İkinci yüzyıla girerken… 78'liler sorguluyor! Hem ‘kaba ve ilkel’, hem ‘ütopyacı’...

Spartaküs'ten Komüncülere, 1917 devrimcilerinden Che Guavera’lara kadar bütün yenilmiş ya da yenmiş devrimcilere 'kaba ve ilkel' ya da 'ütopyacı' dendiğini hatırlatmak acaba bir anlam ifade eder mi?

Google Haberlere Abone ol

Celalettin Can*

78 'İDDİANAMELERİ'

Bizim kuşağımızın insanları yalnız 12 Eylül engizisyonunda yargılanmadı. Tarihimizde, Kürtlerin nice kuşaklarıyla birlikte en büyük bedeli ödeyen bu kuşağı yargılayan yargılayana. Üstelik bu yargılamalar, 12 Eylülcülerin, istihbarat raporlarıyla yetinen, peşin hükümlü yargılarından pek de farklı değil…

Hiçbir ciddi ve bilimsel analize dayanmadan 78 kuşağı hakkında şöyle konuşmalara birçoğunuz tanık olmuşsunuzdur: "Yitik bir kuşaktır 78 kuşağı... Harcanmış gitmiş, ardında da kaba ve ilkel bir gelenek bırakmıştır. 60'ların entelektüel havasını solumamıştır. Prevert'den, Tristin Tzara'dan, Eluard'dan, Lorca'dan habersizdir. Tolstoy, Lermontov, Dostoyevski, James Joyce, Sartre okumamıştır. Beatles'larla coşmadığı gibi, Bach'la, Paganini ile tanışmamıştır. Okudukları en zirvedeki yapıt ya ‘Seni Halk Adına Ölüme Mahkûm Ediyorum’ ya da ‘Tütün’ romanlarıdır."

Şurada burada bir hayli yaygın şu türden eleştirileri de sık sık işitiriz: "78'linin adı yoktur. Birey olamamanın ağırlığı altında ezilmiştir. 78'li erkeğinin adı 'dayı'dır. Kadınlar ise bütün bu dönem boyunca 'bacı' diye anılmıştır. Kimisi en yakın arkadaşına 'yoldaş', kimisi 'arkadaş' demiştir. Bir de buna 'kod' isimlerini eklerseniz, 70'li yıllar boyunca on binlerce genç insanın kendi kişiliğini nasıl erittiğini, büyük bir hareketin ruhsuz birer vidasına dönüştüğünü anlarsınız. Bu vidalardan birinin çıkarılıp bir hurdalığa atılması, yerine bir yenisinin eklenmesi hareketin bütünü bakımından hiçbir şeyi değiştirmez. Ama sökülüp atılan 'vidaların' birer insan olduğu unutulmuştur."

"Kabalıklarımız” ve "ilkelliklerimiz" hakkında yıllardan beri söylenenlerin sayısını çoğaltmak mümkündür. Biz burada şu sıralar "şiddet" hakkındaki yaygın kanıyı besleyen bir diğer klişeyi eklemekle yetinelim: "78'li güce tapınır. Onun politik eylemine damgasını vuran şiddettir. Şiddetten arınmış bir dünya onun ufkunda yoktur. Beline silah koyan genç, bir süre sonra o silahla bütünleşmiş, insanlığın bilimsel ve teknolojik keşifleri içinde en fazla silah teknolojisine merak salmıştır. Güce tapınma ve şiddeti yüceltme, 78 kuşağının 'yitik kuşak' olmasının en önemli nedenlerinden biridir. Çünkü günümüz dünyası artık şiddetten uzaklaşılan, her türlü çatışmacı ideolojinin çöktüğü, bütün bunların yerini uygar 'tartışma' ve 'konsensüsün' aldığı 'küreselleşme çağıdır'. 78 kuşağı işte bu çağın dışına düşmüş, çağı yakalayamadığı için 'yitik kuşak' olmuştur..."

