YAZARLAR

Her yerim acıyor!

Şaka değil. Tamta Gabrichidze’nin ‘Sovdagari/Satıcının Yolculuğu’ belgeselinde köylere minibüsüyle ulaşan ve bagajını alışveriş yapmak isteyenler için dükkana döndüren gezgin satıcı Gela’nın para birimi patatestir. Bir çizme 25 kilo, bir atkı ya da bir rende beş kilo patates ederindedir.

Yaşadığımız günler üzerine başlıktaki sözden daha acıtıcısı olamaz.

Geçtiğimiz yazıda Toplayıcılar belgeselleri nedeniyle konu ettiğim Agnès Varda’nın yaşam, özgürlük, belki de “yasağı dinlemeyen kadınlar”ın ısrarcı yürüyüşü sırasında, kalabalığın paralelinde tek başına ve elinde tuttuğu pankartın üzerinde yazan sözdü “J’ai  mal partout/Her yerim acıyor.” 

Agnès Varda saklamadı, çizdikleriyle “Hayatın üstündeki toz tabakasını ince uçlu kalemleriyle itinayla kaldıran” Sempé’nin karikatüründen esin ya da onu selamlamaydı.

Agnes Varda

Agnès Varda saygı uyandıran duyarlı bir yürekle yaşadı.

“Hasattan kalanları toplamak yok olmuş olabilir ama eğilmek doymuş toplumumuzda yok olmadı. Kentli ve kırsal atık toplayıcıları bir şeyler almak için eğiliyorlar. Utanç yok, sadece endişe ve sıkıntı var” diyerek başladığı, iki yıl arayla çektiği ‘toplayıcılar’ üzerine belgesellerinin birçok izleyicinin hayatına değdiği doğrulanabilir. Sanırım en çok da kendi yaşamına/sanatına değdi.

Patateslerle tanışıklık onu 2003 yılında Venedik Bienali’ne hazırladığı ve zemininde 700 kilo patates serili Patatutopia adını verdiği video enstalasyonuna götürecektir. Patatutopia bir yana, her iki filminde öne çıkan patates toplayıcıları, 2017 yılında başka bir ülke, başka bir coğrafyada gerçekleşen belgeselin konusu olacaktır.

 Agnès Varda üç ekranlı video installationu Patatutopia'da, 2003

Sovdagari/Satıcının Yolculuğu belgeseli ile genç yönetmen Tamta Gabrichidze Gürcistan kırsalında varlığından haberdar olmadığımız yoksul köylülere kamerasını çevirmiştir.

Ödüller alan bu kısa belgeseli yardımıyla Tamta Gabrichidze’yi tanıma olanağı buldum. Shota Rustaveli Tiyatro ve Film, Gürcistan Devlet Üniversitesi Sinema Bölümü’nü bitirmiş. Okulunu tanıyordum. Yıllar önce İzmir’deki Fakültemin Sinema TV Bölümü ile bu Bölüm arasında bağ kurulmuş, ben de Tiflis’te tanıma olanağı bulmuştum. Ayrıca önerimle bir Yüksek Lisans öğrencimiz (Duygu Yılmaz) bu bağın güçlenmesi için “Gürcü Sineması ve Tengiz Abuladze”  başlıklı tez yazmıştı. Tiflis’li öğrenci Nino da Yılmaz Güney üzerine çalışmıştı. Yılmaz’ın tezinde aktardığı,  Abuladze’yi tanımamızı sağlayacak söyleşiyi buraya alıyorum:

Babamı 1937 yılında tutuklamışlardı. Annem beni kucağına alarak aynı gece evden sadece pasaportu alarak ayrılmak zorunda kalmıştı. Babamın resmi bile yoktu elimizde. Ben hayatım boyunca babamı rüyamda bir kere olsa bile görmeyi arzuluyordum. Çocukluğumda bazen uykudayken konuştuğumu söylerlerdi, uykudayken hafızamın derinliklerinden çıkıp geleceğini düşünüyordum. Bu yüzden hastalanarak ateşimin yükselmesini beklerdim. Babamı ateşimin 40 dereceye yükselmesinde bile göremedim. Monaniebafilminin bir karesinde ressamla ilgili bir görüntü vardır. Kamerada ressamın yüzü büyütülerek sonradan uzaklaşır. Ressamın gerçek yüzü gittikçe belirginliğini kaybeder ve sadece ana hatları kalır. İşte bu saniyede (sadece bir anlık) ben kendi babamın yüzünü gördüm.”

