Ev ona yakıştı

Köye ilk geldiğimizde, evlerin duvarlarında üzerinde Latince ya da eski Yunanca yazılar olan irili ufaklı taşlar, her tarafa saçılmış granit bloklar görünce inanamamıştık. Köyün antik bir şehir üzerinde kurulu olduğunu sanmıştık. Değilmiş.

Google Haberlere Abone ol

“Yazık etmişsin.” diyecek oldular.

“Hiç yazık etmedim.” dedi.

“Herifçioğlu yapmayı da biliyor, oturmayı da! Ev, ona yakıştı.”

“Ulan” dediler, “Bize versen, bize de yakışırdı.”

“Hiç yakışmazdı.” dedi, “Biz ahır sekisinde alışmışız.

Senin, benim gibilerin elinde kalıp yurtluk olacağına, onun elinde ko, şenlik olsun.” *

Hep iş konuşacak değiliz ya, bu kez de sohbet etmek için buluştuk. “Hayat Evi”ni anlattık bir heves. Çiğdem Toker dinledi, dinledikçe yüzünde bir gülümseme belirdi. “Ev size yakışmış.” dedi. Önce anlamadık. Memduh Şevket Esendal’ın bu öyküsünü okumamıştım, aradım buldum, bir çırpıda okudum. Sen de okursan eminim çok seversin.

Bizim harabede kalmıştık geçen yazıda. Babamın köy hayali, Ebru’nun yıllardır bir ev sahibi olmak istemesi, benim eski taş ev tutkum birleşince; ancak para yetişmeyince iki katlı sağlam bir taş ev almak mümkün olmadı. Biz de taştan bir ev aldık.

Dur sana biraz anlatayım. Köyde kare ya da dikdörtgen şeklinde bir arsa yok. Evler, ahırlar, bahçeler, dip dibe. Birinin duvarının yanında diğerinin evi, onun yanında bir ahır, böyle uzanıp gidiyor. Karman çorman; hayatlar da iç içe. Apartmanlardan farkı, kafanı kaldırınca gündüz sonsuz maviliği, gece ışıl ışıl Samanyolu'nu görüyorsun; bazen de muhteşem bulutlar burnunun ucundan geçiveriyor.

Bizim evin, namıdiğer Hayat Evi’nin, ne menem bir şey olduğu dışarıdan bakınca anlaşılmıyor. Karşında koca taş bir duvar hayal et, ortasında koca bir kapı, sağ tarafına yalnız bir pencere. Kapının kırık kanadından bahçe görünüyor. Hemen içeri girince üstünde dam olan bir alan, yani hayat, solda dışarıda tuvalet, onun yanında ocak. Bakım gören evlerin hepsinde tuvalet içeriye alınıyor artık; dizlerini eğemeyen yaşlılar için alaturka tuvalete geçilmiş.

Kapıdan girer girmez sağ tarafa bakınca, tren gibi uzanan evi görüyorsun: Bir oda bir salon, bir oda bir salon ve son bir oda. Oda bildiğin oda ama salon bildiğin salon değil. Salon dedikleri iki odayı birbirinden ayıran yarım oda büyüklüğünde bir alan. Odalar birbirlerine, koridor değil salonlarla bağlanıyor. Her salon bahçeye bir kapı ile açılıyor. Salon aslında mahremiyet demek, sesin diğer odaya geçmesi engellenmiş oluyor.

Evin lokomotifi, penceresi sokağa bakan, bu sayede dışarı ile tek ilişkisi olan ilk oda. Evin başka hiçbir yerinden dışarısı görünmüyor. Lokomotif oda, gündüz salon, gece de evin en büyüklerinin yatak odası. Bizim evi satın aldığımız Orhan ve Nuri amcaların dedelerinin hayata gözlerini yumduğu oda bu; divanı hâl yerli yerinde duruyor. Dede yıllar önce lokomotif odasından çıkmış, hayatı geçmiş, sonra da sokak kapısından çıkmış gitmiş. O dede ki, hiç tanışmamış olsak da hem bizim evin mimarı hem de evi alma nedenlerimizden biri.

Temel olarak zeytincilikle uğraşan bu küçük Çanakkale köyünde, eskiden küçükbaş hayvancılık önemli bir geçim kaynağıymış. İki kardeşin büyüğü olan Orhan Amca anlatıyor: “İlkbaharın sonunda buralarda otlar azalırdı. Dedemle birlikte uzun bir yolculuğa çıkardık. Hayvanlarımızı alır, kazanlarımızı, öteberimizi eşeklere yükler yürümeye başlardık. Çanakkale’ye kadar yürür, sonra feribota biner Trakya’ya geçerdik. O zamanlar böyle miydi! Yürüdükçe sürüler sürülere eklenir, binlerce hayvan bir arada ilerlerdi, feribotlar dolar taşardı, araçtan çok hayvan olurdu. Trakya’nın verimli otlaklarına yayılırdık.

Zaman içinde aile büyükleri teker teker öbür tarafa göçmüş, anneleri yaşlanınca yanlarına almışlar. Bir süre sonra anneleri de ölünce evi tamamen kapatmış bir daha uğramamışlar. İlk defa birlikte girdik içeri. Yataklar, yorganlar, bardaklar, çanak çömlek, sabanlar, tereyağı yayığı, duvarlara asılı paslanmış yüzlerce koyun çanı; hatta büyükannenin içinde çorapları duran ayakkabıları ve uzun yolculuklarda kullandıkları kazanların ağır kapakları… Tavanlar çökmemiş olsa her şey yerli yerinde duruyormuş.

