İmtiyazları yitirme korkusu

Bugüne kadar denizi yakından göremeyen bir genç, bayramda ücretsiz ulaşımın sunulmasıyla annesi ve babası ile ilk defa Eminönü’ne geliyor. “Denizi ilk kez bu kadar yakından gördüm” diyor.

Google Haberlere Abone ol

Resmî tatillerde ve özel günlerde, özellikle İstanbul gibi yerlerde, toplu ulaşımın belediyeler ve kurumlar eliyle ücretsiz sunulması bayram tatilinde İstanbul’da kalanlar için bir eziyet şeklinde ele alındı. Kimileri bu ulaşımın ücretsiz sunulması durumundan şikâyet ederek neredeyse “Halk plajlara akın edince, vatandaş denize giremiyor” cümlesine paralel cümleler kurdu. 

Bu ve paralel cümleleri kullananlar zaten kendilerini imtiyazlı vatandaş kategorisinde gördüğü için bayram tatilinde gitmesi gereken mesafenin gerekçesini seyahat eden “halk”ın gerekçesinden üstün bir yere koyarak, hiyerarşiler oluşturmakta, kendi imtiyaz setlerine bir saldırı olarak bayram tatilinde ücretsiz ulaşımı plansız ve gereksiz diye nitelemekte, kentin imkanlarından faydalanmayı yalnızca kendi ayrıcalığı olarak görmekte. Oysa bu gereksiz ve plansız olarak görülen ücretsiz ulaşımın kimileri için aslında ne kadar hayati olduğu şu kısacık örnekten bile görülebilir; İstanbul’da yaşayan ama bugüne kadar denizi yakından göremeyen bir genç, bayramda ücretsiz ulaşımın sunulmasıyla annesi ve babası ile ilk defa Eminönü’ne geliyor. “Denizi ilk kez bu kadar yakından gördüm” diyor. Anne ve baba evden sandviç getirmiş çocuğuna ise balık ekmek ısmarlamışlar. Buradaki derin yoksulluk bir yana, bu duruma yönelen bakış durumu gerçek dışı, bu imkânı plansız ve gereksiz görerek kendi imtiyazlar setine bir de gerçeği ve yalanı ayırt etme kudretine sahip bir otorite pozisyonu ekliyor.

Bu örnek temel bir kamu hizmeti olarak ulaşımın ücretsiz olmasının, kamusal mekanların kenti paylaşan tüm herkese açık ve ulaşılabilir olmasının basit ama hayati önemini açığa çıkarıyor. Gencin “denizi ilk kez bu kadar yakın görebilme”sini engellemeyi, denize hep yakından bakan, denize yakın doğarak bu hakkının kalabalıklar tarafından gasp edildiğini düşünen kimselerin zihniyeti oluşturuyor. Bu zihniyetle yönetici olarak başa gelenler, örneğin ilçenin belediye başkanları buralarda oturmamakta ve ilçenin neden cazibe merkezi olmadığını düşünme gayretini bile göstermemekte. 

Oysa bu durumdan şikâyet edenlerin, kendi imtiyazlarının elinden alındığını düşünenlerin bilmediği ama şu son seçim döneminde de açığa çıkan bir durum var: Halkın feraseti. Halk yıllarca bu kibri ve aşağılayıcı dili gördüğü için AKP doğdu, aynı nedenlerle AKP güç kaybetti, muhalefet güçlendi. 