Bütün bu eleştirileri, yargıları hiç kimse, burada tırnak içinde yazıldığı biçimiyle derli toplu ortaya koymamış olsa da bizler özellikle "çağı yakalayan” aydınların sofralarında bu amansız suçlamaların bin bir türünü işitmiş, şurada burada bu eleştirilerin ipuçlarını bölük pörçük yazılarda fark etmişizdir.

ENTELEKTÜEL İLKELLİĞE…

Bizim "kolektifi" yüceltmemize amansızca saldıran ve kendilerini "bireyi” yücelten çağdaşlar olarak tanıtan bu gibi çevrelerin, milyonu 12 Eylül işkence tezgâhlarından, gözaltılardan geçirilmiş bir kuşağı "top yekûn" karalaması büyük bir çelişkidir. "Bireyi” yüceltenlerin, bizim kuşağımızın "bireyler" topluluğunu tarihin çöplüğüne gömme çabalarında "insani" olmayan bir kabalık ve ilkellik var. "Bireyi" yüceltirken, yaşadığımız tarihi /toplumsal dönemin ideallerini, milyonları harekete geçiren sorunları koşulları içinde değerlendirmekten kaçınırlar. Kaçınılmaz hatalarımızı ve elbette olması gereken olumlu yanlarımızı bilimsel sorumluluk duygusu içinde bütünlüklü değerlendirme zahmetine katlanmazlar.

İşin acı yanı şudur ki, tarihimizin en "kaba ve en ilkel" politik koşullarında mücadele eden insanları "kabalık ve ilkellik" le suçlayanların, bu entelektüel "kabalık ve ilkelliği" ölüm kalım kavgasında değil de beş yıldızlı otellerde yapılan panellerde, medya plazalarında üretilen yayınlarda ve Beyoğlu ya da Kızılay'ın iğne atsan yere düşmez meyhanelerinde yapıyor olmaları. Ancak bu bizim "kabalık ve ilkelliğimizi" büyük bir "incelik ve olgunluk" düzeyine yükseltmektedir. Halkın ilk defa kendi geleceğini kendi elleriyle kuracağı umuduna kapıldığı, Türkiye solunu da ilk defa ciddiye aldığı, binlerce ölüsüyle Türkiye'nin hala hesabını vermediği, dönemin koşulları içinde dünyanın en büyük kitlesel antifaşist, özgürlükçü, bağımsızlıkçı mücadele günleri böyle mi değerlendirilmeli? Bu kadar basit mi?  Her şey boşuna mı yaşandı?

Bu içler acısı duruma baktıkça, insanın içinden kuşağımız adına "kabalık ve ilkelliğimizin" özeleştirisini yapmak bile gelmiyor.

Daha da kötüsü, bu ülkenin bir kısım aydınlarının, emperyalizmin 1990 başında Soğuk Savaş’ta elde ettiği "zaferle" ortaya çıkan yeni dünya koşullarına, bizim sırtımızdan, bizim kuşağımızın inkârı temelinde ayak uydurma çabaları idi. Bu tür aydın, 78 kuşağının eleştirisini "küreselleşme" sürecinin savunmacılığına sıçratırken, bizim "kabalık ve ilkelliğimiz" den, emperyalizmin empoze ettiği her şeye dört elle sarılma gibi bir sonuç çıkartabilmiştir.  

Hayatın, bizim kuşağımızı her şeye karşın şu ya da bu aşamada haklı çıkaracağı, emperyalizme ve oligarşik egemenliğe karşı "kaba ve ilkel" 78'linin bugün unutulmaya terk edilen çığlığının, belki de "Kaf Dağı”na çarpıp, yıllar ve yıllar sonra bizi suçlayanların kulaklarında yankılanacağı sanırız açıktır.

78 kuşağına karşı yürütülen bu "ince ve olgun" olmayan eleştirilere bakıp, kendi kuşağımızı yüceltmek elbette doğru olmaz. "Çubuğu bükmekte" kesinlikle haklı olsak bile, bu eleştirilerde gerçeğe ait ne varsa onları görmemiz de zorunludur.