Köy sokağı

Hüzün basar sandık, hiç de öyle olmadı. Orhan ve Nuri amca daldılar mı çocukluk anılarına. Aaaa o da ne, Orhan Amca’nın Kur’an kursu belgesi, fareler didiklemiş. “Nereden çıktı bu?” dedi; sonra “Bir bıçağım vardı benim, dedem hediye etmişti acaba gördünüz mü?” diye ekledi. Görmemiştik, evin birçok yerine girilmiyordu çökme tehlikesinden. Mutfağa doğru ilerledi. “Aaaa…” dedi “Bıraktığım yerde durup duruyor.” Sonra dedesinin at kırbacını buldu. Gözlerinde o zamanki çocuğun mutluluğu. Onlar anlattıkça, anılar canlandı, bizden olmaya başladılar; biz de onlardan. Harabe, yuvamıza dönüşüyordu yavaş yavaş.

Latince yazılar

E şimdi biz nasıl yıkarız burayı? Aynı atalarımız ve onların ataları gibi, küllerinden doğuracağız. Köye ilk geldiğimizde, evlerin duvarlarında üzerinde Latince ya da eski Yunanca yazılar olan irili ufaklı taşlar, her tarafa saçılmış granit bloklar görünce inanamamıştık. Köyün antik bir şehir üzerinde kurulu olduğunu sanmıştık. Değilmiş. Öğrendik ki etraftaki bütün köyler böyle. Alexandria Troias, yani Büyük İskender’in Troya’daki şehri, zamanında Anadolu’nun en büyük yerleşimlerinden birisiymiş. Köylüler tarihin her döneminde, evlerini yapmak için kilometrelerce öteden gelip antik şehirden söktükleri taşları, kağnılara yükleyip, tarlaları aşıra aşıra yurtlarına taşımışlar.

Evlerin çoğu, biraz antik, çoğunlukla da tarlalardan toplanan kaba taşlardan, 1950’li yıllarda yapılmış. Daha önceki dönemlerde yapılan evlerden eser yok, sanki sırra kadem basmışlar. Ancak köydeki muhteşem erken Osmanlı dönemine tarihlenen cami dimdik ayakta ve yeni restore edilmiş. Restorasyon bekleyen bir de hamam var. Umarım bir gün, içinde yıkanmak nasip olur. Bu iki yapının dışında neredeyse her şey yirminci yüzyılın ortasından.

Köy okulunun antik merdivenleri

Orası paşanın evi. Köyün en eski eviymiş. Nuran Teyze otururdu orada, köyün en güzel bahçesine sahipti. On Kasımlarda okula götürmek için çiçekleri bahçesinden koparmamıza izin verirdi Nuran Teyze.” diye devam ediyor Orhan Amca. Hemen yan sokağa geçiyoruz, ki orada içinde yaşanılan tek bir ev kalmamış, Arnavut kaldırımı yarılsa da hala yerinde duruyor birçok taş. Kendini bir anda “Cinema Paradiso” filminde buluveriyorsun. İzlemediysen muhakkak izle, bayılırsın.

Yine de şanslı bir köy, nüfusunun üçte birini koruyor. Yaş ortalaması eğer 70 ise, bizim küçük oğlanları da ekleyince ortalama 69.9’a düşüyor. Hala işleyen iki kahvehanesi var. Haftada bir berber geliyor. Hafta içinde farklı zamanlarda arabalı manavı, balıkçısı, hırdavatçısı uğruyor. Hatta geçenlerde hacı muradıyla biri çıktı geldi, zeytin toplamaya yarayan aküyle çalışan bir İtalyan icadı satıyordu.

Ama okulu yok köyün! Taşımalı sistem, ülkenin de bizim köyün de kanayan yarası. Yaz aylarında büyükanne ve büyükbabalara bırakılan çocukların şen çığlıkları yaz sonunda kesiliveriyor. Köyde sonbahar ikinci bir bahar sanki. Leylaklar tekrar açıyor inanmazsın, ısırgan otları yeşeriyor. Ocak ayına dek sürecek zeytin hasadı başlıyor en önemlisi. Hafta sonları Çanakkale, Ezine, Geyikli’ye göçmüş köylü hasada akın ediyor. Etrafta çocuklar koşturuyor yeniden.

Bizim oğlanlar okudukları için yerleşemedik köye, daha evin bitmesine de zaman var. Ancak sık sık gidip geliyor, yavaş yavaş bambaşka bir hayata tanık oluyoruz. Haftaya hem zeytin toplayalım seninle, hem de anlatmaya başlayayım sana bir taş ev nasıl yapılır, olur mu? İstersen Ezine peyniri nasıl yapılır onu da anlatırım. Alışıyoruz buralara. Sanki ev de^, köy de bize yakışmaya başladı; biz de ona yıkışma çabasında.

*Otlakçı, Ev Ona Yakıştı, Memduh Şevket Esendal, s.169, Bilgi Yayınevi, Aralık 2017

“Hayat Evi”ne ilişkin diğer paylaşımları görmek için blog sayfam Memur Çocuğu’nu ziyaret edebilir, Instagram ve Facebook’tan @memurcocugu1972 hesaplarımı takip edebilirsin.

Etiketler ev köy çiğdem toker