YAZARLAR

Hiçbir sözün verilmediği bir dünyada umudu nasıl yaşatacağız?

Umutlu olmak için birbirimizden başka zeminimiz yok. O küçük zeminlerde birbirimizi hayal kırıklığına uğratmamak bile bugün artık devrimci bir eylem. Kendimizi ifade ederek, başkalarının kendini ifade etmesine fırsat vererek, yargılamayarak, dinleyerek ve anlayarak, birbirimizden haberdar olarak büyütebiliyoruz o zeminleri.

İnsan henüz büyük bir acı yaşamamışken, sanki başına hiç kötü bir şey gelmeyecekmiş gibi hisseder. Ölümler, hastalıklar, kazalar ya başka hanelerde ya da haberlerdedir. Sanki bir tür dokunulmazlık perdesiyle korunuyoruzdur.

Bir gün o ateş evine düştüğünde, inanamaz insan. Biz de ölümlüyüz, bizim de başımıza geldi işte… Sonra bir sebep ararız.

Babamı aniden kaybettiğimizde, neden demiştim, dünyada bu kadar kötü insan varken karıncayı bile incitmeyecek kadar iyi bir adam neden öldü? Sonra da şöyle düşünmüştüm: Kimse bize iyilerin sonsuza kadar yaşayacağına dair bir söz vermedi. Dünyaya gelirken bir dokunulmazlık anlaşması yapmadık. Ama bütün inanç sistemleri iyi insanlar olursak tanrının bizi koruyacağını telkin eder. Adalete inancımızı da ilk o şaşkınlıkla sorgulamaya başlarız.

Sonra fark ederiz ki iyi insanlar ölür, hayatı çok iyi sırtladığını düşündüğünüz çiftler boşanır, birbirine çok yakışıyor dediğiniz sevgililer ayrılır, sizi büyük vaatlerle işe alan patronunuz bir süre sonra duygusuz bir makineye dönüşür, yapmaz dediğiniz biri çıkarları için en yakın dostlarını harcar, rol modeliniz olarak gördüğünüz insan tacizci çıkar, size siyaseti öğreten bir başka rol modeliniz güç sarhoşluğuna kapılır…

Düşünürsek bunların olmayacağına dair de kimse bize bir söz vermemiştir.

Hayat böyle bir şeydir belki de. Hayat vermesi beklenen güneş yakar, doyurması beklenen su boğar, dikilen her ağaç meyve vermez, her yumurtadan civciv çıkmaz. Her ilişki sonsuza kadar mutlu mesut sürmez, her emeğin sonucu başarı olmaz, iyiler hep kazanmaz, kötüler cezasını bulmaz…

Böyle bir dünyada biz hangi zemin üzerinde duracağız peki? Kadere inanıp her gün dua mı edeceğiz, karamsarlığın dibine mi vuracağız? Sürekli tetikte mi yaşayacağız, vurdumduymazlığın konforuna mı sığınacağız? Sevmeyecek miyiz, güvenmeyecek miyiz, umutlanmayacak mıyız?

Birçoğumuz önce kendimizden başlıyoruz… Kendi zeminimizi yaratıyoruz. Ben buyum diyoruz. Kendi adıma söz veriyorum kimseyi hayal kırıklığına uğratmayacağım, her zaman iyi olamayabilirim ama bunu fark ettiğimde umursayacağım diyoruz. Kendimizi korurken başkalarını da kendimizden korumaya çalışıyoruz. Daha da önemlisi olduğumuz gibi görünmeye, zaaflarımız, acizliklerimiz, duygularımız ve isteklerimizle, güçlü güçsüz yanlarımızı saklamadan durmaya çalışıyoruz o zeminlerin üzerinde.

Kendimiz gibi olanları buluyoruz sonra. Bazen küçük, bazen büyük topluluklar oluşturuyoruz. Okuma grupları kuruyoruz, dergi çıkarıyoruz bazen, ihtiyacı olanlara destek oluyoruz, bir kediyi el birliği ile sahiplendiriyoruz, hasta bir arkadaşımızın başında sırayla nöbet tutuyoruz. Bazen bir sofranın başında, bazen bir toplantı masasında, bir meyhanede ya da bir zoom görüşmesinde bir araya geliyoruz. Dertleşiyoruz, eğleniyoruz, söyleniyoruz…

Din, devlet, örgüt, aile… Her şeyin çivisinin çıktığı bir dünyada yaşıyoruz ne yazık ki. Kahramanlar yok, devrim çok uzak bir olasılık, varsa bir tanrı bütün bunlara nasıl izin veriyor sorusu en dindarımızın bile kafasının üstünde asılı duruyor.

Umutlu olmak için birbirimizden başka zeminimiz yok. O küçük zeminlerde birbirimizi hayal kırıklığına uğratmamak bile bugün artık devrimci bir eylem. Kendimizi ifade ederek, başkalarının kendini ifade etmesine fırsat vererek, yargılamayarak, dinleyerek ve anlayarak, birbirimizden haberdar olarak büyütebiliyoruz o zeminleri.

Birbirimize nefes alma alanları yaratarak yaşatıyoruz umudu.