Hırsın mutfağından ölüm sahnesine

İlla tapılacak bir şey bulmaksa konu, müziği icra edene, yani en yüceltici nitelendirmeyle dahi en fazla bir elçi olabilecek garip beşer yerine müziğin kendisi var. Buyrun, hep birlikte ona tapalım.

Google Haberlere Abone ol

Müzik, insana dair başlıca duygusal tetikleyicilerden. Bence ise birincisi. En güzeli. En özeli. En olağanüstüsü. En sihirlisi. O kadar ki, müziği yaratanın, daha doğrusu (bana göre) bir yerlerde olanları bulup getirerek icra edenin insan olmasına içerleyebiliyor insan. İnsanın içine karıştığı birçok şey gibi, insanın izinden, sözünden, özünden besleniyor olma ihtimali dahi dehşet verici olabiliyor bazen. Gezegenin göz göre göre olası büyük felaketlere sürüklendiği şu çağda dahi daha fazla insan dünyaya getirmenin belli iradelerce sürekli pompalanması yalnızca insanın en beter damarını besliyor. Kaynakların kısıtlılığı her geçen gün daha fazla hissedilir hale geliyor ve insana dair zaafları sömürerek beslenen kapitalist sistemin şahdamarı şiştikçe şişiyor. Kimselerin de gücü o damarı kesmeye yetmiyor. Bu kısır döngü içerisinde, yaklaşık yüz yıl önce, kaydedilebilerek birebir kopyaları çoğaltılıp satılabilir hale geldiği günlerden beri amansız ticaretlere zemin sunmuş olan müzik, bugünün şişmiş ve sıkışmış dünyasında iyice emtialaşarak niceliğin körelmiş bıçkısına maruz kalıyor.

Üç hafta arayla meydana gelen ve art arda haberdar olduğum iki hazin olay yukardaki karanlık girizgâhı biraz daha açıklayabilir. İlki, sadece Amerika’nın değil, dünyanın en prestijli müzik okullarından The Juilliard School eğitimli, kendine ait web sitesinde misyonunun “dünyayı hayat boyu hayranı olduğu favori bestecisinin (Ludwig van Beethoven) müziğiyle doldurmak“ olduğunu beyan eden 29 yaşında bir piyanistin ekim ayında kendisinden 12 yaş büyük bir veteriner teknisyeni kadını bıçaklayarak öldürdüğü haberiydi. Zachary Hughes adlı melek yüzlü, seçkin, ışıldayan piyanistin hunharca katlettiği kadınla olan ilişkisinin tabiatı ve cinayetin arkasındaki neden bilinmiyor ancak Hughes’un dünyayı müziğiyle doldurmayı misyon edindiği bestecinin eserlerini icra ettiği videoları biliniyor. İkincisiyse, Texas’ın Houston şehrinde gerçekleştirilen Astroworld adlı müzik festivalinin ilk günü olan 5 Kasım’da yaşanan akılalmaz izdiham sonucu yaşları 14 ile 27 arasında değişen 8 kişinin ölümünün haberiydi. Travis Scott adlı Amerikalı ve çok popüler rap sanatçısının aynı zamanda sahibi ve yöneticisi olduğu festival, şarkıcının 2018 tarihli albümüyle aynı adı taşıyor.

İlk ve münferit olayın ardındaki nedenler henüz bilinmediğinden veya bir çırpıda kolaycı bir muhabir refleksiyle anlaşılamayacak olmasından ötürü, bu cinayetle ilgili kısmı failin profilinin beklenenden ve tasavvur edilenden ne kadar uzak, tam tersine, kimliği ve mesleği bakımından ne kadar şaşırtıcı ve ürpertici olduğunu hatırlatarak kapatmak daha doğru.