Satıcının Yolculuğu.–Gürcistan kırsalında patates üreticilerinin başka bir öyküsü

Tiflis’e heyecanla gitmemin bir nedeni de yönetmenliğini Giorgi Shengelaia’nın yaptığı  Pirosmani filminin etkisiyle Gürcü, masalsı bir dünyayı içtenlikle çizen ve yoksulluk içinde ölen naif ressam Niko Pirosmanishvili’nin (1863-1918) yapıtlarının sergilendiği müzeyi ziyaret etmekti.

Her izleyişimde bu naif ressamın hikayesine hüzünlü bir bakışla saplandığım, ödüllü, yalın bir film olmuştu Pirosmani.

Tamta Gabrichidze film ve dizilerde deneyim kazanmış, şimdilerde yazar/yönetmen olarak serbest çalışıyor. Yeni filmler yapmanın peşinde, üzerinde çalıştığı filmin adı  Mugamati (Bitirdi mi acaba? Çünkü son haber 15 Mart 2022 tarihliydi). Film, Joseph Stalin'in devasa heykelinin Gori’deki Stalin müzesi bahçesinden çalınması ve Stalin sempatizanlarının heykeli ‘duduk’ çalan müzisyenlerin yardımıyla aramalarının hikayesi…

Yönetmen Giorgi Shengelaya'nın Pirosmani (1969) filminden...

25 KG PATATES=BİR ÇİFT ÇİZME

Peki, marketinize para yerine -eğer yetiştirdeyseniz- kilo kilo biber ya da soğan vererek alışveriş yapabilir misiniz? Şaka değil. Tamta Gabrichidze’nin Sovdagari/Satıcının Yolculuğu belgeselinde köylere minibüsüyle ulaşan ve bagajını alışveriş yapmak isteyenler için dükkâna döndüren gezgin satıcı Gela’nın para birimi patatestir. Bir çizme 25 kilo, bir atkı ya da bir rende beş kilo patates ederindedir.

Tamta Gabrichidze kamerasıyla oyuncaklara imrenen çocukların bakışını da, beş kilo patates bulup veremediği için gereksinimi olan rendeyi alamayan Gürcü yaşlı kadınının hüznünü de yakalamayı başarır.

Belgesel yardımıyla satıcı değil, biz, her coğrafyada umutları patates tarlalarına gömülmüş bu insanların dünyasında buruk bir yolculuk yaparız.

Satıcının Yolculuğu-Gürcü gezgin satıcının birimi patates

KÖY ENSTİTÜLERİ KENDİ PATATESİNİ ÜRETİYORDU

Eğer ülkemizde geçmişe doğru gidilirse, ilk aklıma gelen Köy Enstitülerinin tarım dersleri ve çalışmalarından kendi ürettikleriyle mutfaklarına açtıkları yoldur.

Deprem onu aşkın ilimizde büyük bir yıkıma neden oldu ve ne yazık ki etkilenen, artçıları devam eden kentlerimizden biri de ‘güzel’ Malatya…

1940 yılının başında, Malatya’daki Akçadağ Köy Enstitüsü Müdürü Şerif Tekben’in örneklediği gibi Enstitüler, birçok köylünün dut kurusu yiyerek hayatını sürdürebildiği İkinci Dünya Savaşı günlerinde ekmek kıtlığını kendi buğdayını, patatesini üretebilen, sebzesini, hayvanını yetiştirebilen, kollektif emeğin gücü ile zorlukları yenebilen kurumlar olmayı başarmıştı.

Aynı Enstitü, 1940’ta kurulurken bir tek ağaç bile olmayan topraklarda, 9.500 kayısı olmak üzere 17 bin meyve ağacı dikimini gerçekleştirir.  Bin öğrencilik yemekhane binasını ve mutfağını kendi yapar. Öncesinde Ladik fırınlarından alınan ekmeği, Enstitüde açtıkları kendi fırınlarında yapacaklardır. Ve gözle görülen, tarımın sadece basit bir çiftçilik ya da ekip-biçme olmaktan öte, yerel, ulusal hatta evrensel bir yaşam kaynağı ve beslenme kültürü içerdiği gerçeğinin ülkenin yirmi bir bölgesinde yaşandığıdır. O Enstitülerden birini bitiren yazar/araştırmacı Pakize Türkoğlu’nun saptamasıyla, Enstitü öğrencileri, tarım derslerinde toprakla uğraşırken, çevreyi ağaçlandırarak, suyu-toprağı, ormanı koruyarak, doğal olanı hırpalamadan verime durdurmanın, doğal ürün almanın yolunu öğreniyorlar” ve kuruluş yasasında yer alıyor, öğretmen olarak gittikleri köyde edindikleri bilgileri uygulamaları isteniyor…

