleri reddedip sadece ve sadece baskıya, hukuksuzluğa, haksızlığa maruz kalan insanlar ortak paydasında buluşup yekvücut bir güç yaratalım diyorum! Ötekileş(tir)meyi engelleyebilmek; öteki demeden, kimliklere bakmaksızın hak mücadelesi için farklılıklarımızı kabul ederek, onların zenginliğinden beslenerek, birlikteliği inşâ edebileceğimize dair ümitle geçmişin kirli-düşmanca zihniyetinden kurtulmaya gayret ederek “Gelin birlik olup adalet için mücadele edelim” diyorum!’ (3)

* Kadın ve Cinsiyet Araştırmaları Akademisyeni, New York Stony Brook Üniversitesi 

(1) https://hafza-girdap.medium.com
(2) a.g.e.
(3) https://hafza-girdap.medium.com