YAZARLAR

İstanbul Film Festivali: Kaybedenlerin kazandıkları

İstanbul Film Festivali ‘arayışta’ olan karakterlerin bazen çok uzaklarda bazen ise yanı başlarında olan ‘huzuru’ bulmalarına vesile olan kayıplarını anlatan sağlam bir film seçkisi sundu.

Bu yıl kırkıncısı düzenlenen İstanbul Film Festivali’nin çevrimiçi gösterimdeki filmlerinin bir kısmında gözümüze çarpan bazı ortak noktalar ve benzer yönler bulunuyor. Bizce bu ‘ortak’ noktalar filmlerin her birinin özgün yanını gölgelemese de günümüzde yaşanan politik, sosyal ve psikolojik önemli olayların da doğal olarak sinemayı etkilediğinin bir göstergesi oluyor.

Her ne kadar filmlerdeki karakterlerin ‘arayışları’, yaşadıkları ortam ve aşmak zorunda oldukları engeller farklılık taşısa da sonuçta her biri bir şeyi ‘onarmaya’, eksiğini tamamlamaya ve ‘kaybettikleri’ bir şeyi veya bir kimseyi bulmaya çalışıyor.

Bu ortak yönelimlerin sebeplerini toplumlarda korona virüsü dönemiyle tavan yapan ‘bireycilik’, Avrupa’da bir türlü dinmeyen ‘İslamofobi’ ve başta Fransa olmak üzere Avrupa ülkelerinde ‘sisteme’ karşı kendini gösteren başkaldırılar gibi konularla açıklayabiliriz.

Örneğin son film festivalinin dikkatimizi çeken noktalarından biri birçok filmde başkarakterlerden birinin ağır hasta, hatta ölümcül bir hastalık evresinde olmasıydı. Bunu tabii ki ‘moda olmuş’ bir özellik olarak saymak çok yanlış ve haksız bir yorum olur. Bizce bu durum günümüzde ne yazık ki daha çok karşılaştığımız ve ne mutlu ki çok daha çabuk teşhis edilebilen ağır hastalıkların artışından kaynaklanıyordu. Başka bir deyişle bu filmlerdeki karakterlerin ‘hasta’ durumda olmaları ekstra dramatik hava katmak veya senaryoyu melodrama kaydırmaktan çok daha öte bir insanlık koşulundan kaynaklanıyordu.

Bu festivaldeki bazı filmlerin ortak noktasına dönecek olursak…

ARAYAYAN KARAKTERLER…

Son İstanbul Film Festivali’nde gösterilen ‘Asla Ağlamam’, ‘180 derece kuralı’, ‘İki Aşığın Ölümü’, ‘Aşktan Sonra’ veya son izlediğimiz ‘Drunk Another Round’ gibi filmler, merkezine, hayatında belli bir denge oturtmuş ama yaşamakta veya yaşamış oldukları acı bir kayıpla bir ‘arayışa’ çıkan karakterleri koyuyordu. Aslında bu karakterler mutsuzdu; en azından çok mutlu değillerdi. Hayatlarının rutin akışından biraz bezmiş, yaşadıkları toplumun kendilerine ‘dikte’ ettikleri kuralların dışına çıkmamaya çalışan ve çok göstermeseler de içlerinde bir ‘rahatsızlık’ taşıyan kişilerdi. Verdiğimiz örneklerde kimi eşini kaybetmiş, kimi babasını hiç tanımamış, kimi ise meslek aşkını ve şevkini kaybetmiş karakterler gördük…

Yaşanılan bu kayıplar zamansal ve biçimsel olarak yakınlarında iki farklı dalgalanma yaratıyor: Bir grupta eskiden yaşanan bir kayıp veya kayboluş, zaman içerisinde belli ölçüde ‘sindirilmiş’ (veya değil) olsa da filmdeki karakterlerin iç dinamiklerini ‘sekteye uğratırken’,  bir diğer grupta ise yine hiç beklenmedik bir anda yaşanan kayıp zaten çok hassas bir dengede duran aileyi ‘çatlatıyor!’.

Örneğin ‘Asla Ağlamam’ filmdeki genç kadın karakter, hayatından zaten uzunca bir zaman önce ‘çıkmış’ olan babasının ölüm haberiyle başka bir ülkeye gidiyordu. Başta bu yolculuğu annesiyle yaşadığı maddi bir sıkıntıya çözüm gibi gören bu karakter zamanla kalan mirastan çok babasının aslında nasıl biri olduğu, kiminle yaşadığı ve daha da önemlisi geride bıraktığı annesiyle kendisini ne kadar önemsediği gibi soruların cevabını aramaya başlıyordu. Bizce babayla başlayan bu ‘arayış’ güzel bir ‘kendini sorgulama’ ile son buluyordu.

KOPAMAM SENDEN!

