İlhan Taşcı: Karakterlerin hepsi aynı yaşamın ayrı birer yabancısı

Gazeteci-yazar İlhan Taşcı'yla Kırmızı Kedi Yayınları tarafından yayımlanan ilk öykü kitabı 'Rüzgârımı Kestiler'i konuştuk. Taşcı, "Lise yıllarımdan itibaren yazmayı düşlediğim ilk kitabım" dedi.

Google Haberlere Abone ol

Kardelen Toplu

DUVAR - Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü'nden mezun olan ve meslek hayatına Cumhuriyet gazetesinde başlayan İlhan Taşcı, kitapları ve yazılarıyla Türkçe’ye katkılarından dolayı Dil Derneği tarafından 2017 yılında Onur Ödülü aldı. Cumhuriyet Halk Partisi kontenjanından 2017 yılında TBMM Genel Kurulu’nda yapılan seçim sonucunda Radyo ve Televizyon Üst Kurulu üyeliğine seçilen gazeteci ve yazar Taşcı’nın ilk öykü kitabı 'Rüzgârımı Kestiler', Kırmızı Kedi Yayınları tarafından yayımlandı. 

Taşcı'yla öykülerine hayat veren kahramanlarından yola çıkarak gurbetlik halleri üzerine konuştuk. 

'LİSE YILLARIMDAN BERİ YAZMAYI DÜŞLEDİĞİM İLK KİTABIM'

İlk öykü kitabınız olan 'Rüzgârımı Kestiler', Kırmızı Kedi Yayınevi tarafından yayımlandı. Daha evvel yayımlanan bir romanınız var ancak sizi gazeteci kimliğiniz ve kaleme aldığınız araştırma-inceleme kitaplarınızla tanıyoruz. İlhan Taşcı’ya bu kitabı yazdıran ne oldu?

Bu çalışma benim onuncu kitabım. Ama lise yıllarımdan itibaren yazmayı istediğim, yazmayı düşlediğim ilk kitabım! Yazarlık serüvenim boyunca benimle birlikte tüm kitaplarıma eşlik etmesi ve bugüne kadarki yaşamıma yoldaşlığı nedeniyle bende yeri hep ayrı olacak. Yazmayı çok istedim çünkü Anadolu’nun arabeskine kaçmadan, şimdilerde çokça aranan insan ilişkisindeki samimiyeti, sıcaklığı, dürüstlüğü, hesapsızlığı, anı yaşayamamışlığı ve o insanların çaresizliğini hep aktarmak istedim. Belki çok geciktirdim ama şimdilerde ilk gençlik hayalimi gerçekleştirmiş olmanın mutluluğunu yaşıyorum. Dilerim kitabı yazarken duyduğum heyecanı, keyfi ve hüznü okurlar da duyumsayabilir.

'Rüzgârımı Kestiler', Avrupa’ya işçi olarak giden kardeşlerin arka planı gurbet yüklü hikâyesi aslında. Benzer gurbetlik hallerini yaşayanlar, okudukları her öyküyle çok kolay bir duygudaşlık kurabilir. Bu kitap, yine aynı benzer halleri yaşayan birinin kaleminden çıktı diyebilir miyiz?

O hallere tanık olmadan, o hali yaşamadan gerçekçi bir duyguyla yazabilmek sanki çok olası değil. Elbette tüm yazılanlar yaşanmış anılar değil ancak öykülerdeki karakterlerin yaratımından hikâyelerin oluşumuna, kurgusuna kadar tüm ayrıntılar birer gözlemi, deneyimi, tanıklıkları ve tanışık duyguları içeriyor. Karakterlerin hepsi aynı yaşamın ayrı birer yabancısı. Ve öyle bir noktaya geliyorlar ki bir yerden sonra kendilerine bile yabancılaşanların hikâyesine dönüşüyorlar. Halleri bir yönüyle içler acısı. “O haldekilerin” duygularını bir nebze de aktarabildimse ne mutlu bana.

'HİÇBİR YOLCULUK BAŞLADIĞI GİBİ BİTMİYOR'

Kitapta altısı erkek üçü kız, dokuz kardeşli bir ailenin türlü çeşit hikâyesini okuyoruz. Erkeklerin hepsi yurt dışında çalışmaya gidiyor ve sonunda memleket diye geldikleri yer ana ocağı. Ancak aynı ocağa gelen kardeşler asla aynı rüzgâra yelken açmıyor. Nasıl olabiliyor bu?

