Halide Velioğlu'ndan gündelik bir Saraybosna manzarası: Saraybosna Havası

Halide Velioğlu’nun 'Saraybosna Havası: Bir Gündelik Hayat Etnografisi' kitabı İletişim Yayınları tarafından yayımlandı.

Google Haberlere Abone ol

Zehra Cunillera

Antropolog Halide Velioğlu’nun Kasım 2021’de İletişim Yayınları’ndan çıkan, 'Saraybosna Havası: Bir Gündelik Hayat Etnografisi' başlıklı kitabı, Avrupa’nın orta yerinde Slav-Müslüman bir ailenin ve şehrin, tam da Slav-Müslüman oluşları yüzünden maruz kaldıkları geçen yüzyılın en dehşetengiz savaşlarından birinden arta kalan sıradan yaşamlarını resmediyor. Bir düzeyde bir aile albümünü andıran kitaptaki enstantaneler, yirmi birinci yüzyılın ilk on yılına ait. Yazar, atalarının yüzyıllardır yaşamış olduğu, kendilerinin doğup büyüdükleri savaş artığı kendi şehirlerinde yersizyurtsuzlaşan ve kuşatma zamanı kırılan bir lavabo, havan topuyla yıkılan duvar, o dehşet günlerde seyredilmiş ama halen yine yeniden seyredilen filmlerle kurdukları hassas ilişkiler aracılığıyla yeniden yerliyurtlulaşmaya çabalayan yakın akrabalarının gündeliğine girmiş.

Velioğlu, etnografik nazarını önce, çalışma konusu ile arasındaki ilişkiye çevirmiş. Yirmi birinci yüzyılın ikinci on yılında, üniversitesinde öğretim üyesi olduğu şirin bir Anadolu şehrindeki dairesinden, ABD’nin Texas Austin Üniversitesi’nde gerçekleştirdiği doktora tezi için toplamış olduğu hem mahrem hem son derece kamusal, hem çok özel hem son derece evrensel veriler yığınını okunabilir bir metin haline getirmeye girişirken betimliyor kendini. Evinin banyosuna, banyonun tavanına, “aman bir avize taksam da şurayı ışıldatsam” hissiyle çıkardığı tavandaki lambadan arta kalan boşluğa, gündeliğin her daim tamirat-tadilat gerektiren hallerine götürüyor bizi. Bu bir tür öz-etnografi, katılımcı-gözlemci olarak devşirdiği veriler ile onları kâğıda dökme işlemi – bu işlem bir kez doktora tezi yazma aşamasında başka bir dilde yapılmış olsa da – arasındaki coğrafi, zamansal ve duygusal mesafeyi kapatıyor. Bir yandan da okuru, elindeki kitabın kuramsal alet-edevat çantasıyla tanıştırıyor. Banyoya kristal bir avize takmak gibi “absürt” bir arzu ile bunu gerçekleştirmek için tamirciler ve yapı malzemeleriyle girişilen alelade cebelleşmelerin hikâyesi, kitabın kuramsal çerçevelerini billurlaştırma çabası gibi. Sözgelimi yazarın, birçok gündelik sahnenin anlatısında, anlama ve anlatma gereçlerinden biri olarak kullandığı Henri Lefebvre’nin, (Bergsoncu durée (süreç) kavrayışının zıttı olarak geliştirdiği) “durum” ya da “hal” (instance) kavramlarına vurgusundan ilhamla, tarihsel zamanın teleolojik gelişimiyle illaki eklemlenemeyecek olan “yaşanmış zaman”ın, yani yüklü anların izini sürmeye (Lefebvre, 2004; Velioğlu, 2021: 61) davet ediyor okurunu. Ya da Roland Barthes’ın “üçüncü anlam” dediği, anlamın ilk ve ikinci katmanlarıyla –aşikâr ve sembolik– tüketilemeyecek ve “kültür, bilgi ve enformasyon ötesine” taşan, “fazlalık” bilginin, “arta kalan” durum ve sahnelerin (Barthes, 1985; Velioğlu, 2021: 62) etnografisini yazmanın mutfağına (banyosuna?) buyur ediyor. Kısacası, her daim politik, her daim cinsiyetli gündelik hayatımızın, aksanlı ve kırılgan varoluşların duyumsal, sıradan ve maddi kayıtlarını bir arada değerlendirme çabasını okuruyla paylaşıyor.

