YAZARLAR

Halkın 70’leri, devletin 90’ları

70'li yıllar fantezisi, o zamanın mutlu ve huzurlu olmasından kaynaklanmaz, o çilenin günün birinde, mutlu ve huzurlu bir dünyaya varması umudu o dünyayı/zaman dilimini güzel yapar. Reklamlar ve pazarlama bizi bir yönüyle 70’lere sabitlemeye çalışadursun, ehl-i siyaset de 70’li yıllarda pamuklara sarılı olan umudun 80’lerden kurtulabildiği kadarının tümüyle imha edildiği 90’lara demir atmaya çalışıyor.

Orada olmayan zaman

Neo-liberal kapitalizm daha önce hiçbir hegemonya biçiminin olmadığı kadar, donanımlı ve güçlü. Bu yüzden, daha önce hiçbir iktisadi sistemin yapamadığı kadar maharetli bir şekilde, şimdiki zamanı metalaştırıp sömürmeyi başarabiliyor. Üstelik bu hegemonya sistemi, şimdiki zamanın şahdamarlarına saplanmış olan dişlerini, son derece tuhaf bir şekilde carpe diem fetişizminin illüzyonu ile görünmez kılmayı başarıyor.

Tam da bu sayede, ister adına otokratik tek adam rejimleri, ister post-truth istersek post-modern faşizm diyebileceğimiz rejimler, şimdiki zamana, kendilerinden başka hiçbir öznellik biçimine müsaade etmeyecek şekilde çöreklendiklerinden, insanlar ya geçmişte yaşandığı varsayılan muhayyel güzel günlerin nostaljisine iltica ediyorlar, ya da geleceğin müstakbel siber-teknolojik cennet ütopyalarında kendilerine yer bulmaya çalışıyorlar.

Tümüyle insanların arzuları, korkuları, fantezileri üzerinden fetiş yaratarak ilerleyen reklam sektörüne baktığımızda bunu daha net görebiliyoruz. Neredeyse bütün reklamlar, iki temel tema üzerinden ilerliyor. Bunların ilki teknoloji ve gelecek temalı reklamlar: Geleceği şimdiye getiren, ya da şimdiki zamanın insanını gelecekteki teknoloji ile tanıştıran ürünler ve bunların, ışık oyunları, led mavisi, frapan kırmızı ile yaratılmış sürat simülasyonları ve zamanda süratle yolculuk yapıyormuş hissi uyandıran efektlerle takdim edilmesi. İkincisi ise temel gıda ve mutfak ekonomisine ilişkin ürünlerin, lezzet iddiasına eşlik eden ama ondan daha kıymetli olan, huzur ve ağız tadı temasıyla paketlenmesi. Bunun için, temel gıda ve mutfak reklamlarının pastel renklerin ağırlıkta olduğu çocuk tablolarını andıran dekorlar ile hazırlanması ve bilhassa 70’li yıllar Türk Pop müziğinin reklam cıngılına dönüştürülmesi. Böylelikle, pamuklara sarıldığımız, sıcak yatağımızdan yukarıya baktığımızda yalnızca ebeveynlerimizin yüzünü görebildiğimiz, korunaklı çocukluk yıllarının ambiyansını çağıran 70’li yılların timpanolar, üçgen ziller, bass gitarlar ile yeniden imal edilmeye çalışılması. Bir tür doğum sonrası travma gibi yaşanan neo-liberal travmaların, anne rahmi huzurunu imleyen armoniler, sesler ve renkler ile uyuşturulması.

Teknolojik gelecek zamanın meta-verse gibi simülasyonlar aracılığıyla vaad ettiği geleceği ve sonsuzluğu sonra tartışmak üzere bir kenara bırakıp, biraz daha nostalji üzerine konuşalım.

70'lerin nostaljisini yansıtan reklam 

Reklamlar neden 70’li yılların imgelerini, seslerini, armonisini, renklerini imite etmeye çalışır. Neden günümüzde armonik müzik yapılmaz da gene 70’ler cover'lanır? Ya da, Tv’lerdeki diziler kimi zaman ismiyle müsemma kimi zaman da intihal denilebilecek esintilerle 70’li yıllar nostaljisinden başka bir şey değildir? Bütün bu görsel sanatların 70’ler Retro/Wintage ekinoksunda takılı kalmalarının sebebi ne? Bugünden öyle olduğunu varsaydığımız gibi, 70’ler mutlu, huzurlu, bol-bereketli, insanların ağız tadının olduğu bir dönem miydi?

