Erken Cumhuriyet döneminde kadın cinayetleri: Medyada ortak ‘erkek’ dili

Yıldız Teknik Üniversitesi’nde yüksek lisans eğitimini tamamlayan araştırmacı Ebrar Begüm Üstün, 1923-1945 yılları arasında kadın cinayetlerinin 3 farklı İstanbul gazetesine yansıma biçimlerini inceledi. Üstün, “Üç gazete de kadına yönelik şiddet söz konusu olduğu zaman cinayetin suçlusu tarafına kadını koyuyordu” dedi.

Google Haberlere Abone ol

ANKARA - Türkiye’nin 2020 yılında da en önemli sorunları arasında kadınlara yönelen şiddet ve erkekler tarafından işlenen kadın cinayetleri yer alıyor. Kadınların erkekler tarafından öldürüldüğü, sosyal medyada “adalet” ve zanlıların “tutuklanması” taleplerinin dile getirildiği süreçte Ebrar Begüm Üstün, 1923 ile 1945 yılları arasında işlenen kadın cinayetlerinin medyadaki yansımalarını inceledi.

Yıldız Teknik Üniversitesi Sosyoloji Bilim Dalı’nda yüksek lisansını tamamlayan, Universus Sosyal Araştırmalar Merkezi'nde çalışmalarını sürdüren Üstün’ün kaleme aldığı, “Erken Cumhuriyet dönemi kadın cinayetlerinin İstanbul gazetelerine yansıma biçimleri (1923-1945)” başlıklı tez Yükseköğretim Kurulu Tez Merkezi'nde erişime açıldı.

ERKEĞİN EYLEMİNİ MEŞRULAŞTIRAN, AZINLIKLARI HEDEF GÖSTEREN HABER BAŞLIKLARI

Üstün’ün incelediği dönemdeki gazetelerde, “Mes’ud bir aile babası olan saf bir delikanlı bir aşk yüzünden katil oldu”, “Sinirli bir adamın işlediği cinayet”, “Sedat taparcasına sevdiği kadını nasıl öldürdü?” gibi erkeklerin eylemini meşrulaştırıcı söylemler yer alıyor. Öte yandan o dönemdeki incelenen gazetelerde, “Nişanlısını öldüren katil Yahudi”, “Kumarcı Yahudinin cinayeti” gibi ifadelerle azınlıklar da hedef alınıyor.

Suçun detaylarının ayrıntılarıyla verildiği, cinayeti kınayan veya onaylamayan ya da failin haklı gerekçelerinin olduğunu varsayan bir söylemin dikkat çektiği bu dönem haber metinlerini inceleyen Üstün’ün, tezinin içeriğine dair sorularımıza yanıtları şu şekilde:

‘KADIN CİNAYETLERİNDE TÜM DETAYLAR ÇOK ÇARPICI ŞEKİLDE OKURA SUNULUYOR’

Türkiye’nin bugün de en büyük sorunlarından olan kadına yönelik şiddete dair arşivde kalan haber metinlerini incelediniz. Teze karar verme ve yazım süreci nasıl gelişti? Kadın cinayetlerini araştırma sürecinde tanıklığınızın zor yanları oldu mu?

Yüksek lisansa başladığımda toplumsal cinsiyete yönelik bir çalışma yapmak istiyordum. Ders aşamasındayken Osmanlı Türkçesi kursu aldım. O zamanlar hocamız bu öğrendiğiniz seviyeyle matbuları, tefrika romanları gazete yazılarını okuyabilirsiniz demişti. Çok heyecanlandım. Sosyoloji öğrencisi olarak arşivden yararlanabilirim diye düşünürken kadın cinayetlerini çalışmak istedim. Sosyal medyanın gücüyle bu karşımıza çok çıkıyor, daha fazla sesimizi çıkarabiliyoruz ve o dönemde nasıl olduğunu görmek istedim. Hiçbir şeyle de karşılaşmayabilirdim. Kadın cinayeti dediğimiz şey gazetelerde karşıma çıkacak mı çok emin değildim ama yine de görmek istedim. Tezi nasıl sınırlandırabilirim derken erken cumhuriyet dönemini tercih ettim. Zorluk kısmıysa şöyle oldu. Biz bugün gazete haberlerinde kadın cinayetlerine dair bütün detayları görmek istemiyoruz. O dönemki kadın cinayetlerinde tüm detaylar çok çarpıcı şekilde okura sunuluyor. Bir kadın erkekle evin içerisinde kavga ettiklerinde ayağı kaydı derken, “kadın camdan aşağıya düştü beyni patladı” deniyor. Haber metnini bu şekilde okuduğum zaman zihnimde bu durumu tahayyül etmeye çalıştım. Bunların zihnimde tahayyül etmesi beni zorlamıştı. Öldürülen ya da ağır yaralanan kadınların direkt fotoğrafları yayınlanıyor bu dönemde. Bir kadın göğsünden yaralandığı zaman vücudu çıplak bir şekilde haberlerde paylaşılabiliyor. Bunlarla karşılaşmanın insanı korkutan tarafı var. Ama bunu yapmam gerekiyor dedim ve bu motivasyon yolumu açtı.