Böylece, yeni Amerikan etnografi yazınının geliştirdiği post-niteliksel araştırma yöntemine ve yazma biçemine enfes bir örnek teşkil eden anlatıların içine giriveriyoruz. Bu “yeni” aslında pek o kadar da yeni bir şey değil. Etnografi yazını ve edebiyat arasındaki yakınlıklar meselesi, antropoloji disiplini zuhur ettiğinden beri bizzat bu disiplinin pratisyenleri tarafından her daim dert edinilmiş. Yeni olan belki de artık bu ento-edebiyat akrabalığının gönül rahatlığıyla, komplekse kapılmadan kabul ediliyor olması. Yakın tarihte Cultural Anthropology (Kültürel Antropoloji) dergisi ile American Short Fiction (Amerikan Kısa Kurgu) dergisinin ortak hazırladığı bir sayıda, bu kadim dert yine yeniden gündeme gelmişti. “Edebiyat, Yazı ve Antropoloji” başlıklı bu sayı, bir dizi soru sorarak ve cevaplar arayarak bu “yeni”nin soy kütüğünü sergiliyor: “Geleneksel olarak, kurgu ile diğer yazın türlerini ayıran temel faktörün, ‘gerçek’ olduğuna inanıyorduk. Kurgu, icat edilmiş bir yazı iken, sosyal bilim olsun, gazetecilik olsun ya da hatıra yazını olsun daha ziyade gerçek insanları, yerleri ve olayları anlatan yazılar olarak sunuluyordu. Oysa bugün edebiyat, yazı ve antropoloji arasındaki kesişmelere bakınca bu ikili karşıtlığın erozyona uğradığı görülüyor. Pek tabii ki antropologların, inceledikleri toplulukların hakiki bir sunumunu yazmak gibi etik bir yükümlülükleri var. Ama hakikat dediğimiz şey, oynak, kaygan olabilir. Bir etnografi yazısı, yazarının, araştırmasında ve yazısındaki varlığını saklayınca mı hakikidir? Antropologlar insanları ve onların yaşam deneyimlerini basitçe daha önceden inşa edilmiş mecaz-kalıplara sokmaya mı çalışıyorlar? Aşk, keder, utanç ve sevinç gibi şeyler gerçek değil midir?” (1)

Peki ya hikâye ya da masal, roman, destan gibi her türden edebi anlatı ne ki? Edebiyat eleştirisi kuramcılarına göre, bir beşer hayatının hamuru, anlatı yazmak kadar anlatı tüketmek için duyulan arzularla yoğrulurmuş. Sözgelimi Peter Brooks anlatıyı şöyle anlatır: “Anlatı, gerçeklikle pazarlıklarımızda kullandığımız geniş çaplı anlama kategorileri veya sistemlerinden biridir. Özellikle de zamansallık sorunuyla, zamanla kısıtlanmış oluşumuzun, ölümlülüğün sınırları içindeki varoluşumuzun bilinciyle giriştiğimiz müzakerelerimizde anlatıyı kullanırız” (Brooks, 1984: xi). Pek tabii ki edebi yazının bizzat kendisi de zaman içinde birçok dönüşümler yaşamış. Yine Brooks’a kulak verirsek:

"Olay örgüsü hakkındaki sağduyumuz, yani yaygın ortak biçimlerini ve özelliklerini tanıma kabiliyetimiz, hiç kuşkusuz çocukluktaki masallar da dâhil birçok kaynaktan beslenmiş, ama belki de en çok on dokuzuncu yüzyılın büyük anlatı geleneğiyle yoğrulmuştur. Bu gelenek tarih ve felsefe gibi birçok bilgi türünün ve gerçeğin yalnızca olay zinciri içinde zamansal bir serilimde içkin biçimde anlatısal, anlaşılabilir (ve yorumlanabilir) olarak tasavvur etmekteydi. Anlatının bu altın çağında, yazarla okur, olay örgüsünün dünyayı düzenlemek ve yorumlamak için güvenilir ve gerekli bir yol olduğuna dair bir inanışı paylaşıyor, yazar ve okur olarak olay örgüleri aracılığıyla insan yaşamının nasıl anlam kazandığını anlamak gibi ilksel, indirgenemez bir eylemde bulunduklarına inanıyorlardı… Kuşkusuz bunun nedeni, o dönemde insan toplumlarının kutsalın örtüsü altından çıkıp insanın ve kurumların giderek zaman içinde aldıkları biçime göre tanımlandığı modern dünyaya geçmiş olmasıdır. İçinde yaşadığımız yüzyılda, olay örgüleri hakkında çok daha kuşkucu olduk. Onların kurgusallığının, zamanla ve olasılıkla ilişkilerinin keyfiliğine dair çok daha keskin bir bilincine sahibiz (Brooks, 1984: xi-xii)."

