Bülent Uluer'in vur emri ve Hisar'da bir durak

Şimdilerde çokça denize bakıyorum. Denizlerde ışıl ışıl parlayan eski devrimci arkadaşlarımı görüyor ve umut tazeliyorum. “Belki,” diyorum. Bizler güzel çocuklardık; devrimi ummuş, onun için çalışmış ve beklemiştik.

Google Haberlere Abone ol

Vecdi Çıracıoğlu

Bir romanı, bir hikâyeyi yazmakla, bir yaşanmışlığı ve tanıdık bir kişiyi yazmak arasında yazan açısından büyük bir zorluk vardır. Bu, yazanın, yazdığı insanı tanıdığından kaynaklanır. Hele hele tanıdık, eski ve yakın bir arkadaşsa hakkında yazmak daha da zordur.

Yakın arkadaşlıklarda, dostluklarda yaşanmışlıklar bütünü vardır ve bu çoklukta yazan, yazıya nereden başlayacağı konusunda zorluk çeker. Bir şekilde yazı biter ama yazı ya da yazının bulunduğu kitap baskıya gidip de raflarda yerini aldığında yazar için hayıflanmalar da başlar. Bu hayıflanmaların başında “keşke!” ile başlayan cümleler gelir. Ardından unutulanlar tek tek sıraya girerek yazanın karşısına geçerek onunla alay etmeye başlarlar.

Ben de sevgili arkadaşım, kardeşim, yoldaşım A. Bülent Uluer’in kitabı için yazmaya başlamadan önce, az önce sözünü ettiğim kaygılar içerisindeydim. Bu anlamda yapılacak en doğru edimin sadece bir hatırayla onu anmanın en doğru yol olacağı kanısındayım.

b7

'VUR EMRİ' İLE ARANIYORLARDI

Yaygın faşist saldırılar ve toplu katliamlardan ötürü 1978 yılının Aralık ayında ülkenin yirmi iki ilinde ‘parçalı’ sıkıyönetim ilan edilmişti. Bu sıkıyönetim 12 Eylül 1980 tarihine kadar devam edecekti.

1978 kuşağı Devrimci Gençlik Dernekleri Federasyonu (Dev-Genç) önce Genel Sekreteri ve sonradan Genel Başkan’ı Bülent arkadaşım ülkede ‘Vur Emri’ ile ülkenin her yerine donatılan afişlerle aranıyordu. Afişte iki devrimci arkadaşı Hasan Şensoy ve Paşa Güven de vardı. Devlet, iki faşistti de afişe eklemeyi unutmamıştı: Mehmet Ali Ağca ve İsa Armağan.

12 Eylül faşist askeri darbe günlerine ramak kalmıştı. 1980 yılı yazının son günlerini yaşıyorduk. Ben o zamanlar İstanbul Boğaziçi’nin şirin bir köyü olan Rumeli Hisarı’nda yaşıyordum. Denizin rengi değişmeye başlamış, ağaçlarda yapraklar yeşilden kahverenginin tonlarına çoktan bürünmüştü. Mevsimler güzeldi ama bizim için mor zamanlardı.

Bir şekilde nasıl olduysa oldu, belki bir arkadaşımızın vasıtasıyla Bülent ile irtibat kurduk. Bildik arkadaş, eş, dost evleri dahil kendi evi bir günde üç kez basılan arkadaşımın kalacak saklanacak bir eve, bir barınağa ihtiyacı vardı. Yurtdışına çıkacak ortamı bekliyordu ama süre belli değildi.

Devlet tarafından bilinen fişli bir devrimciydim. Kaldığım ev polis tarafından basılmış, geçmişte, 12 Mart öncesi meşhur ‘Sandık Cinayeti’nin işlendiği, devlet tarafından bilinen bir evdi. Kendi evimde Bülent’i saklayamazdım.