78'LİLERİ ANLAMAK

Çok doğru: Bizim kuşağımız entelektüel gelişimini tamamlayamadan kendisini büyük ve kanlı bir badirenin içinde bulmuştur. Edebiyatın, müziğin, resim ve heykelin, tiyatro ve sinemanın klasikleriyle tanışamadan on binler halinde günde iki-üç kez düzenlenen cenazelerde, arkadaşlarının tabutlarının gerisinde yürümek zorunluluğu ile karşı karşıya kalmıştır. Bu dramatik ortamda, Albert Camus'un "Yabancı" adlı yapıtında annesinin tabutu başındaki roman kahramanıyla, faşist kurşunlara hedef olan arkadaşının tabutu başındaki 78'linin ruhsal durumu arasında hiçbir benzerlik yoktur. Daha doğrusu bu fark, ölüm karşısındaki "bireysel" kayıtsızlıkla, "kitlesel öfke" arasındadır. Hiç kuşkusuz her iki tip için de ölüm giderek "anlamsızlaşmıştır". Ölümün anlamsızlaşması, onun karşısında "bireysel kayıtsızlığa" düşen kişiyi aynı kayıtsızlıkla işlenen cinayete, "kitlesel öfkeye" kapılan bir kuşağı ise ölüm korkusundan uzak bir devrimci mücadeleye yöneltmiştir. Bu ortamda, örneğimizdeki "Yabancı" adlı yapıtın her an kurşunlanabilecek olan, polis deyimiyle söylersek "hücre evlerinde", "mum ışığında" okunmasını, kuşağımızın entelektüel hazırlığını böyle bir ortamda tamamlamasını düşünmek mümkün mü?

Albert Camus'u okumayan 78'liyi buruşuk bir kâğıt gibi çöpe atan çok "okumuş" aydın, muhtemelen okuduklarından hiçbir şey anlamamıştır. Onun üstünde bütün okuduğu kitaplar, düğün evinde damadın yakasına takılan paralar gibi eğreti durmaktadır.

78 kuşağını anlayabilmek için, onun entelektüel hazırlığındaki boşluğu dile dolamak yerine, insanlığın kültürel birikimini içselleştirmek gerekir.

Bizim kuşağımızı Sürrealistlerin, Egzistansiyalistlerin, Dadaistlerin olduğu gibi, özgürlükçü, eşitlikçi, kendi dinamiği üzerinde yükselen "bağımsız" yapıtların penceresinden bakabilen, sözcüğün gerçek anlamında entelektüel olmaya hak kazanmış aydınlar anlayabilir ancak. O nedenle karşı karşıya olduğumuz sorun, 78 kuşağının James Joyce'u bilip bilmemesi, okuyup okumaması değil, James Joyce'u okuyan aydının bu kuşağı anlayıp, anlamamasıdır. Çünkü bu aynı zamanda, o aydının James Joyce'u anlayıp anlamadığının da kanıtı olacaktır.

78'LİLER NASIL BİREY OLDU?

Bizim kuşağımıza empoze edilen "Siz birey olamadınız" hükmü kadar etkili bir eleştiriye rastlamak zordur. Bu eleştiri gerçekten etkilidir. Pek çok kimse, 70'li yılların her gün ölüm getiren ortamından çıkıp, 12 Eylül zindanlarının ölümden beter ortamına düştükten ve ardından bir "şartlı salıverilme" sonucu, ayağında "İnfaz Yasası" denilen prangayla sözde özgür olduktan sonra, yeryüzüne kendi tercihi olmaksızın bir "birey" olarak, çoğu zaman tek başına, eşinden dostundan uzak bir biçimde gözlerini açmıştır. Bizim kuşağımızın mensupları için "birey" olma süreci Aydınlanma Çağı'na özgü birey olma sürecinden farklıdır.