Ancak yine de, diyor Brooks, hem üretici hem tüketici olarak hâlâ anlatı öğelerine farkına vardığımızdan çok daha fazla bağımlıyız. Edebî yazının kendi kabiliyetine duyduğu kuşkuculuğun, diğer yazınlara, toplumsal ve beşeri bilim, özellikle de antropoloji yazınına sirayet etmesi de doğal tabii. Yani bugün etno-edebiyat ilişkisindeki edebiyat, on dokuzuncu yüzyılın, “Kutsal Kitap”ın yerine göz diken büyük anlatı geleneği değil de daha kuşkucu ve sınırlarının bilincinde, kendi üzerine düşünen, kendini sorgulayan bir anlatı geleneği mi?

Clifford Geertz’in “Bulanık Tarzlar” (1980) makalesinden beri bu ve benzeri soru ve sorunlarla cebelleşen birçok eser verildi. Benim aklımda en çok kalanlardan iki tanesi, Antropolog Lesley Stern’in 'The Smoking Book'u [Sigara İçen Kitap] (1999) ile kültürel çalışmaların öncü isimlerinden Lauren Berlant’ın 'Cruel Optimism'i [Zalim İyimserlik] (2011). 'Sigara İçen Kitap', sigara dumanının kıvrımları, dağılışı şeklinde yazılmış anlatılarla, sigara içme yasağının yüceltildiği bir çağda, sigara içmenin ritüellerini, ekonomisini ve kültürel rolleriyle tütünün, tiryakileri üzerinde yarattığı latif esirliği araştırıyor. Kurgu, hatıra, tarih, opera, film ve eleştiri gibi türlerin karışımıyla yoğrulmuş elli kadar yazı parçasını “ve sanatı” ile birbirine teyelleyerek, sigaranın sömürgecilik tarihinde oynadığı rolü resmediyor. Aynı anda hem sigara hem giden sevgilisini canı çeken bir kadının arzusundan tüten dumanın şeklini şemalini, seyrüseferini seyrettirdiği okurunu, tütün çiftçileri için sigara içmenin zorunlu, hatta vatansever bir pratik olduğu eski Rodezya’daki tütün ticaretine, günde milyarlarca dolarlık tütünün satıldığı Zimbabve’deki tütün satış odalarına kadar götürüyor. Şimdiki zamanın her şeyden önce duygulanımlarla anlaşılabileceğini iddia eden 'Zalim İyimserlik' ise 1980’lerde soğuk savaş sonrası ABD ve Avrupa’nın şimdiki zamanını ele geçiren iyi hayat fantezilerini irdeliyor. Liberal-kapitalist sistemlerin bireylere, “iyi bir hayat” hayalini gerçekleştirecek fırsatlar sunmaktan aciz olduğuna dair birçok somut kanıtın varlığına rağmen, sınıf atlama, iş güvencesi, siyasal ve toplumsal eşitlik ve “ölüm bizi ayırana dek” türünden bir mahremiyet, romantik bir ilişki düşleri kurmaktan vazgeçmeyen sıradan Amerikalıları ve sıradan yaşamlarını sahneliyor. Kırılganlık, tesadüfilik ve kriz konuşmaları içinde serimlenen duygulanımsal ve estetik tepkilerin izlerini takip eden kitap, krizin sıradanlaştığı bir dünyada sıradan yaşamı altüst eden istisnai bir olaya yoğunlaşan travma kuramı gibi bazı kuramların acziyetini gösteriyor.