Bülent geldi. Bebek’te ‘Felicita’ adlı bir barda buluştuk. Felicita, bir sosyete semti olan Bebek’in tam orta yerindeki Bebek Parkı’nın karşısında, dikkat çekmeyecek bir mekandı. Bülent, tanıştığımız ilk günden itibaren giyimine kuşamına dikkat eden bir arkadaşımdı. Onu takım elbisemi giyerek karşıladım. Orada durum hakkında konuştuk. Kendisini ilk günlerde bir yer bulana kadar Uçaksavar’da bir arkadaşımızda saklayacak, ki bu ancak iki gece olabilirdi, gündüzleri de Felicita gibi dikkat çekmeyecek yerlerde vakit geçirecektik. İki günden sonra Allah kerimdi!

Dikkat çekmeyecek gündüz mekânlarından biri de Yeniköy’deki iskeleydi. Beykoz’a motorların kalktığı iskeledeki İskele Restaurant’tı. Boğaz’a açık cephe manzaralı, diğer yerleri sarmaşık ve geniş yapraklı çiçeklerle bezenmişti. Dışarıdan bizi birilerinin görmesi imkânsızdı. Bizi ancak restorana gelenler görebilirdi.

İlk iki günün gündüzünü Uçaksavar’a yakın olması sebebiyle Felicita’da geçirdik. Hava karardığında Bülent, taksiyle kalacağı eve gidiyordu.

Kitaplarımı okuyanlar bilir Rumeli Hisarı’nda “Bilge Serseri”ler diye adlandırdığım, tek kişilik kulübelerde yaşayan, öldüklerinde kulübesi başka birine devrolan gerek kıyı, gerekse deniz insanları vardır. Bu insanlardan biri de zamanında açık denizlerde, gemilerde çalışmış, o zamanlarsa restoran müşterilerinin arabalarına değnekçilik yapan Goril Sadık’tı. Goril Sadık, köyden, kaleye giden yolun en sonunda bulunan kahvenin yanındaki dar yolun dibinde, bir duvarı doğal kayaya yaslı, küçük tek kişilik kulübesinde bir kerevetin üzerinde yatıp kalkan, yalnız bir adamdı. Yazları kulübesinin tam karşısındaki kıyıda, kışın ise kulübesinin önünde çilingirini kurup sürekli içerdi.

'MOR ZAMANLARI YAŞIYORDUK'

Kendisine, bir arkadaşımı kulübesinde, geceleri, birkaç gün misafir edip edemeyeceğimi sorduğumda, evi olan bana aşağıdan yukarıya bakarak iyice süzmüştü. Biraz düşündükten sonra, lüferin başladığını ve b111sabahlara kadar balık tutacağını, gerekirse Perili Köşk'te kalabileceğini söylemiş, bu konuda başka tek bir kelime etmemişti. Kulübe sağlıksızdı ama o şartları yaşayan insan için lüks çok uzaktı.

Sanırım Bülent kulübede iki gece geçirdi. Gündüzleri öğleye doğru Yeniköy’e İskele Restaurant’a gidiyor, paramızı kontrollü harcıyorduk. İki kez parasal sorun yaşadık. İkisinde de Hisar’da Yeşil Büfe diye adlandırdığımız büfenin TKP’li sahiplerinden Kazım imdadıma yetişti. Bülent restauranta oturuyor, ben otobüsle Hisar’a gidip Kazım’dan o zamanın en büyük parası olan 500 lira alıyor ve parayı çarçur etmemek için otobüsle Yeniköy’e dönüyordum. Gözlerimin ışıltısından Bülent boş gelmediğimi anlıyor ve gülümsüyordu. Sol içi ayrı siyasetlere mensup olmamıza karşın büfeci Kazım kedisinden iki kez para istediğimde nedenini hiç sormadan vermişti. Dedim ya mor zamanları yaşıyorduk, vardı elbet bir sebebi!