Örgütlü hayattan örgütsüz hayata geçiş, 78'linin iradesi dışında gerçekleşmiştir. Bizim kuşağımızın "kolektif" hayatına 12 Eylül darbesi saldırmış, 78'liyi örgütsüzleştirmiş, birbirinden yalıtılmış, süngüyle, işkenceyle, örgütlerin içine nifak sokarak, yıldırarak "birey" haline getirmiştir.

78 kuşağını eleştiriciler, "Birey olun" çağrısıyla, 12 Eylülcülerin yaptıkları işi devam ettirdiklerini fark etmiyorlar. Onlar, ülkenin en sancılı döneminde yüz binlerle alanlara, sokaklara dökülen, halkın can güvenliği için kendi canını hiçe sayan insanların bugün nasıl olup da böylesine atomize olduklarını incelemek yerine, bizim kuşağımızı birey olamayan fertlerin kişiliksiz sürüsü olarak gördükleri zaman biz buna itiraz ederiz.

Onların unuttuğu trajik bir gerçek var: Birey olamamakla eleştirilen 78'li, tek başına ve çırılçıplak işkence hücrelerinde gerçek anlamda bir kişilik ve bireylik sınavından geçmiştir. O mekânlar birey olabilmenin dersleri ile doludur. Onlar yaşama gözlerini yumarken de birey olmanın en yüksek düzeyini son dakikalarında yaşamışlardır. Roman, öykü yazarlarımız biraz çaba harcasalar, yüz binlerimizin arasından bir tek "birey"i ele alıp öylesine tipleştirebilirler ki "tip" yaratmakta zorlanan edebiyat dünyamıza bu suretle yeni bir soluk gelebilir.

Hiç kuşkusuz, örgütsel hiyerarşi ve kolektivizm ile bireysellik arasında her zaman büyük bir gerilim vardır. Bu iki "kutup" her zaman birbirini iter. Örgütsel hiyerarşi ve kolektivizm aşırılaştıkça bürokratik yönde yozlaşır, birey büyük bir makinenin dişlisine dönüşür. Bireysellik aşırılaşınca bu büyük makinede dişliler birbirlerini kırar, makine tahrip olur. Anarşistlerin örgüt düşüncesine itirazları bu gerilimi gidermenin olanaksızlığı düşüncesine dayanır.

Sözünü ettiğimiz gerilimin nice bireye büyük acılar çektirdiğini de inkâr etmek doğru olmaz.

Bilinçli katılımın, gözü kapalı bir tapınmaya dönüştüğü durumları da göz ardı edemeyiz.

Ne var ki her ne olursa olsun, kişinin bir örgüte bağlanması her zaman onun "bireysel" seçimidir. Kişi örgüte birey olarak katılır. Bu katılmayı kimileri küçümseyebilir. Günde onlarca insanın yaşamını yitirdiği koşullarda böyle bir katılma kadar insan kişiliğini, bireyselliğini kanıtlayan ne olabilir?

Aynı dönemde örgüt dışı kalanların, bir köşede seyirci olanların "birey"lik özelliklerini yüceltenler, onların, okulların, mahallelerin işgal altında olduğu, her gün 3-5 insanımızın cenazesini kaldırdığımız dönemin sorumsuz, eyyamcı, ciddiyetsiz, "ot” tipleri olduğu gerçeğini atlıyorlar. 

Onların "sürü” olmayı reddettiğini söyleyenler şunu da unutuyorlar: Örgüt güdümünde "sürü" olmayı reddeden bu "bireyler", kuşağımızın yaşadığı o çetin günlerde, iradelerine, bilinçlerine ve politik görüşlerine rağmen, devlet güdümündeki sürünün edilgen unsurları olmaktan da kurtulamamışlardır.

Bugün geriye doğru bakan 78 eleştirmenleri, o günün örgütsel yaşamını bir cehennem gibi algılayabilirler. O günün koşullarında Türkiye'nin bir cehenneme dönüştürüldüğünü, faşist olmayan "bireylere" "kan kusturulduğunu" hatırlarsak, mahallesinde kuşatılan kişinin örgütlü hayata geçişini bir kurtuluş olarak seçtiğini de anlarız.