Kendi disiplininin yöntem ve yazın tartışmalarıyla hemhal olduğu anlaşılan Velioğlu’nun kitabı, mesleğinin muhtaç olduğu sınırların törpülenegeldiği bir yüzeyde filizlenmiş, rizomatik (Deleuze-Guattari, 1980: 9-37) biçimde, dikey köklerden ziyade yatay kök saplar şeklinde sarmaşıklanmış. 'Saraybosna Havası'nın başkahramanı esasında sıradan yaşam. Ya da bu anlatının asıl derdi, sıradan yaşamı anlama ve anlamlandırma, gündeliğin performans, sözceleme (enunciation) ve maddi dokusunu bir arada değerlendirme çabası. Amerikalı Antropolog Kathleen Stewart’a göre, sıradan yaşam, “Pratiklerin ve pratik bilgilerin değişken bir yığıntısı, hem canlılığın hem tükenmişliğin sahnesi, hem kaçış hem de basit bir hayat hayalidir.” Stewart’a göre yeni-liberalizm, ileri kapitalizm veya küreselleşme gibi terimlerle işleyen toplumsal düşünce kuramları, şimdiki zamanımızı ve sıradan yaşamlarımızı betimlemekte aciz kalıyor. “Her şeyin daima şu veya bu şekilde çoktan parçası olduğu bütüncül bir sistem mefhumu, yüklü ve deveran eden bir şimdiki zamanı inceleme gayretine (en hafif ifadeyle) pek yardımcı olmuyor. Bu, söz konusu sistemlerin adlandırmaya çalıştığı kuvvetler [iktidar ilişkileri, milliyetçilik, devlet, ekonomi politikaları, kimlik, sınıf ve toplumsal cinsiyet çatışması…] gerçek değildir veya acilen ilgilenilmesi gereken meseleler değildir, anlamına gelmiyor.” Bilakis, diyor Stewart, bir antropolog, tam da bu sistemleri “şeylere içkin, her yerde hazır ve nazır bir kuvvet sahnesi” olarak gösterme çabası içine girmeli, bunların “masum bir dünyaya dayatılmış cansız etkiler gibi görünmelerine” razı olmamalıdır (Stewart, 2008: 1).

Stewart, canlı bir iktidar ilişkileri sahnesi olarak tanımladığı gündelik hayatı yaratan “sıradan duygulanımlara” odaklanırken, Velioğlu, şu “gündelik hayat” denen şeyi nasıl da sıradan duygulanımlarımızla her Allah’ın günü yeniden üretişimize yoğunlaşıyor. “Normallik, lüks mallardan biri” Saraybosnalı Boşnaklar için (Velioğlu, 2021: 213). Sadece onlar için mi? Pek tabii ki farklı derece ve yoğunluklarda hepimiz her yede “normallik”lerimizin tozunu alıp tamir-tadil edip durmuyor muyuz? Nesneler ve onlarla kurduğumuz duygusal, zihinsel ilişkilerin ipliğiyle örüp örüp söktüğümüz, epik şiir olsun, destanlar veya darbımeseller olsun “büyük/kurucu/mukaddes” söylemleri çiğneyip çiğneyip tükürdüğümüz, ilahilerle şarkılarla yüceltip dalgasını geçtiğimiz milli-tarihsel-kültürel mirasları öğütüp öğütüp durduğumuz “bir şey” veya “bir yer” gündelik hayat. Dört duvarlı kutucukları bir “evim tatlı evim”, bir yuva yapmak için, sadece eşyaların değil, hissiyatların ve aidiyetlerin, kimliklerin ve tarihlerinin de bitimsiz bir bakım-onarım gerektirdiği, ne yapsak derme çatma kalan bir yer. Çok Saraybosnalı, ama bir o kadar da herhangi bir yerde herhangi bir anda üretilen-tüketilen bir gündelik hayat.

Saraybosna Havası - Bir Gündelik Hayat Etnografisi, Halide Velioğlu, 231 syf., İletişim Yayıncılık, 2021.