Köy Enstitüsünde sebze tarımcılığı, 1940'lı yıllar (solda),   II. Dünya Savaşı yıllarında Savaştepe Köy Enstitüsü yemekhanesi (sağda)

Önümdeki kaynağı şöyle bir taradım, hangi Enstitünün üretim listesinde patates adı geçiyor diye, işte:

Çifteler Köy Enstitüsü (Eskişehir), Cılavuz Köy Enstitüsü (Kars; 1942 yılı raporunda: 17600 kilo patates), Pazarören Köy Enstitüsü (Kayseri), İ̇vriz Köy Enstitüsü (Konya) Ernis Köy Enstitüsü (Van), Akpınar Köy Enstitüsü (Samsun; 1941-42 ders yılında 6500 kilo patates). Tabii ki diğer Enstitülerde de patates üretimine rastlanır, diğer ürünlerin yanı sıra. Özetlenmiş de olsa Dicle Köy Enstitüsü (Diyarbakır) örnek verilebilir:

"Büyükbaş ve küçükbaş hayvancılık, kavun, karpuz, buğday, arpa, pirinç, mercimek, baklagiller, pamuk, sebze bahçeleri, meyve bahçeleri (kayısı, ceviz, badem, nar, dut, armut), bağclık."*

ANGELUS ETKİSİ

Patates ekimi yapmak, tarladan çıkarmak ve toplamak yorucu bir iştir. Jean-François Millet’nin  ünlü Angelus resminde bir erkek ve bir kadın patates çıkarma işini bırakmış, ayaklarının ucunda ekmekli bir sepet, dua etmektedir. Millet açıklar:

"Bu resim düşüncesini bana, tarlada çalışırken kilise çanlarını duyan büyükannemin, yapmakta olduğumuz işi durdurarak bu dünyadan ayrılanlar için Angelus duası okuması aklıma getirdi.”

Kısaca, resmin yapılışının arkasında duran, dinsel duyguları yüceltme arzusu değil, saf bir çocukluk anısıdır. Üstelik Jean-François Millet‘nin yaşantısında kilise ile bağı olmadığından da söz edilir. 

Angelus yaklaşık yüz yıl sonra Salvador Dali'nin resimlerine** esin kaynağı olurken Dali tablodaki köylü çiftin gerçekte yasta olduğunu düşünür. Önlerindeki sepette sanki ölü bebekleri yattığını, bu nedenle dua ettiklerini hayal eder. (Ben ise ilk bakışta, Millet’nin benzer temayı paylaştığı Gustave Courbet gibi solcu tutumu olmasa da, bu resmi yakın zamanda sanayileşerek bitirilecek, Millet’nin “Fransa'nın kültürel mirasının eşsiz bir parçası” olarak nitelendirdiği köy/tarımsal emeğe sessiz bir ağıt (!) gibi okumuştum. Meğer uçmuşum…) Ve sonuçta resim uzmanlarca X-Ray'dan geçirilir. Dali'nin iddiası dikkate alınacaktır, çünkü resmin alt katmanında üzerinde yorum yapılabilecek görüntülere rastlanır.

Jean-François Millet-Angelus, 1857 (solda),   Salvador Dali- Angelus, 1933 (sağda) 

Buraya kadar, patates, başak, undan ve ayrıca a(r)tıklardan söz ettik, biraz da ekmekten söz etmeliyiz. Cervantes’in ‘bütün acılara dayanılır, yeter ki ekmeğin olsun’ dediği ekmek. Ekmeği de yine kanımca tartışılmaz hatırlatan  Millet’nin Ekmek Pişiren Kadın resmidir.

Günümüzde otuz üç binden fazla fırının bulunduğu söylenen Fransız yaşam kültüründe ekmeğin, “tradisyonel” adıyla bilinen baget ekmeğin önemli bir yeri olduğu herkesçe bilinir. Amerikalı yazar Gertrude Stein 1903 yılından başlayarak Paris’te olduğu yıllarda, ressam dostlarını davet ettiği bir yemek için yardımcısını iki kez ekmek aldırtmaya göndermesinin nedenini şöyle açıklar:

“Bu insanlar ekmeksiz yiyip içmezler çünkü”.