78'li için örgüt, cehenneme çevrilen Türkiye çölünde bir "vaha" sayılmıştır.

78'LİLERİN 'YARI KÖYLÜLÜĞÜ'

"Bacılara", "Dayılara" gelince... Beyoğlu barlarının müdavimleri, kuşağımızın bu türden "kan bağını” çağrıştıran jargonuyla öylesine amansızca alay etmektedirler ki, insan bunları duyunca, kendisini, kolej öğrencilerinin arasında kalmış bir köylü çocuğu gibi hissetmektedir. Birçoğumuz bu alaycı takılmalar karşısında tıpkı o köylü çocuğunun duyduğu aşağılık kompleksiyle ne edeceğimizi şaşırmışızdır.

Gerçekten 78 kuşağının saygı duydukları erkeklere "dayı" vb., kadın arkadaşlarına "bacı" diye hitap etmesi, bugünün Türkiye'sinde insana anakronik bir davranış olarak gelebilir. 78 kuşağının sosyolojik kaynaklarını incelemeden, onun kültürel yapısı hakkında bilimsel bir analiz zahmetine girişmeden bir kuşağa böylesine tepeden bakış son derece haksız ve adaletsiz olacaktır.

Gençlik, sınıfsal bakımdan her zaman heterojen bir sosyolojik olgudur. Devrimci gençlik hareketi de öyledir. Bu heterojen yapıda belli tarihsel dönemlere özgü olarak, belli bir sınıfsal katmanın gençliği ağırlık kazanır. 1960'lı yıllar, özellikle 27 Mayıs darbesinin etkisi ile devrimci gençliğin saflarına çok sayıda subay, öğretmen vb. ailelerinden gelme gençlerin katıldığı bir dönemdir. Bunlar genellikle çekirdek ailelerden geliyorlardı ve oradan oraya atanan ana ve babalarıyla, en fazla nine ve dedeleriyle sınırlı bir ortamda, ailenin büyük bölümünden uzakta ve kent kültürüyle yetişmişlerdi. Gerçi o dönemlerde, bu kentli gençlerin, Alevi toplumuna özenerek birbirlerine "Dost" diye hitap ettiklerini de geçerken kaydedelim. Bu dönemin gençliğinin, kendilerinden bir iki yaş büyük ve devrimci harekette biraz daha deneyimli kişilere "ağabey" demediği, kadın arkadaşlarına erkeklerin "bacı" diye hitap etmediği doğrudur. Doğaldır da. O dönemde devrimci hareketin saflarına katılan genç kızların arasında köy kökenlilerin istisna olduğu da bir gerçektir. Arnavutköy Koleji mezunu birisine "bacı" diye hitap etmenin o dönemde çok tuhaf karşılanacağını bilmek gerekir.78 kuşağı farklı tarihsel koşulların ürünüdür.

Kapitalist mülksüzleştirme muazzam bir göç dalgasına yol açmıştır. Büyük kentlerde birinci kuşaktan köylü gençlik sayıca artmış, üniversiteler yaygınlaştıkça "taşralı" genç, bu "taşralı" kimliğinden hiçbir şey yitirmeden üniversiteli olmuştur. ODTÜ'lü kent kökenli gençliğe, Elâzığ’ın, Erzincan'ın, Konya'nın, Diyarbakır'ın, Fatsa'nın "taşralı", "kasabalı", "köylü" gençliği eklenmiştir. Bu büyük sosyolojik değişim, gençliğin tüm kültürel yaşamını etkilemiştir. "Feodal" denilen üst yapıya özgü düşünme ve davranma normları devrimci gençliğin saflarına taşınmıştır.