Bir gündelik hayatın kayıtlarını tutan 'Saraybosna Havası'nda banal bir çikolata kutusu, göçmenliğin ve ötekiliğin haletiruhiyesini dillendirebilir mesela. Kırık bir lavabo milli kimlik bilmecesini sorabilir. Bir sigara ağızlığı küreselleşmenin etkileri, Osmanlı mirasının artçı titreşimleri ve imparatorluk başkenti İstanbul rüyalarından muhtelit, çok şey anlatan ama sözsüz bir tanığa dönüşebilir. Kitaptaki her sahne bir düzeyde milli kimlik ve aidiyet meselesine, milli kimlik dediğimiz şeyin aslında inanmayı arzu ettiğimiz denli bütünlüklü, derli-toplu, tertemiz, masumane, pirüpak bir şey olmadığı, bilakis karmaşık, bulanık, oynak, muğlak ve muallak, her daim yine yeniden üretilen bir şey olduğu gerçeğini ifşa ediyor. Avrupa’nın orta yerinde Slav-Müslüman bir birey, bir aile, bir topluluk, bir toplum ve bir devlet nasıl olunur? Acep “mevta olmuş Eski Yugoslavya’nın ruhunun bakımını” üstlenen tamirciler ve ev kadınları, Yugoslavya’nın o “eski güzel günlerinden” kalma “sağlam ve dayanıklı” ev aletlerini, prestijlerini hâlâ koruyan Iskra ve Gorenje marka beyaz eşyalar (Slovenya’da üretilmişlerdi) ile Rade Končar motorlarını (Hırvatistan’da üretilmişlerdi), özenle tamir edip, döne döne yeniden tamir ettirmekle (Velioğlu, 2021: 211) ne yapmaya çalışıyorlar? Sorunun cevaplarından biri şu olabilir:

"Tamir derken, mütemmim ve biteviye bakım isteyen kırılmış nesneler, ben’in parçalanmış uzantılarından bahsediyoruz. Bu öylesine özgül bir bakım ki, kendine has bir zamansal mantığı, duyusal kayıtları, ekonomisi, ilişkiselliği ve elbette ipleri nesneler, teknolojiler ve insanlar arasında dokunan hikâyeleri var. Son savaştan bu yana, uluslararası toplum Bosna’daki kamu binalarının yeniden inşası veya tadilatına olduğu kadar birbiriyle savaşmış etnik gruplar arasında uzlaşma sağlanması amacıyla da önemli yatırımlar yapıyor. Özel şahıslara ait evlerin, apartmanların ve hane içi demirbaş eşyaların tamiri ise mal sahiplerine bırakılırken küçük gruplara, ailelere, komşulara ve toplumsal ağlara içkin hasarlı ilişkiler görünmezliğini muhafaza ediyor. Bu minvalde, tamir etmenin cinsiyetçi emeğini, topluluk ile şeyler arasında birbirine dolaşık ve ayrı ayrı ele alınamayacak olan ilişkiler dokusuna bakarak anlamaya çalışmak önemli (Velioğlu, 2021: 203)."

Bu tamamen kendi şahsına münhasır Saraybosnalı ya da Bosna-Hersekli sorunsal, aslında her coğrafya ve her zamansallık için farklı yoğunluk ve aksanlarla geçerli bir gündelik gaile. 'Saraybosna Havası', hem ezeli hem güncel, hem çok yerel hem evrensel belli başlı bazı insan-toplum oluş dertlerimize tercümanlık ediyor. Yazar, yazdığı konuya mümkün mertebe yaklaşmaya çalışarak anlatımını okunabilirin, dolayısıyla da yazılabilirin kıyısında tuttuğu için mi bu kadar tenime dokunuyor? Yoksa “-dir/-dır”la biten ve kesin hüküm içerdiği vehmine kapılan cümlelerden ziyade “ve-ve” olarak betimlediği sahneler mi etime bir kıymık gibi batıyor? Yine Gilles Deleuze, onun “ve sanatı” düştü şimdi aklıma: “olmak” (être) yerine, bir şey “oluş” (devenir), sözgelimi hayvan-oluş, kadın-oluş, erkek-oluş, duman-oluş vs. ile düşünmek ve yazmak; bir dizi olmakta oluşlarla yazma sanatı. Deleuze’e göre bir yaşamı oluşturan çoklukları anlayıp anlamlandırmamızı sağlayacak olan, Bir’in ve Hepsi’nin ötesine kaydıran, olmak’tan, -dir’den ötesini, arta kalanları görüp göstermeyi sağlayan bu çok özel “ve” bağlacıdır. Deleuze, ancak “ve-ve” ile düşünebildiğimiz bir yaşamı oluşturan çoklukları şöyle düşünür: “Çokluk, bölünen veya onu kaplayan Varlığa boyun eğen bir sıfat daha demek değildir. Çokluk, artık varlığı anlatan oluştur; her şeyde oturmaktan bıkıp usanmayan, çokluğun ta kendisidir. Bir ‘çokluk’ ne terimlerde ne herhangi bir sayıda; ne onların tümünde ne de onların bütünündedir. Çokluk sadece Ve’dedir; bütünler ve hatta onların ilişkileri ile aynı doğaya sahip değildir çokluk. Öyle ki yalnızca ikisi arasında yapılabilir, ikiliğin yolunu da epeyce bozar. Bu “VE-sanatını” çok uzaklara itmek, dilin kendisindeki kekemeliği, dilin azınlık-oluş olarak kullanımını denemek gerek” (Deleuze-Parnet, 1990: 84-85).(2)