Sürpriz olmadı, ‘baget‘ Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Teşkilatı (UNESCO) tarafından İnsanlığın Somut Olmayan Kültürel Miras Listesi’ne alındı.

KIRDA ÖĞLE YEMEĞİ

Sanırım sıra yemeğe geldi, o halde “buyrun öğle yemeğine!” Kırda Öğle Yemeği/Le Déjeuner sur l’herbe, Fransız ressam Édouard Manet'nin çıplak bir kadının (model Victorine Meurent) iki giyinik erkekle kırda piknik yaparken betimlediği tablosudur (1863). Önemlidir, bittiği yıl, 1900’lü yıllara dek düny adaki en önemli sanat etkinliği olan Salon de Paris/Paris Salonu’nun düzenleme jürisince sergilenmeye değer bulunmamıştır. Ama yine de sergilenir, nerede mi?  O yıl, 3000'den fazla eseri reddedilen sanatçıların Paris Salonu jürisini protesto etmesi nedeniyle İmparator III. Napolyon tarafından açtırılan Reddedilenler Salonu’nda.

Édouard Manet - Le Déjeuner sur l'herbe_Kırda Öğle Yemeği

Bir başka sorun Kırda Öğle Yemeği’nde yer alan çıplak kadın görüntüsü nedeniyle ve “Kibar fahişe sınıfına ait bayağı bir kadın çıplak bir şekilde giyinik iki şehirli züppenin yanında utanmadan oturuyor” gibi eleştirilerle resme saldırılmasıdır. Manet’nin biyografisini yazacak, çocukluk arkadaşı Antonin Proust'un anlattığına göre, iki arkadaşın Seine Nehri'nin kenarına oturup beyaz filikaları, bu sırada bazı kadınların suda yıkanışını izledikleri bir günün çağrışımıdır bu resim. Çıplak modelin izleyicinin gözlerinin içine doğrudan bakması ve resmin hikâyeyi önemsememesi nedeniyle modern resmin başlangıcı kabul edilir. Resme gelen tepkileri ilk savunanın da genç roman yazarı/eleştirmen Émile Zola olduğu unutulmamalıdır. (Ki Manet’nin çağında Émile Zola, L' Aurore  gazetesinde  "İtham Ediyorum" başlıklı Cumhurbaşkanına açık mektubu yayımlanmasaydı casuslukla suçlanan yüzbaşı Alfred Dreyfus’un aklanması da belki olanaksızdı.)

Kırda Öğle Yemeği’nde üçlünün önünde içinde şeftaliler, kirazlar, içecek şişeleri ve diğer yiyeceklerin olduğu bir piknik sepeti vardır. Ve çocukluk arkadaşı Antonin Proust haklıdır, Manet Reddedilenler Sergisi’nde resmini Le bain/Banyo adıyla sergilemiştir.

YENİ DALGA SİNEMAYI SELAMLAMAK

Yine de benim için Agnès Varda Yeni Dalga’yı selamlayan filmlerinden biri olan Le Bonheur/Mutluluk demektir.  

Nedeni, diğer filmlerinden, öncekilerin en ünlüsü Cléo Beşten Yediye filminden daha iyi oluşu değil, lise yıllarımda İzmir yazlık sinemalarından birinde izlediğim ve benim ilk Agnès Varda filmim oluşuydu. (Tabii ilk renkli filmi olduğunu, “iki kişiye birden aşık olunabilir mi?” sorusuna yanıt arayan içeriğiyle tartışma yarattığını sonra öğrendim.)

Agnes Varda / Mutluluk (solda),  Cléo Beşten Yediye (sağda) 

Agnès Varda, şarkıcı Cléo’nun (Corinne Marchand) kanser olduğu kuşkusuyla hastanede yaptırdığı biyopsi sonucunu bekleyişini, yani iki saatini anlatır. Cléo’nun ‘Sensiz’ şarkısındaki “Çaresizlik içinde sürünüyorum” sözleri yaşamakta olduğu duygulara uygun düşer.

Filmde bugün bile yönetmen adaylarına ders olabilecek birçok özellik alt alta sıralanabilir. Örneğin, Filmde Cléo’nun geçirdiği ve izleyicinin tanık olduğu zaman, saatlerle doğrulanan gerçek zaman ile paralellik gösterir. Agnès Varda “Cléo’yu dakika dakika takip ettim. Gerçek zamanda, gerçek bir istikamette.” açıklamasını yapar.