Bütün bunlar, ilk bakışta 1960'lara göre adeta bir "gerileme" gibi görülmüştür. Daha düne kadar aşiret, hısım akraba sınırlarını aşamayan köy kökenli milyonlarca genç, gözlerini kapitalist topluma açmıştı. Aşiret, mezhep, aile bağları kırılmıştı. Gençler özgürleşmiş ve bağımsız örgütleriyle siyasal mücadeleye atılmışlardı. İşte, 78 kuşağı bu devrimci değişimin ürünüydü. Elbette kendi ataerkil temellerini yıkarak mücadeleye atılan 78'liler, devrimci harekete kendi kültürel özelliklerini de taşıdılar. Kan bağına dayalı hitap biçimleri, kadın-erkek ilişkilerine özgü mesafeli davranışlar ve daha sayılabilecek nice kültürel özellikler böyle bir sosyolojik değişimin yan ürünleriydi.

78 kuşağını eleştiriciler, bizlerin "yarı-köylü" konuşma, davranma biçimlerimizle alay ederken, bütün bu biçimlerin, yatağından taşmış sel sularının taşıdığı kalıntılar olduğunu asla anlayamamışlardır. Bu "yarı-köylülüğün" altındaki devrimci sosyolojik gelişmeyi görememişlerdir. Bir kuşağın kısa bir tarihsel dönemde, kan davalarının, kız kaçırmalarının, büyükler önünde el pençe divan duruşların ortamından emperyalizme, oligarşiye, kapitalizme başkaldırı konumuna gelişini anlamayanların, 78'linin "tarzıyla" uğraşması ne acı bir yanılgıdır.

78'LİLERİN 'İNANCI'

78 kuşağının "kabalık ve ilkelliği", "feodalliği" hakkındaki konuşmaların vardığı bir sonuç da bizim kuşağımızın "fanatikçe inanma" ve hayalcilik anlamında "ütopyacı" olma özelliğine yapılan vurgulardır.

Bu kuşağın sosyolojik yapısına biraz kafa yoranlar, bu defa bizim "inançlarımızın" gerçek bir temele dayanmaksızın, adeta bir din düzeyinde sistemleştiğini düşünüyorlar. Bilgiççe, Marksizm’in bir "din değil, bilim olduğunu" tekrarlayıp duruyorlar. "Taşra" insanının din bağlarından büyük bir hızla koptuktan sonra, bir başka "dine" ihtiyaç duyduğu, bu "bilimsel" kılıklı eleştirmenlerin başlıca argümanıdır.

Bunda gerçeklik payı var mıdır? Hiç kuşkusuz bu iddia bütünüyle yadsınamaz.

Bizim kuşağımızın çelik kadar soğuk bir gerçekçilikle harekete geçmediği açıktır. Yüz binlerce insanın bilimle donanmış, bütün sosyal, ekonomik ve politik olayları keskin bir rasyonalizmle irdeleyen bilim insanları topluluğu olduğunu düşünmek saçmadır. Kaldı ki, 78 kuşağının bazı önde gelenlerinin sosyalizme bir "ütopya", adeta bir "din" gibi kutsallık atfettikleri de doğrudur. Biz "Tarihin çarklarının geri dönülmezcesine sosyalizmden yana döndüğünü ve görevimizin de bunu hızlandırmaktan ibaret olduğunu" tartışmasız biçimde düşünmüşüzdür.

Peki, bir kuşak böylesine saf ve temiz bir ütopyaya sahip olduğu için küçümsenebilir mi?

En önemlisi, bırakalım bizim kuşağımızı, eğer insanlık çektiği bütün acılardan, eşitsizliklerden, baskılardan, sömürüden, savaşlardan kurtulacağına inanmasaydı, kendiliğinden bir kurtuluş ütopyasına sahip olmasaydı, kimi Amerikan tarikatlarında gördüğümüz gibi kolektif bir cinnete ve intihar edimine yuvarlanırdı. Dinlerin rolü böyle bir sonu önlemek için, insanlığı bu dünyada olmasa da bir başka dünyada "kurtuluşa" ereceğine inandırmak olmuştur. Dini bir "afyon" olarak nitelerken Marks’ın kastettiği budur. İnsanlık, ağrılarının kökenini keşfedemediği çağlarda onu ortadan kaldırmaya gücü, bilgisi ve tarihsel koşulları yetersiz kaldığı için, o ağrıları dindiren bir müsekkin olarak dine sarılmıştır. Dinin özel mülkiyetle birlikte egemen sınıfların elinde bir silah haline gelmesi onun bu özelliğini değiştirmemiştir. Spartaküs hareketini dindar köleler yüzünden karalamak kimsenin aklına gelmezken, 78 kuşağını "ütopyacılıkla" ya da kendi davasına "dine inanır gibi inanmakla" suçlamak büyük bir haksızlıktır.