Herhangi bir disiplin, şu veya bu şekilde “anlatı” veya “yazma biçimi” gibi bir şeyle cebelleşmek zorunda. Her incelemenin bir izaha açılması, elde edilen bilgilerin sunulması, bir metin yazılması gerekmiyor mu? Sözgelimi Sigmund Freud, meşhur Kurt Adam Vakası çalışmasını sunduğu, kurgu-dışı janrda yazılmış kitabında, anlatısal dertlerini itiraf etmekten çekinmez. “Hastamın öyküsünü yalnızca tarihsel gelişimi içinde ya da salt amaç odaklı bir şekilde anlatmam mümkün değil,” der. “Tedaviyle ya da hastalıkla ilgili bir tarihçe sunmak da mümkün değil,” diye ekler; yani iki yaklaşımı, öyküler anlatmakla bilimsel sunuş yöntemlerini bir araya getirmek zorundadır (Freud, 1914/2017: 11). Kitabın ilerleyen sayfalarında meseleye tekrar dönme ihtiyacı hisseder: “Bu çocukluk nevrozu hikâyesini, yetişkinlik dönemine ait rahatsızlığın analizi sırasında bir yan ürün olarak edinmiş olduğumu hatırlatayım. Dolayısıyla, normalde bu tür bir senteze girişildiğinde olanlardan da daha cılız fragmanlardan yola çıkmak zorunda kaldım. Başka zamanlarda bunca zor olmayan bu işlem, çok boyutlu bir yapıyı iki boyutlu bir anlatım içinde yakalama meselesine dönüştüğünde doğal bir sınırla karşı karşıya kalıyor. Dolayısıyla, okurun canlı bir bütüne dönüştürebileceği tekil fragmanlar sunmakla yetinmeliyim” (Freud, 1914/2017: 75; italikler bana ait). Akademik bir inceleme ve onun sunumu, izahı üzerine ne büyük ama ne mütevazı dersler… Bir senteze ulaşmak, her hâlükârda zor ve zorlayıcı (bu vakada özellikle zor); eldeki cılız fragman yığınından yola çıkıp tekil fragmanlar sunmak ve okuruna güvenmek, okurun bu tekil fragmanları canlı bir bütüne dönüştürecek kabiliyette olduğuna inanmak…

Aksi takdirde, Saraybosnalı orta yaşlı Slav-Müslüman bir kadın ile iki genç kızının, kendilerinin ve topluluklarının Slavlıklarından kovuluşunun destanı olan, Sultan I. Murad’ı hançeriyle öldüren bir Sırp kahramanı yücelten ve tüm temaları son savaştaki kardeş-ırkdaş kanına susamışlığı meşrulaştırmak için kullanılmış olan Kosovalı Kız epik şiiri ve sinemaya uyarlanan versiyonu ile gündelik ilişkilerinin haritası nasıl çizilir ve anlaşılırdı? Kitabın önemli bir bölümünü oluşturan Kosovalı Kız destanı ve türevleriyle, Saraybosnalı kadınların gündelik hayatlarında bunları nasıl tükettikleri konusu, esasında bir alımlama çalışması. Ancak alımlamayı bilinç odaklı mülakatlarla değil, bedensel ifadeleri ve sözceleme anlarını odağına alan etnografik bir dikkatle değerlendiriyor. Okur kendisini anne ve kızlarıyla birlikte epik dramayı izliyormuş gibi hissediyor. Bu, etnografın gündelik akış içerisinde betimlemeyi seçtiği anları yazıyla irileştirmesi, taşıdıkları anlam ve bazen da anlama direnen sıradan fazlalıklardaki kuvvayı dilde ötelemesiyle mümkün oluyor. “Savaştan bu yana Müslümanlıkları giderek milli kimliğe dönüşen Boşnakların, Sırp menkıbelerinde gezdirdikleri gönül kayıtlarında ne haller yazılıydı?” sorusunu sorup cevap kırıntıları aramak lazım, diyor yazar:

"Destanın dizelerinden oluşan ve diyalogların çoğunu ezbere bildikleri kimi sahnelere anneli kızlı hep bir ağızdan coşkuyla katıldıklarını gördüm. Yer yer film akışını durdurmak ve karakterleri destansı grotesk edalarıyla canlandırmak da bu aktif seyir haline dâhildi. Kızlardan biri İslam’a dönmek kisvesi altında Sultan’ın çadırına gelen ve Sultan’ı öldüren meşhur Sırp savaşçısı Miloš Obilić’i, diğeri İslam’a daha önce geçmiş olan Sırp asıllı Hekim karakterini canlandırırken, O’na [kızların annesine] –yaşına başına uygun diye olacak– ya Sultan Murad ya da anonim kör şairlerden birini canlandırmak düşüyordu. Rolleri değişmek de vardı seyir halinde. Sonra bir ara nefessiz kalana, gözlerden yaş gelene kadar gülmek de… Bu mesihsel zamanlara ait temaların yakın tarihte başlarına gelenlerle ilgisine adeta inat, zamanın, temaların, dizelerin ve rollerin dağılımına müdahale ediyorlardı. Mitik tarih ve destanın görsel anlatısı ekranla oda arasında; trajediyle komedi arasında; geçmişte kalmış olması beklenen Sırp vurgulu Yugoslavlıkla içinin hangi büyük anlatıyla doldurulacağı meçhul bir Müslüman Boşnak endişesi arasında; Sırpların ötekisi olmakla kendilerinde bir ötekiliğe dönüşen ortak geçmiş, şiirler, hikâyeler, hissiyatlar ve edalar arasında salınıyordu. Onların elinde filmin eril, destansı ve mitik referansları, kadınca tersyüz etme müdahaleleriyle evcilleşiyor, daha önce sahip olmadığı yeni bir biçimde bu kez, yeniden kendilerinin oluyordu. Bu, Sırpların ötekisi olmaktan kurtardıkları hayatlarının bir minik ve gündelik kutlaması biraz, biraz da savaş sonrası Bosnası’nda dağılan, altüst olan aidiyet imlerinin müşkül hallerini, kontrol edebilecekleri bir sahnede yine yeniden sergilemenin bir yolu olmalıydı. Yine de bu epik dramı tekrar tekrar seyretmelerin tüm bunlara sığmayan bir başka, bir fazla anlamı vardı kanımca (Velioğlu, 2021: 36-37)."