‘Film içinde film’ koymayı dener. Yeni Dalganın ünlü ismi Jean-Luc Godard, oyuncusu Anna Karina’lı bir kısa filmdir bu: Mac Donald Köprüsü Nişanlıları.

Günümüzde Cléo Beşten Yediye filmini izlemek, sadece Agnès Varda’yı değil Jean-Luc Godard başta, tüm Yeni Dalga ustalarını selamlamak için fırsattır. Söz Godard’dan açılmışken, bu filmdeki gibi o da Küçük Asker filmiyle Cezayir konusuna girmiş, filmde yer alan işkence sahnelerine öfkelenen ordunun baskısıyla Fransa’da gösterimi yasaklı kalmıştır.

Agnès Varda da Cléo’nun rastlansal karşılaştığı ve saatler sonra Cezayir’deki savaşa dönecek askere “Yok yere ölüyorlar -Fransızlar için-. Beni kızdıran da bu…Bir kadınının aşkından ölmeyi yeğlerim.” dedirterek, filmi çektiği günlerde sekizinci yılına giren, iki yüz elli bin Cezayirli’nin yaşamını yitirdiği dönemin Apocalipsisini hatırlatacaktır.

Varda, Cléo’nun geçirdiği bu iki saatte görünenden/arzu nesnesinden gören/öğrenen kişiye sıçramasını ve korkusunu yenmesini sağlar.

Cléo’nun şarkısının sözleri hatırlanmaya değer:

Bütün kapılar ardına kadar açık/Rüzgar direkt içeride esiyor/ Bomboş bir evde yaşıyorum/ Sensiz, Sensiz /Denizle çevrili /Issız bir ada gibi…

…Kapılar, umuda, özgürlük ve adalete giden yola açılırsa acılarımız azalacak. Şu anda her yerimiz acıyor!

* https://www.journalagent.com/planlama/pdfs/PLAN_28_3_261_281.pdf

**Angelus, The Angelus of Gala; Gala and "The Angelus" of Millet before the Imminent Arrival of the Conical Anamorphoses; Millet architectonic Angelus; of Millet; Archaeological Reminiscence of Millet's Angelus. 

————————————————

Patates Dolması

Yazının konusu da olan ‘patates’ ile yapılabilecek, mutfağımızdan pek de uzak olmayan bir yemek. (Dört kişilik.)

150 gr kıyma

8 adet patates (içi oyulmuş)

1 adet kuru soğan (rendelenmiş)

1 su bardağı pirinç

1 adet domates (rendelenmiş)

2-3 diş sarımsak

Maydanoz (ince kıyılmış)

2 yemek kaşığı sıvı yağ

1 yemek kaşığı salça

Pul biber

Karabiber

Kekik-Nane

Tuz

1 yemek kaşığı salça

Sıcak su

İç harcını bir kapta pirinç, kıyma, soğan, sarımsak, domates, baharatlar, maydanoz, sıvı yağ ve tuz karıştırarak hazırlayın.

Patateslerin içini harç ile doldurun. Domates dilimi ya da patates ile kapak yapın (Artan harç olursa domates de kullanabilirsiniz.) Sıcak su ile çözdürülen salçayı üzerinde gezdirin. 25-30 dakika fırında ya da tencerede pişirin. Yoğurt ile servis yapın.


Oğuz Makal Kimdir?

Sinema alanında ilk doktora yapan öğretim üyesi. 1997 yılında Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde profesör oldu. Yemek ile sinema arasındaki ilişki yeni ilgi odağı, bu alanın filmlerini ve toplumsal-kültürel tanıklıklarını kitaplaştırmak için araştırmaya devam ediyor. Sinema Tarihi, Film Kuramı, Türk Sineması, Sinema ve Diğer Sanatlar, Sinema ve Tarihi İlişkisi gibi dersler veren, tezler yöneten Makal, Uluslararası İzmir Film Festivalini kurdu, 2001 yılına dek on bir yıl yönetti… Kısa, uzun, belgesel filmler yaptı, son yıllardaki birkaç belgeseli: El Cezeri, Eğitmenler, İstanbul’da Bir Gizli Bahçe-Alfred Heilbronn Botanik Bahçesi, Uzak ve Yakın, Suriye Mutfağı İstanbul’da, Merdiveni Arayan Adam. Bazı kitapları ise: Sinemada Yedinci Adam, 1895-1950/İzmir Sinemaları Tarihi, Fransız Sineması, Beyazperde ve Sahnede Nazım Hikmet, Sinemada Tarihin Görüntüsü, Yönetmenleri ve Filmleriyle Gülmenin Sineması.