Marksizm’i ütopik sosyalizmin en büyük hasmı olarak görenler vardır. Marksizm ütopyacıları hasım saymaz oysa. Tam tersine, Marksizm’in üç kaynağından birisi Fransız ütopik sosyalizmidir. Marksizm elbette ütopyacı değildir. Ama Marks "Herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacı kadar" ilkesinin er ya da geç insanlığın kurtuluş günü olacağını da söylemiştir.

Marksizm’in bu bağlamda dinden olan farkı şudur: Din, öteki dünyada cennete, yani ütopyaya kavuşarak kurtulmak için ibadeti, tevekkülü, pasifliği vaaz ederken; Marksizm bu dünyada cennete, yani ütopyaya kavuşarak kurtulmak için, dünyayı bilimsel olarak kavrayarak, örgütlenerek, devrimci süreci ilerleterek, devleti yok edene kadar sınıf mücadelesini sürdürmeyi vaaz etmiştir. Kurtuluş için ölümü beklemekle, ölümü de göze alarak ütopyayı gerçekleştirmek arasındaki farktır bu. Din, cennetin güvencesini tanrıyla kul arasındaki ilişkide bulmuş, Marksizm ise “yeryüzü cenneti”nin güvencesini bizzat kapitalizm tarafından yaratılan işçi sınıfında ve onun sermayeye karşı mücadelesinde aramıştır.

Marks yalnız Hegel'i değil, ütopyacı sosyalizmi de ayakları üstüne oturtmuştur. Günümüzde kapitalizmin nesnel yasalarını ekonomi politikle, tarihin nesnel yasalarını tarihsel maddecilikle nasıl açıklıyorsak, milyonlarca insanı devrimci mücadeleye çeken süreçleri de Marksist sosyal psikolojiyle aydınlatıyoruz.

Kısaca biz, "inançları" inkâr etmiyoruz, "ütopyayı" inançların nihai amacı olarak küçümsemiyoruz. Biz inançları maddi temellere oturtuyoruz ve ütopyayı, bir inanç dinamosu olarak, onun diyalektik zıddıyla, yani gerçekleşebilir oluşla açıklıyoruz. Özgür, yaşanılır, aydınlık bir geleceğe dair ütopyası olmayan bir insanlığın vahşete mahkûm olacağını söylüyoruz.

Kuşağımızın düşünsel hayatında bilimsel düşüncenin en mükemmel biçimiyle çiçek açtığını söylemek zordur. Bu bilimsel düşüncenin ürünü olarak ortaya konan sosyalizme bizim kuşağımızın bütün saflığı ve temizliği ile inandığından da kimse şüphe edemez.

Gerçi büyük yenilgilerin sonrasında, sağlam bilimsel temellere dayanmayan böyle bir inancın kolayca yıkılacağı söylenebilir. Birçok durumda biz bunun sonuçlarını yaşıyoruz da. Ama bugünün sosyalistleri, eğer 78 kuşağının, ondan önceki kuşakların, dünya çapındaki büyük mücadelelere katılan insan kitlelerinin böyle bir inançla yürüttüğü mücadeleler olmasaydı, bilimsel düşünceyi geliştirecekleri tarihsel temelden yoksun kalırlardı.