‘İNCELEDİĞİM ÜÇ GAZETE DE CİNAYETİN SUÇLUSU TARAFINA KADINI KOYUYORDU’

Üç farklı gazeteyi seçmemdeki ana amaç da buydu. Gazeteleri dövüştürmek. Ortada bir ideoloji var ve buna ataerki diyoruz, burada ortaklaşıyorlar mı, ayrışıyorlar mı, kadından mı yoksa erkekten mi yanalar bunu görmek istedim. Cumhuriyet gazetesinin karşısına bir miktar Son Posta gazetesini koymaya çalıştım çünkü çok partili hayata geçiş denemelerinde Serbest Cumhuriyet Halk Fırkası’nın kurulduğu dönemde bu partiyi Son Posta gazetesi destekliyordu. Cumhuriyet gazetesinin yaptığı güzellik yarışmaları var örneğin, bunlar ideolojik anlamda milliyetçi politikalarla çok özdeşleşmiş şeylerdi. Türk kadınının ne kadar güzel olduğunu ispat etmeye çalışıyorlardı. Cumhuriyet gazetesi bunları yaparken Son Posta’nın bunları eleştiren bir bakıma dalga geçen tavrı vardı. İlkdam gazetesinin Türkçü bir politikası vardı ve sade bir dille haber yapmayı, haberleri olduğu gibi aktarmayı hedefliyordu. Farklılık yakalayabilir miyim, diye düşündüm ama olmadı. Üç gazete de kadına yönelik şiddet söz konusu olduğu zaman cinayetin suçlusu tarafına kadını koyuyordu. Örneğin bir kadın tanımadığı bir erkekle konuşuyor, “Hak ettiğini buldu” deniyordu. Bu gazeteler birbirlerinden ayrılmıyorlar. Her konuda ayrılabilirler ama bu konuda ortaklar. Son zamanlarda Ozan Güven vakasında gördüğümüz erkek oyuncuların “Başına bir talihsizlik geldi” diyerek arkadaşlarını savunmaları da bunun bir kanıtı gibi.

‘ORTADA ‘AŞK’ YA DA ‘KISKANÇLIK’ OLMAYABİLİR’

Gazetelere yansıyan kadın cinayetlerinin gerekçelerini sınıflandırdığınızda, en belirgin gerekçenin “kıskançlık” ve “aşk” dolayısıyla olduğu tespitinde bulunuyorsunuz. Bu sınıflandırma süreci nasıl gelişti?