Unutamadıklarımdan birincisi, değnekçi Goril Sadık, ikincisi ise afişti! Yeniköy otobüs durağına asılı, Bülent’in “Vur Emri” ile aranan afişi. Durağa her geldiğimizde afişe bakıp gülüyorduk. Sonra gelen otobüse binip, Hisar’a kadar sus pus oturuyorduk.

Bülent rutubetli o küçücük kulübede kaldığı iki gecede neler düşündü, gözyaşlarını nasıl içine akıttı, bunu ancak kendisi bilebilir. Kulübedeki ikinci günün sonunda Felicita’ya gittik. Yanımızda bir arkadaşımız daha vardı. Arkadaşımız bir ara dışarıya çıktığında Bülent’in gözlerinden iki damlanın süzüldüğünü gördüğümde, “Biz bunları yaşamamalıydık…” demişti.

O akşam Bülent, kendisini 15 yıl göremeyeceğimiz yurtdışı seyahatine çıktı. Ertesi gün Goril Sadık’a arkadaşımın gittiğini söyleyip teşekkür ettiğimde, gülerek, “Sen bir şeyler karıştırıyorsun ya hadi neyse!” dedi. “Ne kadar balık tuttun?” diye lafı değiştirmek için sorduğumda, “Ne balığı, ben hayatta elime olta almadım ki? Ben gemilerden anlarım!” demişti.

Aradan bir süre geçti, tam olarak hatırlayamadığım. Bir gün Ali Bey’in kahvesinde otururken Ali Bey yanıma gelip, aşağı semtte oturan orta yaşı geçkin karı kocayı gösterip, beni sorduklarını ve benimle görüşmek istediklerini söyledi. Uzaktan baktım, tanıyamadım. Baskı zamanları tüm hızıyla devam ediyordu. Böyle zamanlarda insanlar yaşlılardan bile çekinebiliyor! Yine de yanlarına gittim. Beni güler yüzle karşılayıp, “Gel bakalım Vecdi, otur!” dedi, keskin bakışlı amca. Merhaba faslından sonra, “Beni tanıyabildin mi?” diye sordu. Boş gözlerle baktığımı görünce, “Gözlerime bak!” dedi. Gözleri Bülent’in gözleriyle aynıydı. “Evet” dedi, “ben Bülent’in babasıyım, bu da eşim, annesi…”

Bir süre sustuk. Sonra, bir şeyler konuştuk ama ne onlar, ne de ben sözü Bülent’e getirmemeye çalışıyorduk. Ağabey’i Fatih’ten bahsettik. En son bir kere Hisar’da Avcı’nın içkili aşevinde beraber olmuştuk. O gün pek sokağa çıkmayan Fatih, coşkuyla hep anlatmış ve kırmızı şarap içmişti. Bir ara yanımıza Goril Sadık da gelmiş, sessizce rakısını yudumlamıştı. Goril Sadık öldüğünde şair arkadaşım Orhan Alkaya şiiriyle onu anmıştı:

Goril Sadık İçin

ölüm; sen kötü arkadaşsın, anladın mı

acelen neydi, yudum kalmış şişenin dibinde

bilmem hikmeti koço’dan mı, Köpek Öldüren şarabından mı

artık sabahları kadeh şangırdamaz Hisar ilinde

beş Requiem’den, 1983

'BİZLER UYKUDA SEVİLEN ÇOCUKLARDIK'

Bahattin Amca, Fatih’in Hisar’ı çok sevdiğini, onun için kiralık bir ev bulup bulunamayacağını sordu. Aslında sözü Bülent’e getirmek istiyordu. Sonunda, “Bülent buradaymış en son olarak. Nereye gitti biliyor musun?” dedi. Burada kalıp kalmadığını ve nerede olduğunu bilmediğimi söyledim. Nereye gittiğini bilseydim, gene söylemezdim. O da bunu çok iyi biliyordu. Oğlundan ötürü bizleri çok iyi tanıyordu. Bizler Bülent’in arkadaşlarıydık. Bülent’e aynısını yapardı, bizler için.