Bizim Aile - 1975 

Aslında sorunun yanıtı basit, 70’ler Türkiye’nin en yoksul değilse de, yoksul dönemleridir, en azından şimdinin Türkiye’sinden daha yoksul zamanlardır ama insanların burayı nostaljik bir asr-ı saadet haline getirmeleri muhtemelen bu yılların huzur, umut ve ağız tadı yılları olmasıyla alakalı. Misal; Tarık Akan otobüsün tepesinden sarkıp Gülşen Bubikoğlu’nun yanağına masum bir  öpücük kondururur, Zeki ile Metin gaddar tefeciyi alt edip mahallelinin senetlerini yırtar; Salako, feodal beyi yenip kızını alır; Cüneyt bütün hasımlardan intikamını ince ince alır;  Adile Naşit kuzucuklarına iyi uykular diler; Münir Özkul zalim fabrika patronuna meşhur tiradını atar; Hulusi Kentmen, ne kadar öfkelense de en sonunda müşfik bir şekilde ailesini kucaklar; Hababam Sınıfının haşarı çocukları en sonunda Kel Mahmut’un elini öperler…  Timpanolar, üçgen ziller, bass gitarlar arkadaşım eşeğin, Bim-bam-bom’un, Çillibom’un, Ah Kalbim’in içinden geçerek yalnızca bu şarkıların armonisini değil; 68 gençliğinin yarattığı heyecanın gölgesinde büyüyen gelecek umudunun armonisini de inşa ederler. Dolayısıyla bugün nostalji olarak tahayyül ettiğimiz zaman dilimi, ya da 70’li yılların umut dolu huzurlu kollektif bilinç dışı, bir bütün olarak, ‘nereden ve nasıl geleceği bilinmeyen’ güzel günler umudu, bu toplumun pamuklara sarılmış çocukluğudur. O yılların mutlu ve huzurlu olması, o zamanın mutlu ve huzurlu olmasından kaynaklanmaz, o çilenin günün birinde, mutlu ve huzurlu bir dünyaya varması umudu o dünyayı/zaman dilimini güzel yapar.

Orada Olmayan Adam

Reklamlar ve pazarlama bizi bir yönüyle 70’lere sabitlemeye çalışadursun, ehl-i siyaset de 70’li yıllarda pamuklara sarılı olan umudun 80’lerden kurtulabildiği kadarının tümüyle imha edildiği 90’lara demir atmaya çalışıyor.

90’lardan kalma siyasetçiler ya da 90’larda kalmış olması gereken siyaset yeniden revaçta. Üstelik, ehli siyaset,  90’lar sound'undan daha kararlı bir şekilde, daha çok vurmalı, daha tekno bir alt yapı ile  90’ları cover'lıyor… Beka meselesi, devlet başa kuzgun leşe, kurşun atan kurşun yiyen, sağcılar suç işliyor dedirtemezsiniz, bayrak inmez ezan dinmez, vatan bölünmez, itibardan tasarruf olmaz, bir Türk dünyaya, bir Türk astronot uzaya… diye uzayıp giden bir liste ama belki bir cover sound-track gibi ama gittikçe çiğleşen bir dizinin (mesela Çocuklar Duymasın gibi) yeni sezonunun sound track’i gibi.

90'ların siyasi yüzleri

Bahçeli, bu sezonda da kruvaze ceketi, tesbihi, yüzüğü, Ferdi Tayfur kasedi ve klasik Volvo'su ile kendisini oynuyor, prompter masrafını saymazsak (ki onu da vaktiyle beyaz çorap yasağından edilen tasarrufa tutarsak) yapımcının masraf etmesine gerek yok, onun karakteri tam oturdu. Tayyip Erdoğan ve tek kişilik dev kadrosu epey kalabalık olduğundan, oraya kesenin ağzı açılıyor… İbrahim Tatlıses de kendisini oynayacak ama, Ferhat Güzel’i bu sezon Teğmen Mehmet Ali’ye, Küçük İbo rolünü de Hakan Ural’a vermişler; ahlak bekçiliğinde Nükhet Duru, İzzet Yıldızhan ve kimi tarikat erbabıyla tahkim halde Tuğçe Kazaz tabii ki yerini koruyor. Felsefeci Nihat Doğan da adaya veda etmiş görünüyor, haliyle altyapıdan yetişen tasavvuf ehli hem tekfir ediyor hem zikir tutuyor, hem tweet atabiliyor, masraf etmeye gerek yok. Ateizmi sosyalist hareket için norm haline getirdikten sonra AKP’nin müezzini haline gelen Perinçek bu sezonun en şahane en yaratıcı en şaşırtıcı kast hareketi; sahnede gözler elbette bir sarı gelin bir Tansu abla arıyor (ki bence var ama henüz sahnede değil) ama onun yokluğu da Demirelsizlikten.

