YAZARLAR

İstanbul Film Festivali günlükleri: Bata çıka giden hayatlar!

Festivalin uluslararası yarışma bölümünde şimdiye kadar izleme fırsatı bulduğum dört film hakkında kısa kısa değinmeler yapmak istiyorum bu hafta.

39. İstanbul Film Festivali birinci haftasını geride bırakıyor. 9 Ekim’de başlayan gösterimler ayın 20’sinde sona erecek. Festival bu yıl Nişantaşı City’s ve Kadıköy sinemalarındaki fiziki gösterimlerin yanı sıra birçok filmi çevrimiçi alana taşıdı ve oradan seyirciyle buluşturuyor. Sinema salonlarındaki gösterimler pandemi önlemleri altında gerçekleştiriliyor.

Festivalin uluslararası yarışma bölümünde şimdiye kadar izleme fırsatı bulduğum dört film hakkında kısa kısa değinmeler yapmak istiyorum bu hafta. Filmlere geçmeden izlediklerim arasında ortak bir şey bulmak gerekirse, insanoğlunun tarihin en çaresiz anlarında yaşadığına tanıklık etmek istiyor gibi sinema adeta.

‘ÖTEKİ KUZU’

Polonya sinemasının yeni yüzyıldaki en önemli yönetmenlerinden Malgorzata Szumowska’nın “Öteki Kuzu”su önceki filmleriyle uyumlu bir anlatıya sahip. Beden meselesini anlatısının merkezine yerleştiren Szumowska’nın “Kadınlar”, “Beden” ve “Yüz” filmlerinde “beden” meselesine özel olarak ilgi gösterdiğini biliyoruz. İrlanda’da çektiği ancak ABD’de geçtiği izlenimi veren “Öteki Kuzu” da bedenleri tahakküm altına alınmış bir grup kadının hikayesi. Ormanın içindeki bir ‘tarikat’ı takip ediyoruz bu kez. ‘Çoban’ olarak çağrılan lider dışındaki herkesin kadın olduğu bu tarikat, haberlerini her zaman duyduğumuz beden sömürüsü üzerine inşa etmiş dilini de. “Eşler” ve “kız kardeşler” olarak iki gruba ayrılmış kadınlar ve erkek çocuklar belli ki yaşama şansı bulamamış. Hikayenin bugünde geçtiğini, “eş” olan kadınların geçmişlerinde ‘medeniyetle’ temas etmiş ama hayal kırıklığına uğramış insanlar olduklarını anlıyoruz satır aralarında. Mutlak kudretini ‘eşler’ üzerinde gösterebilen ‘çoban’, başını Selah’ın çektiği ‘kız kardeşler’e diş geçirmekte zorlanmaya başlıyor. “Öteki Kuzu”, kadınların ‘çaresizliği’nin istismar edilişini, dini duyguların iktidar kurmakta nasıl da kullanışlı bir aparat olduğunu, erkekliğin kendisine kutsiyet atfetmek için ilahi gücü yardıma çağırmaktan imtina etmediğini anlatmakta oldukça mahir. İrlanda coğrafyasının sunduğu olanakları kullanmakta da öyle. ‘Öteki kuzu’nun annelerinin kaderlerini paylaşmak istememesi ile değişiyor her şey. “Öteki Kuzu”, “Beden” ve “Yüz” kadar çarpıcı değil açıkçası, hatta fazlaca öngörülebilir. Ama yönetmenin görsel tercihleri ve atmosfer yaratma becerisinin etkisiyle soluksuz izleniyor.

 ‘OĞUL-ANA’

Soluksuz izlemekten söz açılmışken Mahnaz Mohammadi’nin yönettiği “Oğul-Ana”yı anarak devam edelim o vakit. Yazıp yönettiği "Sheytan Vojud Nadarad" filmi ile bu yıl Berlin’de Altın Ayı ödülünü kazanan Mohammad Rasoulof’un senaryosu “Oğul-Ana”nın öne çıkan yönü. Leyla, ergenliğe girmek üzere olan bir oğul (Amir) ve henüz bebek olan kızıyla yalnız kalmış bir kadındır. Fabrikada çalışıp hayatını sürdürür. Ancak günümüz İran’ında yalnız bir kadının hayatın zorluklarıyla baş edebilmesi oldukça zordur. Kazım isimli bir servis şoförü Leyla ile evlenmek ister, ancak evde ergen bir kızı olduğu için Amir’i evde istemez. Film, İran sinemasından alışık olduğumuz gündelik hayatın akışında sıkışıp kalmış, ekonomik sıkıntıların, ağır muhafazakârlığın, toplumsal baskının altında ezilen, giderek daralmış çemberin dışında ne olduğunu göremeyen sıradan insanların hikayesi. İlk bölümü Leyla’nın gözünden izlerken, ikinci bölüm oğulun gözünden anlatılıyor. Günümüz İran’ında kadın olmanın zorluklarını hamasete girmeden, günlük hayatın dilinden çıkartıp önümüze koymayı başarıyor film. Bunu yaparken Kazım ve Amir’in sistemin çarkları içinde maruz kaldığı uygulamaları da ihmal etmiyor. İran sinemasının günlük hayatın içinde yatan hikayeyi bulup çıkarma maharetine, sıradan insanların yaşadıklarının toplumsal/politik kodlarını göstermekteki zekâsına bir kez daha şapka çıkarmamızı sağlıyor “Oğul-Ana.”