İkinci olaysa ne türünün ilk örneği, ne de sonuncusu olacaktır. Birbirinden ayırt etmeye gerek olmaksızın, organizatöründen sanatçısına, tedarikçisinden sponsoruna kadar uzanan bir kâr hırsıyla düzenlenerek gerçekleştirilen onca festivalden biri bu. Herhangi bir büyük facia yaşanmadıkça en büyük kredi ve alkışı festivalin organizatörleri ve başat (headliner) sanatçılarının aldığı gibi, bu boyutta bir felaket yaşandığında da hesap sorulacak olanlar kendileridir. Balık baştan kokar ve gözler yukarıya çevrilir. Bu festivalde yaşananları özel kılansa, olayların, tam da adındaki “s” harfini yakın zamana kadar dolar işaretiyle resmi sanatçı ismi olarak ‘Travi$ Scott’ şeklinde yazan ve aynı zamanda festivalin sahibi olan şarkıcının performansı esnasında meydana gelmiş olması. Henüz günün erken saatlerinde, kapıların daha açılmadan seyirciler tarafından kırılmasıyla şu görüntülere sahne olan, biletlerinin tamamı, ki bazı iddialara göre resmi kapasite 50.000 olarak belirlenmesine rağmen 100.000 bilet satılmış bu etkinliğin hiçbir müdahale olmadan planlandığı gibi ilerlemesine göz yummak, hatta belki tercih etmek fazlasıyla sorunlu bir yaklaşım. Diyelim birtakım acil önlem alındı, bu doğrultuda güvenlik onayı verildi ve konserler başlatıldı. Ancak, muhtelif katılımcı ifadelerinden anlaşıldığı üzere, Travis Scott’un performansının hemen öncesinde son derece tehditkâr bir ortamın hissedilmesine rağmen ve performans esnasında insanların güvenlik araçlarının üstünde tepindiği durumda dahi, bu çerçevede neye dayandırıldığı meçhul ‘show must go on’ (‘gösteri devam etmeli’) düsturuna sığınmak sadece izansızlık ve sorumsuzluk değil, vahim bir hırsın ve güç zehirlenmesinin tezahürüdür kanımca. Hariçten gazel okumanın kolaylığıyla meydan okunabilecek bu yaklaşımımın sebebi, Scott’un gözünün önünde cereyan eden ezilme, fenalaşma ve bayılma vakalarına, kalabalığın içindeki ambulans sirenlerine, sahne önündeki seyircilerin canhıraş yardım taleplerine, hatta kameraman standına kadar çıkılarak yapılan imdat çağrılarına rağmen kısacık ve bir tanesi pek anlaşılmayan iki konuşma yapıp hemen ardından konserin sonuna kadar 45 dakikadan fazla süreyle performansına devam etmesi rezilliğidir. Ayrıca, daha önceki birçok konserinde benzer olaylar yaşanan Scott’un, konser sonrası olaylardan haberdar olunca “bilmiyordum, farkında değildim, yoksa hayatta böyle bir şeye izin vermezdim, çok üzgünüm” minvalindeki yazılı ve 44 milyon takipçisi olan Instagram hesabından yayınladığı videolu açıklaması, kurbanların yakınlarını ve olaydan etkilenenleri teselli edebilmişe benzemiyor. Sanatçıya peşi sıra açılmaya başlayan davaları da düşününce bu üzüntü ve pişmanlık ifadesi hukuken de pek faydalı olacak gibi görünmüyor.

Bu olay başlı başına müzik ve canlı etkinlik sektörünün Pamukova’sı, Soma’sıdır bence. Coğrafyası, can kaybı ve yaralı bilançosu ile dramatik boyutu farklı olsa da meydana geliş nedenleri, takip eden süreçler, beyanlar, sonuçlar açısından birçok benzerlik taşımaktadırlar. Göz göre göre, bağıra çağıra geliyorum diyen bir felaketin önüne geçecek gerekli müdahale yapılabilecekken ne olduğu çok belli ve hiç şaşmayan saiklerle bunu yapmamayı seçmek bütün “tek ve çok güçlü adam” yönetimlerinin alametifarikasıdır. Farklı olan, bu olayla ilgili adlî sürecin muhtemelen sağlıklı ve doğru dürüst bir şekilde ilerleyecek ve sorumluların hesap verecek olmalardır. Bu yazıda etraflıca irdelemeye gerek görmediğim ama bu olayın baş aktörlerinden birinin de, festivalin organizasyonundan, dolayısıyla güvenliğinden ve güvenlik uygulamalarından mesul Live Nation adlı dünyanın en büyük konser ve organizasyon şirketi olması bir başka kepazeliktir ama yukardaki nedenlerden ötürü şaşırtmamaktadır.

Aslında buradaki mesele ne Travis Scott, ne Live Nation. Mesele, farklı Türkçe tanımları arasında tercih ettiğim ‘sahte gerçeklik’ de bulunan ‘post-truth’ döneminin artık hep orada olan ahvali ve onun dikte ettiği doğrultuda, her gün türlü şekillerde, onlarca kılığa bürünerek güç, nüfuz ve para hırslarının kurbanı oluşlarını büyük bir coşkuyla ama kendilerine özgü sanatsal ifadelerle ve cici üsluplarla bezeyerek gözümüze sokanlar ve onlara adeta tapan kitleler. Bir bakıma, ‘süper’ değil, ‘mega’ değil, ultra-starların çağında, her zamankinden fazla altta kalanın canının çıktığı, üsttekinin de şişindikçe şişindiği, sonunda şişmekten gözlerinin kapandığı, kitlelerin öne doğru bir basit ivmelenmeyle başkalarını hem ruhen hem gerçekten öldürebildiği ortamı doğuran, besleyen, büyüten ve fena halde eşitsiz düzen.

İlla tapılacak bir şey bulmaksa konu, müziği icra edene, yani en yüceltici nitelendirmeyle dahi en fazla bir elçi, vasıta olabilecek garip beşer yerine müziğin kendisi var. Kusursuz, tarafsız, zamansız, ölümsüz. Buyrun gelin, hep birlikte ona tapalım.

Not: Bu faciayla ilgili güncel ve etraflı İngilizce bilgiye bu URL adresi üzerinden ulaşılabilir.