Bir de tabi, Feyizoğlu, Kabasakal, Cevizoğlu’nun Kurtlar Vadisi’nin 1. Sezon’undan, Saray’a intisap etmeleri ve Saray’ın cast ajansının başka önemli siyasi-aktörler, aktrisler ile kadrosunu genişletmek üzere yaptığı açık-gizli görüşmeler…

90'lı yılların gazete manşetlerinden bir kaçı. 

Bütün bu vatan millet hikayeleri arasında, dostların düşman, düşmanların dost olduğu dahası (belki de aslında hep öyle oldukları) ya da aralarındaki geçirgenliğin, köşelerin sınırların hiçbir zaman olmadığı bir siyaset gerçeği ile yüz yüze gelmek, her gün bununla daha çok yüzleşmek… Cohen kardeşlerin deyimiyle, orada olmayan adamlar zamanı ve buradan tevarüs eden absürtlükler ve elbette tüm bu saçmalıkların sonucu olarak, bilhassa Türkiye komedisinin (kelimenin iki anlamıyla da) Doğu Alman edebiyatını andıran bir absürdün içine saplanması. Aslında olmayan adamların, aslında olmadıkları siyasi kimlikleri tarafından inşa edilmiş bir siyasi atmosfere karşı, son derece fantastik hikayeler etrafında dönen absürtün daha gerçekçi bulunması.

En başta bahsettiğimiz, neo-liberal hegemonya makinesinin şimdiyi kolonize etmesi, şimdiki zamanı, geçmişin ya da geleceğin ipoteğine ya da iskanına açması üstelik bunu şimdiki zamanda yaşayan, kanlı canlı gerçek insanlara/öznelere hiç yer bırakmayacak şekilde yapması…

Tam da bunlardan dolayı işte, halk 70’lere doğru akmak istiyor; devlet ise 90’lar barajını elindeki bütün zombilerle, bütün dinazorlarla, bütün dalkavuklarla, şaklabanlarla, katillerle, çetecilerle alabildiğine tahkim edip yükseltmeye çalışıyor.


Osman Özarslan Kimdir?

1977 yılında, Burdur’un Çavdır ilçesinde doğdu. 2005 yılında, Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü’nü kazanıncaya kadar öğrencilikten başka pek çok iş ile iştigal etti. 2010 yılında aynı okulun Sosyoloji Bölümü’nde yüksek lisansa başladı. Nisan 2015’te, Masculinities at Night in the Provinces başlıklı tezini savunarak, yüksek lisansını tamamladı. Bu tez, Hovarda Alemi, Taşrada Eğlence ve Erkeklik ismiyle 2016 yılında yayınlandı. 2015 yılında Pamukkale Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde doktoraya başladı ve 2019 yılında Organ Bağışı ve Kaçakçılığı, Yeni Tıbbi İmkanlar, Yeni Sosyolojik Meseleler adlı tezini savunarak doktorasını hak etti. Değişik dönemlerde, gazete-dergilerde, fanzinlerde, bloglarda ve internet sitelerinde, ideoloji, politika, kültür yapıları, ve filmler üzerine yayınlanmış pek çok inceleme, deneme ve eleştiri yazısı vardır. Bundan başka, üç bireysel (Kemalizm Sovyetler Sosyalizm; Dekalog-Kemalist İlahiyat İçin Bir İlmihal; Hovarda Alemi-Taşrada Eğlence ve Erkeklik) kitabı yayınlanmış, dört de editörlü (Resmi İdeoloji ve Kemalizm; Öncesi ve Sonrası ile 1915 İnkar ve Yüzleşme; Emile Durkheim'ı Yeniden Okumak; Sıkıntı Var-Sıkıntı Kavramı Üzerine Denemeler) kitaba katkı sunmuştur. Halen, merkezin dışında kalmış taşra coğrafyalar ve toplumsal normlar tarafından içerilemeyen berduşlar, piizciler, defineciler, kumarbazlar, muskacılar, gibi değişik gruplar arasında, çalışmalarını sürdürmektedir. Osmanlıca ve İngilizce bilir.