‘YANKILAR’

 2006’da “Síðasti bærinn” ile Oscar'a, 2008’de “Smáfuglar” ile Cannes’da kısa film dalında aday olan Rúnar Rúnarsson’ın iyi bir yönetmen olmasında şaşılacak bir durum yok haliyle. İlk uzun metrajı “Volkan” ve ardından gelen “Serçeler” ile İzlanda sinemasının öncülerinden birisi haline gelmişti. Ülkesine bir saygı duruşu olarak da okuyabileceğimiz “Yankılar” aynı zamanda bu yazıya da başlık için ilham veren yapım oldu. Spoiler olmayacağı için rahatlıkla yazabiliriz. Birbiriyle alakası yokmuş gibi görünen 56 sahneyi art arda izledikten sonra denizin içinde bata çıka ilerleyen bir teknede bitiyor film. Bir tür ülke metaforuna dönüşüyor bu sahne ve geriye dönerek izlediğimiz her şeye anlam katıyor. Karmaşa gibi görünen her şey düzen kazanıyor. Noel öncesi İzlanda’sından gördüğümüz her kare bu küçük ülkenin ruhunun bir parçasını sunuyor seyirciye. İşçi sınıfının düşürüldüğü halden kilisede şarkı söyleyen çocuklara, politika nedeniyle kavga edenlerden Noel ağacı seçmek için yapılan tartışmaya, organik turizm için ailesinin evini yakmaya kadar uzanan bir ülke seremonisi adeta. Rúnar Rúnarsson çok riskli bir işin altın girmiş açıkçası. Ama parçaları öylesine güzel yerleştiriyor ve finalde bütün ülkeyi bir teknenin denize batıp çıkan ucunda birleştirmeyi başarıyor.

 ATLANTİS

Ukrayna’nın siyasal olarak Sovyet sonrası travmasını atlatamamış olması sinemada da kendisini hissettiriyor sanki. Geçen yıl izlediğimiz “Donbass” hem geçmişin hem de bugünün (Rusya ile yaşananlar) travmalarının açığa çıkardığı hikayeleri anlatıyordu. Valentyn Vasyanovych imzalı “Atlantis” de bundan azade olamıyor. Üstelik kurmaca bir gelecekte geçiyor olmasına rağmen, her sahnesinde bugünü hissettiriyor. “Atlantis”, 2025 yılında büyük Ukrayna- Rus savaşının sonrasındaki farazi bir tarihe götürüyor bizi. Savaşın ardından travmayı atlatamayan Sergey’i takip ediyoruz. Ama filmin ilk dakikasından sonra ancak 50. dakikada görebiliyoruz yüzünü. Valentyn Vasyanovych, neredeyse filmin tamamında kamerasını sabit bir yere koyuyor ve ne oluyorsa onun önünde oluyor. Asla yakın plan girmiyor, hep geniş ölçekte anlatmaya soyunuyor. Ama bu sabitlik, bir yandan da ülkedeki gelişmelerin durağanlığının, umutsuz ve çıkışsız bir geleceğin işareti gibi. Vasyanovych, görüntü tercihlerinde genel planda kalmayı, manzaranın resmini çıkarmayı, bugün ülkesinin içinde bulunduğu karamsarlık hissini kurmaca bir gelecekte de inşa etmeyi tercih ediyor sanki. Yönetmenin dünya tasvirinin dikkat çekici bir yanı da dijital değil, endüstriyel bir çağda yaşanıyormuş izlenimi vermesi. Bu bakımdan gelecekte yaşanacak bir Ukrayna-Rus savaşından çok, sanki 90’ların başında yaşanmış bir Sovyetler Birliği-Ukrayna savaşı izliyormuşuz gibi. Devasa fabrika siluetleri, kaynayan kazanlar, eriyen çeliklerle post endüstriyel bir distopya adeta. Ama işte bu görüntü biraz yakınlaşınca; Sergey, Katya ile tanışıp savaşta kaybolan cesetleri bulan ekibe dâhil olunca bildik bir yere sıkışıp kalıyor anlatı. Aynı mezardan çıkan Ukrayna, Rus ve Donbass savaşçısı ile ‘herkesin kaybedeceği’ mesajı veriliyor ve ‘sevginin’ bu karanlığı yenmek için yeteceği umuluyor.