Bu cinayetleri incelerken haber metinlerini baz aldım. Herhangi bir şekilde mahkeme ya da polis kayıtlarına erişimim söz konusu değildi. Gazete dediğimiz de çok sansüre açık pozisyonda olduğu için şunu vurgulamak zorundayım. Ben haber metinlerini ele aldım. Haber metinlerinin ideolojisini ele almaya çalıştım. Böyle olduğu zaman çeşitli gerekçeler ortaya çıkıyor ve bu gerekçelerden en çok hangisi baskın bunu yorumladım. En çok “kıskançlık” ve “aşk” gerekçelerini gördüm. Bu gerekçeler nasıl ortaya çıkıyor? Ben metres kavramını kullanıyorum. O dönemde metreslik diye bir durum var. Şu an hafif meşrep kadınlık veya kadının pozisyonunu düşüren bir durum olarak söylemiyorum. O dönem İstanbul’a baktığımızda çok fazla savaş dulu olan kadınla karşı karşıyayız. Kadınların çocukları olabilir, çalışmıyor olabilirler ve bir erkeğe ihtiyaçları olabilir. Bu yüzden de nikahsız durumda erkeklerle aynı evi paylaşan kadınlar söz konusu. Bu kadınların hukuki anlamda evli statüsünde bulunmuyorlar. Bir adam bir suç işliyor ve 20 günlük hapis cezası alıyor. Az önce belirttiğim kadın başka bir erkekle yaşamaya karar verdiği zaman ne oluyor hapisten çıkan erkek kadını ya öldürüyor ya da yaralıyor. Bunun haber metinlerine yansıması şu şekilde oluyor. “Yine bir kıskançlık, aşk cinayeti”, “Kadın yüzünden yine cinayet işlendi”. Hep bu şekilde sunuluyor. Orada bir “kıskançlık”, “aşk” ya da “sevgi” olmayabilir. Yine de haberi yapan kişi bu söylemle haberi yazıyor.

‘HABER METİNLERİ ÖYLE BİR POZİSYON ALIYOR Kİ OKURLAR, ‘ERKEKLER MECBUR KALDI’YI GÖRÜYOR’

16 Mart 1939 Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan bir kadın cinayeti haberinin spotunda, “Mes’ud bir aile babası olan saf bir delikanlı bir aşk yüzünden katil oldu” deniliyor. Gazetelerin haberlerini inşa süreçlerinde erkek şiddetini meşrulaştıracak söylemler içermesi incelenen bu dönemde oldukça yaygın mı?

Meşrulaştırıcı dil çok fazla. Erkeğin mahkeme salonundaki “iyi hali”, kıyafetinin güzel olması, pişman olması, ağlaması, üzülmesi, “ben hata yaptım çok seviyordum” demesi, aile babası olması, bunların hepsi aslında belirli bir söylem içerisinde haber metinlerinde, erkeğe “yazık zavallı”, “mecbur kaldı”, “cinayeti işlemeye sürüklendi” demeye çalışıyor. Haber metinleri kadınları öyle bir pozisyona alıyor ki, okurlar ‘bu erkekler mecbur kaldı’yı görüyor. Öyle düşünmesine yol açıyor. Bu şekilde çok sayıda haber var.

‘SÖYLEDİKLERİ HER SÖZ ERKEKLERİN LEHİNE İLERLİYOR’

Bugün özellikle sosyal medyada, haberlerde katledilen kadınların değil de faillerin fotoğraflarının yaygınlaştırılmasına yönelik çağrılar var. Sizin inceleme yaptığınız dönemde fotoğraf kullanımı çok yaygın olmasa da yine çoğunlukla katledilen kadınların fotoğraflarını görüyoruz. Bu açıdan da geride kalan yaklaşık yüz yılda bir şey değişmemişe benziyor, ne dersiniz?

Geçtiğimiz günlerde Ayşe Paşalı’nın bir fotoğrafı paylaşıldı. Ayşe Paşalı’nın gözü hâlâ üstümüzde diye paylaşıldı. O dönemde erkeklerin genellikle üzüldükleri, pişman oldukları anları temsil eden fotoğrafları paylaşılıyor. İyi halden indirim alıyor bu erkekler. Söyledikleri her söz erkeklerin lehine ilerliyor. “Kıskandım” diyor indirim alıyor, “Namus adına öldürdüm” diyor indirim alıyor. Bunların hepsine baktığınızda eril tahakküm iş birliği olarak yorumlanabilir. Fotoğraflarda kadınların güzel halleriyle karşılaştığım oldu. Cinayet öncesindeki fotoğraflarıyla da karşılaşıyoruz. Kadının güzel temsil edilmesiyle “Bak zaten güzeldi, yaptı bir şeyler” diye düşünülmesine yol açacak bir anlam yaratılıyor. Örneğin bir Musevi kadın cinayeti fotoğrafı vardı. Kadının bedeni paylaşılıyor ve kadının üst bölgesi açık. Bugün toplumsal cinsiyet üzerinden haber nasıl yazılırı çok tartışıyoruz. O dönemde böyle bir şeyden bahsetmemiz mümkün değil. Fotoğraflara da çok açık şekilde cinayete kurban giden kadını alenen görebiliyoruz.