‘İki Aşığın Ölümü’ ise belli bir süre evli kaldıktan sonra ayrılmış olan, dört çocuklu bir çifti anlatıyordu. Deyim yerindeyse ‘kanlı bıçaklı’ bir şekilde ayrılmamış ve özellikle çocuklarının iyiliği için dönüşümlü olarak onlarla ilgilenen David ve Nikki, doğal başlayan bu süreçte çok ayrı noktalara gelmeye başlıyorlardı. Başta ayrı yaşamlar sürebileceklerine dair anlaşmış olsalar da Nikki’nin başka bir erkekle buluşmaya başlaması, David’in bütün tekrar yakınlaşma gayretlerini geri çevirmesi giderek onu daha yalnız, çaresiz hatta paranoyak bir hale sokuyordu. Utah’ın ıssız ve karlarla kaplı bir bölgesinde, bir türlü ‘No Man’s Land’de geçen bu hikaye, karakterler arasındaki mesafeyi ve aşılamayan pişmanlıkları bizi sonuna kadar hissettiriyor, final ‘patlamasıyla’ etkileyici bir iz bırakıyordu.

‘Aşktan Sonra’ ise bu iki filmden bir anlamda ayrışıyor, değindiğimiz ikinci gruba dahil oluyor. Burada Mary Hussain’in yaşamı kocasının ani ölümüne kadar daha çok rayında giden, belli bir huzur içerisinde ve ciddi bir sorun yaşanmamış gibi duruyordu. Bu beklenmedik ve acı kayıpla sarsılan Mary, eşinin nerdeyse 20 yıldır gizli bir aşkı olduğunu hatta bu kadından bir çocuğu olduğunu öğrenmekle ikinci bir şok yaşıyor adeta kocasını bir kez daha kaybediyordu. Bu durumla yüzleşmeye çalışırken, tesadüfler ve ‘yanlış anlaşılmalar’ sonucunda bu ‘ikinci’ aileye temizlikçi gibi gizlice sızan Mary, başta kendisine acı çektiren, bir miktar kızgınlık yaratan ve oluşturmaya çalıştığı dengesini kaybettiren bu ortamda ikinci bir hayat kuruyordu. Senaryosunun bel kemiğini basit bir ‘aldatma’ hikayesinden çok daha öteye kuran film, Mary’!yi Müslümanlığa geçmiş, dininin kurallarına oldukça bağlı bir kadın olarak tanıtarak, sanki birçok yapımda negatif düşüncelere sevk eden bir İslam yaklaşımı daha ayrı ve içsel bir çerçeveye oturtuyordu..

‘Drunk Another Round’ diğer örneklerden farklı olarak bir yakını değil meslek aşkını ve şevkini kaybeden ve bunun ciddi yansımalarını ailesinde de hisseden bir öğretmenin hikayesini anlatıyordu. Üç hoca arkadaşıyla başlayan ve adeta bir laboratuvar deneyi titizliğinde ilerleyen alkol içme süreci giderek zıvanadan çıkıyordu. Ancak bu sürede başkarakter hem hoca pozisyonunun gerçekten tadını çıkarıyor, hem de inişte olan evliliğine yeni bir heyecan katmayı başarıyor, çocuklarıyla kopuk ilişkisini onarabiliyordu. Başkarakterin finalde yaptığı ve adeta bütün ‘yüklerini’ dans ederek boşalttığı sekans ister istemez ünlü oyuncu Anthony Quinn’in oynadığı ‘Zorba/The Greek’ filminin sirtaki sahnesini anımsatıyordu!

Kısaca diyebiliriz ki bu seneki İstanbul Film Festivali ‘arayışta’ olan karakterlerin bazen çok uzaklarda bazen ise yanı başlarında olan ‘huzuru’ bulmalarına vesile olan kayıplarını anlatan sağlam bir film seçkisi sundu.


Kerem Bumin Kimdir?

1976 yılında Paris'te doğdu. 1994 yılında İzmir Özel Saint-Joseph Lisesinden mezun oldu. 1996-2000 yılları arasında Strasbourg Sosyal Bilimler Fakültesinde (USHS) Tarih ve Edebiyat bölümlerinde okudu. Ardından 2000 yılında İstanbul'a geri dönüp 2004 yılında Bilgi Üniversitesi Sinema/ Televizyon bölümünden mezun oldu. 2004 yılından itibaren çeşitli uzun ve kısa metrajlı sinema filmlerinde ve Belgesel filmlerde yardımcı yönetmen olarak görev aldı. Semih Kaplanoglu'nun 'Süt' adındaki sinema filminin ekibinde yer aldı. Son birkaç yıldır Yunan yönetmen Angelos Abazoğlu ile birlikte, Arte kanalı için Belgesel filmler üzerinde çalışmaya devam ediyor . Gazete Duvar'da sinema filmleri üzerine eleştiriler yazıyor .