Hepsi aynı yolculuğa çıkıyor ama yola revan olduklarıyla vardıkları yerdeki kendileri bambaşka bir insan oluyor. Ocağa dönünceye kadar geçirdikleri yolculukla birlikte çok değişiyorlar. Öyle ki, özlerinin can suyuna kadar yabancılaşıyorlar. Bunun önemli sebeplerinden biri hayallerinde yaşadıklarıyla gerçekte olan gurbetin, gurbet özleminin farkı belki de. Kimi yanında götüremediği eşinin, çocuklarının hasretini, kimi anne sevgisini kimi de hasetliğini yüklenip geliyor. Kalıp da onları bekleyenler içinse gurbet, ucu bucağı görünmeyen beyaz bir toz bulutu aslında. Geldikleri, görüştükleri gün kadarıyla renklenen, gün sonunda ise aynı bilinmezliğe açılan bir yokluk hali. Tüm bunlar farklı hayat tecrübeleriyle yani farklı rüzgârlarla da gark olunca bu dokuz kardeş farklılaşıyor elbet. Kitap boyunca kendi varlık heykellerini yontmaya çalışırken gerçekliklerini yerle bir edenlerin bunu nasıl yaptıklarını anlatmaya çalıştım. Yazarken şunun farkına vardım ki hiçbir yolculuk başladığı gibi bitmiyor.

Bir kedi gibi sevilmeyi bekleyen, ismiyle müsemma bir karakter çıkıyor karşımıza; Kişo. İki kültür arasında yabancılaşmayı, yalnızlığı, hüznü en çok onda görüyoruz. Belki de dürüstlüğüyle bunu dile getirebildiği içindir. Peki ya getiremeyenler…

Onlar dile getiremediği için Kişo’nun her türlü çıkışı, söylemi bir olaya dönüşüyor. Aslında Kişo’nun sevgisi de çektiği acı da arabesk. Kendisi de farkında ne sevmeyi biliyor, ne sevilmeyi. Yaşadığını duyumsamayı bilmediğinden benliğini bulabilmek için içkiye sığınıyor. Aslında sevgi yoksunluğunun, sevmeyi ve sevilmeyi bilmeyişinin altında yatan en önemli duygu annesinin onu sevmemesi, bir kere bile kardeşlerine yaptığı gibi onun başını okşamaması. Gerçek tam böyle mi bilinmez ama en azından o böyle hissediyor ve yalnızlaşıyor, isyan ediyor, hesaplaşıyor ve bir noktadan sonra hiçbir kimseyi ve olayı umursamıyor kendi acısından başka. Hesaplaşması da hep onun üzerinden.

'HER TÜRKÜNÜN BİR HİKÂYESİ VAR'

Bolca türkü sözüne rastlamak da mümkün: Kul Ahmet’ten, Âşık Ali Nuşani’den… Hikâyenize nasıl katkıları oldu türkülerin?

Anadolu insanının dile getiremediği derdinin, özleminin, sevgisinin dilidir âşıklar. Onların havalandırdığı türküler kıyıda köşede kalmışların yüreğindekilerinin okuyucusuna dönüşüyor. Her türkünün bir hikâyesi var. Hikâyesi olan türkülerin de o insanların yaşamında, dolayısıyla benim öykülerimde ciddi bir yeri oldu. Yârine sesini duyuramayan Kişo’nun yüreğinin sesi gibi “Düşmüşem elden ayaktan, kaldır beni kaldır beni” derken aslına yârine sesini duyurmaya çalışıyor. Bekliyor ki sevdiği kadın kaldırsın onu. Aslında biliyor onun kaldıramayacağını, aslında bunu dilemeyi bile kendine yakıştırmıyor ama dilenmekten de çekinmeyecek kadar acı çekiyor. Tıpkı şairin “Daha nen olayım onursuzunum” yakarışı gibi. Aşk en önem verdiği onurunu bile hiçe sayıp, onursuzluğa sığınmayı sevgi gibi yansıtıyor.

Türkülere değinip sevdadan konuşmazsak olmaz. Kocalarınca ya hiç sevilmeyen ya da çok sevilen kadınlar; sevmeyi, nasıl sevileceğini ya da sevdiğini göstermeyi bilmeyen erkekler; anne babalarını birkaç yılda bir ancak bir arada gören, hep birlikte yaşanan bir ailenin özlemini çeken çocuklar. Tüm bunlardan payınıza düşen ne oldu?

Benim payıma en çok özlemek ve baba yolunu gözlemek düştü. Birkaç senede bir izne gelindiğinde günlerin ne kadar hızlı aktığını öğrendiğim zamandı. Gelişi “Cumhuriyetin ilk yılları gibi” coşkulu, gidişi günlerce süren bir yıkım. Sonrası hep döneceği günün düşleri. Onun içindir ki ben işçi olarak Avrupa’ya gitmeyi hiç düşünmedim. Kimseyi geride bırakmamak, geride kalanın gözyaşına sebep olmamak için. Çünkü biraz da yazdıklarım kalanların, gidemeyenlerin çektiklerine tanıklık.