‘BU CİNAYETLER ATAERKİL SİSTEMİN ÜRETTİĞİ CİNAYETLER’

İncelediğiniz bu haber metinlerinde o dönemki ataerkil sistemin etkisi çok açık bir şekilde hissediliyor. Ataerkil yapıdaki dönüşüm sağlanamadığı için bugün biz yine aynı söylemlerin yaygınlaştırıldığı haberleri görüyor olabilir miyiz?

Tabii ki. Bunun için yapmamız gereken en önemli şey bilinci kazanmak. Toplumsal cinsiyete yönelik feminist bilinç gibi kavramları kazanmamız gerekiyor. Bunu da sadece kadınlar değil, erkeklerin de toplumun da bunu öğrenmesi gerekiyor. Bu cinayetler ataerkil sistemin ürettiği cinayetler. Bir kadınla bir erkek arasında ortaya çıkan cinayetler değil. Burada bir sistem var ve erkek kadını denetleyemediğini fark ettiğinde öldürmeyi tercih ediyor ve bunu “mübah” görüyor. Böyle bir şey hiçbir şekilde meşrulaştırılamaz ama bunu belirli söylemlerle meşrulaştırmaya çalışıyor. Bir erkek yeğenin teyzesini, çocuğun annesini öldürmesi ne demek? “Namusum” diyerek erkeğin bir kadını öldürmesi şunu söylüyor, “Ben denetleyemedim, onun namusu benim de namusumdu.” Bu durumda hem okur hem de halk “Doğru yaptı” diyor.

SON POSTA GAZETESİ HALKA SORUYOR

Tezime eklemedim ama söylemek istiyorum. Haber metinlerinde namus vurgusunu çok fazla görmüyoruz. Adı namus olsa bile cinayet “aşk” diye “kıskançlık” diye görülüyor. Namus daha taşraya ait bir söylemmiş gibi geliyor. Son Posta gazetesi o dönem halka iniyor. Halka, “Bir kadın kocasını aldatırsa onu öldürebilir mi” diyor. Bu soruya bir erkek, “Ben öldürmem, çok sinirlenirim ama beni aldatan bir kadını da öldürmem” diyor. Bir başka erkek ise “O anda ne yapacağım belli olmaz namusumdur öldürürüm” diyor. Bir kadına soruluyor. Kadın da, “Kadının namusu erkeğin üzerinedir tabii ki öldürecek” diyor. Bunu bir kadın diyor. Ataerkil işbirliğinin bu kadar sürmesinin temsilcisi de bu kadınlar. Erkekler bu ataerkil rejimi tek başına sürdürmüyorlar. Haber metinlerinde çok fazla namus vurgusuyla karşılaşmasak da halka inilip sorulduğunda bunun çok güçlü olduğunu görüyoruz. Hâlâ da 2020’de bunun izine rastlıyoruz.

‘ERKEN CUMHURİYET DÖNEMİNDE KADIN CİNAYETİ DİYE BİR OLGU SÖZ KONUSU DEĞİL’

Bugün kadın cinayetlerine karşı özellikle sosyal medyadan yükselen güçlü itirazın ardından hukuksal adımların atıldığını görüyoruz. İncelediğiniz haberlerde o dönemki hükümetlerin kadınlara yönelik şiddet karşısında sorumluluğuna dair herhangi bir ifadeyle karşılaştınız mı?

Tabii ki hayır. Karşılaşmadım. O dönem kadın cinayeti diye bir olgu söz konusu değil. Kadın cinayeti olduğu zaman bu bir ataerkil rejimin olgusu, sistem gözüyle zaten bakılmıyor. Bu cinayetler bir erkeğin sarhoş olması, çok sinirli olması, aralarında geçen anlaşmazlık neticesinde işlediği bir cinayetmiş gibi bakılıyor. Devletin söylemi zaten yok. Böyle bir şey için o dönemden bahsetmemiz mümkün değil.