Ücretsiz ulaşım sonucu oluşan kalabalığı ve yoğunluğu merkeze bir saldırı biçiminde ele almak merkez ve çevre ilişkisini bilmemekten kaynaklanıyor. İstanbul özelinde konuştuğumuzda periferide oturan ve örnekteki genç gibi denizi hiç yakından görmeyen büyük bir çoğunluk var. Örneğin İstanbul’un Arnavutköy ilçesinde oturan biri, Eminönü’ne geldiğinde ona sorulan neredesin sorusunu şu cümleyle cevaplıyor: İstanbul’dayım. İstanbul burada oturan bireylerin zihninde Eminönü, Beyoğlu, Kadıköy, Üsküdar, Fatih olarak yer bulurken kendi oturduğu ilçe İstanbul’a bağlı uzak bir dağ köyü kategorisine dahil oluyor. Kendi oturduğu yeri böyle algılamasına yol açan durum ise temel hizmetlerden mahrum olması. İstanbul’un kimi mahallelerinde henüz kanalizasyon gibi temel altyapı hizmetinin olmadığı da bir gerçek. Bu gerçek ve bunu görmeyen bakış arasındaki gerilim İstanbul’u birkaç ilçeden müteşekkil bir yer kılıyor. Bu bakışa karşıt kampanyalar seçim sürecinde pek çok aday tarafından kullanıldı ve olumlu sonuçlar verdi. Örneğin CHP’nin Arnavutköy’deki adayı Tekin Aras, seçim kampanyasını bu bakış üzerinden kurarak merkez-çevre ilişkisini görünür kılmaya çalıştı. Merkez cazibelerle donatılırken çevrenin temel ihtiyaçlardan yoksun bırakılmasında, kamusal imkanların buralarda yeterli düzeyde bulunmamasında bilinçli bir tercihin ve kaynakların fütursuzca kullanılmasının etkisi var. 

Öte yandan denizi ilk defa bu kadar yakından gören bu genç ve ailesi gibi insanlara bayram tatilinde yönelen bakış, periferide ve merkezde yaşayan derin yoksulluğu görmeyi imkansızlaştırıyor. Zira bu bakış muhalif ve solcu olarak kendilerini tanımlayan kesimde de yaygın bir şekilde görülebiliyor. Kamusal alanda bunu söylemekten imtina eden ve imtiyazlarına halel gelebileceği endişesiyle dillendirmeyen kimseler, bire bir kurulan ilişkilerde, alkol masasında bunu dillendirerek hiyerarşilerle kurduğu alanını pekiştiriyor. Yerel seçimlerde muhalefetin kazanmasını bu kimseler laiklik geri gelecek diye lanse ediyor. Zira bu kimseler iktidarın el değiştirmesini laiklik üzerinden, laikliği de Üsküdar Migros’ta alkol satılması, Gaziosmanpaşa’da alkol içilebilecek mekanların yaygınlaşması üzerinden okuyor. Ötekinin durumu, derin yoksulluk gibi durumlar onlar için çok sonra gelen ve zaten onlardan çok uzak deneyimler. 

Gencin hikayesini gerçek bulmayan pek çok kimseye yoksulluğun cevabını Necmi Erdoğan Kayıp Halk’tan versin: “Yoksulluk görünmez olmak, görülmek istenmemek, görünmez kılınmaktır. Ama aynı zamanda yoksul haliyle küçük düşürülmemek için görülmeyi istemediği halde seyir ve merak nesnesi olmaktan kurtulamamak, görülüp görülmeyeceğini belirleyememektir”. Daha detaylı, gencin öyküsü gibi “gerçek bulunmayan” yoksulluk hallerine Hacer Foggo’nun yazıları, Necmi Erdoğan’ın hazırladığı kitaplar üzerinden bakılabilir.  

Ancak bu yoksulluğun biçimlerini bizzat görmek isteyenler toplu taşımayla Eminönü’nden Avcılar’a, Beşiktaş’tan Arnavutköy’e gitmeyi deneyebilir ve orada çalışan insanların nasıl bir hayat pratiği içerisinde olduğunu görebilir. Ama görmemek, buna tenezzül etmemek, bunu dillendirmemek belli bir bakıştan ileri geliyor. Bu kimselere yönelen bakışa kendi imtiyazlarını yitirme korkusu eşlik ediyor. Oralara giderlerse şunları görmeleri işten bile değil: Periferide yaşayıp deniz görmeyen ama ilk okulda deniz resmi çizip maviye boyayan eller, hiç metroya binmeyen anne babalar, ek iş yaparak hayatlarını sürdürdüğü için bayram tatilleri dışında tatili olmayan, yıllık izinlerini kullanmayan kimseler, bayramda aldıkları harçlıklarla İstanbul’a gelmeyi düşünenler, çocuğunu hastaneye götüremeyenler, hastaneye erişimi olamayanlar… Gerçek bu kadar yakın ve bu kadar uzak.