Devlet neler yaşatıyordu ailesine? Daha sonra eski bir subay olan Bahattin amca sürekli evinde tacize maruz kaldı ve bu acıya dayanamayarak kalbine yenildi, vefat etti.

“Oğlum” dedi, “hayatta mı, değil mi? Onu merak ediyorum. Sorum ondandır…” Gözleri yaşlandı. Bahattin amca sert adamdı, asker adamdı ama babaydı. Bizler uykuda sevilen çocuklardık. Eski nesil adamalar öyle severlermiş çocuklarını, sonradan öğrendim. Küçük bir çocukken bütün babaları aynı sanırdım, çocuklarına kızan. Meğer biz çocuklar, o zamanlar hiçbir zaman hissetmezmişiz onların en değerli varlıklarının çocukları olduğunu. Hep saklarlarmış aksi yüzlerini kalplerinin ardına.

İşte o zaman fark ettim Bahattin amcanın bakışlarını ve gözlerinde biriken yaşların kızgınlık olmadığını. Endişeymiş meğer, kollamayla karışık endişe… Kadiri mutlak babalar da endişe duyarlarmış.

Şimdilerde düşünüyorum da, eğer bir çocuğum olsaydı, önce karşısına geçer uzun uzun ağlardım, beni daha iyi anlasın diye.

Bülent, memleketinden 15 yıl ayrı kaldı ve bir gün döndüğünün haberini aldık. Yılbaşı günüydü. Haberleştik ve Fehmi Yaşar’ın Paşabahçede’ki Hayal Kahvesi’nde buluşmaya sözleştik. Ben erken gittim. Bekledim ve Bülent geldi. Fazla uzun boylu olmamasına rağmen dev gibi bir gençti. Kalabalık ortam bizi sıktı. Tekneyle Hisar’a geçtik. Arkadaşlar kocaman bir ateş yakmışlardı, sanki Bülent’in seneler sonra Hisar’a dönüşünü bir ayinle bekler gibi. O gün sabaha kadar dolaştık, bir yerlere girip çıktık, 15 yıl öncesinin sakıncasına inat. Sabah oldu. Biraz yürüdük. “Biz 15 yıl önce ne yapardık, meyus zamanlarda Bülent?" dedim. “İskele Restaurant” dedi.

Gittik. Bizden önce gelmiş bir aile vardı mekânda. Eşiyle birlikte yetişkin bir kızı ve oğlu yanında beyaz saçlı bir adam. Aynı masamıza oturduk. O masayı hiç unutamam. Çünkü o masanın duvarında beyaz bir kadının memesini emen siyahi bir çocuğun fotoğrafı asılıydı ve o kadar zaman geçmesine rağmen fotoğraf yerini değiştirmemişti. Beyaz saçlı adam sürekli bize bakıyordu. Sonra, “Siz Bülent Uluer değil misiniz?” diye sordu. Eski bir sendikacıymış. Eşine ve kızına dönüp, “İşte size sürekli bahsettiğim Bülent Uluer bu arkadaş” demişti.

Böyle masalarda eskiler yâd edilir, biz de öyle yaptık. Epey oturduk, yedik, içtik. Paramız da vardı, Hisar’a gitmeye de gerek yoktu! Dışarı çıktık, yolun karşısına geçip otobüs durağına geldik.

Durakta gözlerim “Vur Emri” afişini aradı. Bülent’e baktım. O da aynı yere bakıyordu.

Şimdilerde çokça denize bakıyorum. Denizlerde ışıl ışıl parlayan eski devrimci arkadaşlarımı görüyor ve umut tazeliyorum. “Belki,” diyorum. Bizler güzel çocuklardık; devrimi ummuş, onun için çalışmış ve beklemiştik.