ELZA NİYEGO CİNAYETİ

Elza Niyego cinayetinden bahsettim tezimde. 1927’de olan bir kadın cinayeti. Musevi bir kadın Ratıb paşazade Osman Bey adlı Türk bir erkek tarafından öldürülüyor. Erkek 50’liı yaşlarında ve kadın 20’li yaşlarında. Başlangıçta aşk cinayeti diye söylenen bir cinayet ama kadının erkeği istememesi söz konusu. Erkek evli, çocuk sahibi, iki eşi var ve bir yerlerde onu bırakan biri. Bir gün bu erkek elindeki bıçakla kadını öldürüyor. Kadın öldürüldüğü zaman haber metinleri “Saf bir kadın bunu öldürdü” deniyor. İktidar kadının yanında burada. Rıfat Bali’nin, “Bir Türkleştirme Serüveni” kitabında da okudum, onun da söylediği gibi kadın öldürülüyor ama üç dört saat cenazesi alınmıyor. 3-4 saat kadın orada bekletiliyor ama üzerine hiçbir örtü örtülmüyor. Annesi orada ağlıyor, polis gelmiyor, ambulans son anda geliyor derken kadının Musevi olması nedeniyle işin yavaşlaması söz konusu. Elza Niyego’nun cenazesine çok fazla Musevi katılıyor. Sonrasında da “Adalet isteriz” diye slogan atıyorlar. Cinayet onlar için bardağı taşıyor. Sonrasında haber metinlerine baktığımızda “Yahudiler de çok oldu” söylemini görüyoruz. Örneğin Cumhuriyet gazetesinin sahibi Yunus Nadi, 24 Ağustos 1927’de “Ya deve ya diyar” başlıklı köşe yazısı kaleme alıyor. Burada lafını “beğenmiyorsanız gidebilirsiniz”e getiriyor. Nadi yazısında, “Adalet istemenin perdesiyle kendilerini devletin makamına ikame etmek dâiyesine düşenler dahi yine bu müessesenin kahır adaleti ile kulaklarından tutulurlar ve layık oldukları mevkilerine sürüklenerek işte böyle kıç üstü oturtulurlar” diyor. Burada kadın öldürülüyor ama siz meseleyi milli mesele haline getirip erkeğin yanında yer alıyorsunuz. Fail akıl sağlığı yerinde değildir diyerek Bakırköy’e yatırılıyor, buradan kaçmaya çalışıyor fakat burada bir erkek tarafından öldürülüyor.

‘ÇOK OLUMSUZ VE ÜMİTSİZ OLMAK İSTEMİYORUM’

Suçun detaylarının ayrıntılarıyla verildiği haber metinleri aracılığıyla cinayeti kınayan veya onaylamayan ya da failin haklı gerekçelerinin olduğunu varsayan bir söylem tutturulduğunu görüyoruz. Bugün bazı yayın organlarının haberlerinde de bunları görmek mümkün. Geçen yıllarda bir şeylerin değişmemesi sizi şaşırtıyor mu?

Çok olumsuz ve ümitsiz olmak istemiyoruz çünkü mücadele ediyoruz. Haber ortaya çıkınca birisi çıkıp itiraz edebiliyor. Kadını suçlamayın erkek failin adını yazın diyorlar. O dönemde ne feminist bakış açısı ne de kadın cinayetlerine bakış söz konusuydu. Toplumsal bir sorun olarak görülmüyordu. 2020 yılında ben İstanbul’da yaşayan bir kadın olarak o dönemi kınayarak bakamam. O dönemi kendi içindeki dinamiklerle ele almak gerekiyor. Bu döneme bakacak olursak da ümitliyim çünkü bir kişinin attığı tweetle haber dili değiştiriliyor ya da haber siliniyor. Mücadele etmek gerekiyor. Yavaş ilerleniyor tam başaracağız derken birisi çıkıp “İstanbul Sözleşmesi feshedilmeli” diyebiliyor. Daha çok ses çıkarmak gerekiyor. İktidar dediğimiz olgu çok erkek alanına hükmeden ataerkil söylemi bünyesinde barındıran bir alan ama yine de mücadeleyi sürdürmeli ve umutsuzluğa düşmemeli, öyle de böyle de bir şeyleri öğretmeli diye düşünüyorum.