Geçtiğimiz sene Türkiye’den Almanya’ya göçün altmışıncı yılıydı. Babanız da Almanya’ya giden ilk işçi grubundan. Misafirlikle başlayan bu göç sürecini kendi ailenizden başlayarak yorumlayacak olursanız nasıl bir tümevarım sağlarız? Rüzgârımız bir anlaşma ile nasıl yön değiştirdi sizce?

Almanya’nın ilk yılları önce korkular, belirsizlikler, çekingenlikler sonrası ise çokça çalışmak, çalıştırılmak. Bir an önce döneceği günün hayalleri. Hepsi de razı olmuşlar bir an önce para kazanıp memleketlerine dönebilmek için. Ama çoğu dönmedi, dönemedi. Orada tutunamasalar bile oralı yaşadılar, yaşıyorlar. Çünkü artık başka türlüsünü bilmiyorlar. Entegrasyon ve kültürel dönüşüm çok uzun zaman aldı. Tam oldu mu derseniz, ilk kuşaklar kendilerine yabancılaştı, üçüncü, dördüncü kuşaklar ise yurtlarına, baba ocaklarına. Yolculuğa ilk çıkanların kulaklarında artık “Böyle mi esecekti son günümde bu rüzgâr, bütün kuşlar vefasız mevsim artık sonbahar” şarkısı çınlıyor. Yaşadıkları birer düş yıkımı şimdilerde.

'ARKADAŞLARIM OKULU BİTİRMEMİŞKEN BENİM SARI BASIN KARTI SÜRECİM BAŞLAMIŞTI'

Sizinle sohbet edebilme imkânı bulmuşken meslek hayatınızdan da bahsetmek isteriz. Geçmişe gidelim, gazeteciliğe başladığınız ilk güne. Siz bu işin mekteplisisiniz. Hikâyeniz nasıl başladı?

Hep gazeteci olmak istemiştim. Yalnızca bu mesleği, hukuk mu yoksa iletişim okuyarak mı yapacağım konusunda ikilem yaşadım. Üniversite sınavına girdiğim yıllarda iletişim pek çok hukuk fakültesinden yüksek puanlı olduğu için iletişimi tercih ettim. Üniversitenin ilk aylarında gazetecilik pratiğinin dört yıl fakültede okuyarak yapılamayacağını düşünüp birinci sınıfın ilk döneminde Cumhuriyet gazetesinde staj ayarlayıp, ardından da oradan mesleğe devam ettim. Öyle ki üniversite arkadaşlarım –ki pek çoğu alanda televizyon gazetecilik yapıyor, pek çoğuyla fotoğraflarım da var!– henüz okulu bitirmemişken benim sarı basın kartı sürecim başlamıştı. Bu keyifliydi ama şimdi yolun yarısını epey geçtikten sonra bir ukde olarak içime oturmaya başladı: Üniversiteyi yaşayamamış olmak. Yine de iyi ki de erken başlamış derim.

Yaklaşık yirmi yedi yıllık gazetecilik deneyiminiz var, bunun son dört yılı RTÜK’te geçti. Bu süreçte sizde ve meslekte neler değişti?

Ben üniversitedeyken daktilo diye dersimiz vardı diyeyim varın değişimi siz düşünün! Çağrı cihazı kullanıyorduk. Sonra elektronik daktilo ki çok hızlı geçildi o. Ardından bilgisayarlar, cep telefonu. Teknolojik dönüşüm kuşkusuz çok hızlıydı ve halen öyle. Ama teknolojik kolaylıklar neyi sağlarsa sağlasın, yapıp yapabileceğiniz mesleki çaba sizin ilişkileriniz ve aklınızla ilgilidir. Yani gazetecilik özünde çokça emek ve yürek işi. Teknoloji sadece o kişinin işini kolaylaştırır ama işini yapamaz. İşini bilmeyene teknoloji ne yapsın?

'YAZMAK, MEDİTASYON GİBİ'

Yazmaya devam edecek misiniz?

Yazarak yaşama tutunuyorum. Yazdıkça ürettikçe kendimi iyi hissediyorum. Hele ki okurlardan da olumlu dönüşler olunca onca emeğin, çabanın boşa gitmediğinin kıvancını yaşıyorum. Yazma serüvenim ilkokul yaşlarında Ziraat Bankası’nın çift yapraklı masa takvimine yazarak başlamıştı. O günden beri yazmak meditasyon gibi. Yazdıkça kendimi buluyorum, insanları ve dünyayı daha iyi anlamaya çalışıyorum. Başka türlüsünü bilmiyorum.