78 kuşağını "bilime değil inanca" dayanmakla suçlayanlar, ellerinde olduğunu düşündükleri bu "bilimi" ne yapacaklar? Neyi inceleyecek, neyi kavrayacak, nelerden bilimsel sonuç çıkaracaklar? Örneğin, 78 kuşağının "yoğunlaşmış bir tarih" diliminde yürüttüğü mücadeleyi, o günkü dünya, bölge ve Türkiye koşullarında incelemeden bilimsel bir teori yapılabilir mi? O günün politik çizgilerini, mücadele yöntem ve biçimlerini, güçlerin karşılıklı konumlanışını, nesnel politik, ekonomik, sosyal ve kültürel ortamı incelemeden, 78 kuşağının o ortamda "bilimden çok dinsel inanışa" sahip olduğunu tekrarlamak bilim ile de Marksizm ile de bağdaşmayan çok kaba bir eleştiridir.

Teori, dünya ölçeğindeki sınıf mücadelesi pratiğinin genellemesinden başka bir şey değildir sosyalizm açısından. 78 kuşağı, sınıf mücadelesine elbette bütünüyle teorisiz çıkmadı. Bizim teorik bilgi düzeyimizi tartışabilirsiniz, onu sığ, yetersiz ve hatta "kaba ve ilkel" bulabilirsiniz. Ama 78 kuşağının bildiği kadarını, şaşırtıcı bir kararlılıkla, inançla ve inatla hayata geçirmek için bütün belaları göğüslediğini inkâr edemezsiniz.

Teorik bilgimizi olduğu gibi, bu teoriyi hayata geçirmek için ortaya koyduğumuz pratiği de baştan sona yanlış, başarısız ve yenilmiş bir pratik olarak görebilirsiniz. Ama bu muazzam pratikten bugünün Türkiye'sinde yürütülen mücadele için sayısız ders çıkarılacağını, bu dersler çıkarılmadıkça doğru bir teoriye de başarılı bir pratiğe de ulaşılamayacağını inkâr edemezsiniz.

78 kuşağı dinsel inanışın egemen olduğu köyünden, taşrasından çıkıp, büyük kentlerin siyasi hayatına damgasını vururken, sıradan insanın dinle ilgili tasavvurunu belki de din dışı siyasi eyleminde bambaşka bir inanca dönüştürmüştür. Bugün böyle bir inanç, bütün saf ve temiz inançları silip süpüren "küreselleşme" kültürünün fonunda birçok insana itici gelebilir.

Gelebilir ama bizim inançlı ruhsal durumumuzu alaya alanların, bugün siyasal İslami-faşist "inançların" müstakbel kurbanları oldukları, er ya da geç, bu gerici, fanatik, kirli ve demagojik "inançlara" karşı koyabilmek için, her birimizin yüreğinde yeniden saf ve temiz bir inanç ateşine ihtiyaç olacağı açıktır.

Bizi eleştiren kardeşler! Biz size hâlâ yüreklerimizdeki "inanç ateşini" verelim ve siz de "bilim ve teorinizle" bu ateşi körükleyin. O zaman göreceksiniz ki, bizim alaya alınan inancımızı körüklemek için bile kişide hiç değilse kollarını harekete geçirmeye karar verecek kadar bir inanca ihtiyaç vardır.

ŞÜKRAN!

"Kaba ve ilkel", aynı zamanda "ütopyacı"...

Bizi böyle tanımlayanlara, Spartaküs'ten Komüncülere, 1917 devrimcilerinden Che Guavera’lara kadar bütün yenilmiş ya da yenmiş devrimcilere "kaba ve ilkel" aynı zamanda "ütopyacı" dendiğini hatırlatmak acaba bir anlam ifade eder mi?

Kendimizden hoşnut değiliz. Ama eleştiricilerimizin eleştirileri karşısında belleğimiz canlanıyor ve aramızdan ayrılan arkadaşlarımızın yüzlerini anımsadıkça, içimizde kendimizden hoşnut olma duyguları uyanıyor.

Yalnız bundan dolayı 78 kuşağını eleştiricilere şükran borçluyuz. 

*78’liler Girişimi Sözcüsü/ Yazar