Ancak ve ancak bu tür anlatıyla, yani performans ve duygulanım parçacıklarının anlatımıyla aktarılabilecek, ama yine de muhakkak ki bu sahnelerden arta kalan anlamları da bulunabilecek gündelik haller. Eric Santner’in, sembolik düzene dâhil olmayı talep eden ama bir yandan da buna direnen “sindirilemez kalıntılar, işe yaramaz” şeyleri, sembolik düzenin hem içinde hem dışında olan insan dünyası kesitlerini anlama, tarihsel yarıkların ve anlam dünyasındaki kesintilerin izini sürme (Santner, 2001; Velioğlu, 2021: 218) davetine uyularak betimlenmiş haller. Kâh müstehzi kâh iç burkan trajik olayların anı kırıntılarıyla dokunmuş bir gündelik hayat. Pek tabii ki Bosna’nın geçen yüzyıldaki travmatik tarihinin akıllara seza trajedisi ve onun şimdiki zamana yayılan titreşimleri, herhangi bir gündelik hayata benzetilemez. Sadece başka gündeliklerle yan yana konabilir. Çoğu zaman kelimelerin kifayetsiz kaldığı da kabullenilmek zorunda. Yoksa Srebrenica cehennemini nasıl anlatmayı deneyebiliriz ki? 11 Temmuz 1995 haftası Slav-Müslüman oluşlarıyla “ırklarına ihanet” suçundan yargısız infaz edilen 12 ila 80 yaşlarındaki 8000 erkeğin yazgısını, aralarından bir tanesinin infaz sırasında cebinde bulunan, biri mavi biri alacalı iki miskete bakakalmaktan gayri… Cesedi 1998’de Zvornik toplu mezarından çıkarılan Ismet Hasanović’in (1957-1995) üstünde kalmış, kendisinin aksine katliamdan “sağ” kurtulmuş şu misketlerin dilleri olsa da konuşsalar… “Bu misketler, halen Srebrenica yakınlarındaki Potočari şehrinde bulunan Srebrenica Anma Merkezi’nde yer alan Anma Odası’nda (Spomen Soba) sergileniyor. Hasanović’in ve ölümünün dokunduğu misketlere, kayıp arama ekibi üyeleri, küratörler, vitrin rafı ve sonunda ziyaretçilerin bakışları dokunur. Sergilendikleri cam platforma gölgeleri vurur. Her misketten geçmiş olan zamanın, üzerinde yuvarlandıkları zeminlerin izi gölgelerde kaybolur. Bize düşen her ikisini de görmektir” (Velioğlu, 2021: 176-177). Yazmak, kıyıma tanıklık eden bu yuvarlak cam parçalarını görüp dillendirmeyi denemek…

Felsefenin varlık sorunuyla tıkandığını düşünen Fransız felsefeci Gilles Deleuze, dünyanın tüm felsefecilerine şu tavsiyede bulunmuştu: “Deneyiniz! Her seferinde bir düşünce düzenlemesi, ilişkiler, hal ve şartlar; her seferinde mülk sahibinin yerini hırsızın aldığı, mızraklı adamın yerini elinde hiç bir şey olmayan adama bıraktığı, toprak emekçisinin yerine, ressamın ve kavramların geçtiği gerçek bir roman deneyiniz. Bu ilişkilerin coğrafyası felsefeden daha önemli!” (Deleuze-Parnet, 1990: 83).

Kaynakça

  • Barthes, Roland, The Responsibility of Forms: Critical Essays on Music, Art, and Representation, Hill & Wang, 1985.
  • Berlant, Lauren, Cruel Optimism, Duke University Press, 2011.
  • Boorks, Peter, Reading for the Plot: Design and Intention in Narrative, Alfred A. Knopf, 1984. Türkçesi: Olay Örgüsü için Okumak: Anlatıda Tasarım ve Niyet, çev. Zehra Cunillera, İnka Yayınları (yayıma hazırlanıyor).
  • Deleuze, Gilles ve Félix Guattari, Capitalisme et schizophrénie 2: Mille Plateaux, Les Éditions de Minuit, 1980.
  • Deleuze, Gilles ve Claire Parnet, Diyaloglar, çev. Ali Akay, Bağlam Yayınları, 1990.
  • Freud, Sigmund, Kurt Adam Vakası: Bir Çocukluk Nevrozu Öyküsü, çev. Gülin Ekinci, AltıKırkbeş Yayın, 2017.
  • Geertz, Clifford, “Blurred Genres: The Refiguration of Social Thought,” The American Scholar 49/2, 1980: 165-179; Türkçesi: “Bulanık Tarzlar: Toplumsal Düşüncenin Yeniden Biçimlenmesi,” Yerel Bilgi içinde, s.31-47, çev. Kudret Emiroğlu, Dost Yayınları, 2007.
  • Lefebvre, Henri, Rythmanalysis: Space, Time, and Everyday Life, Continuum, Londra & New York, 2004.
  • Santner, Eric L., On the Psychotheology of Everyday Life: Reflections on Freud and Rosenzweig, University of Chicago Press, Chicago, 2001.
  • Stern, Lesley, The Smoking Book, University of Chicago Press, 1999.
  • Stewart, Kathleen, Sıradan Duygulanımlar, çev. Zehra Cunillera, Boğaziçi Yayınevi, 2008.
  • Velioğlu, Halide, Saraybosna Havası: Bir Gündelik Hayat Etnografisi, İletişim Yayınları, 2021.

 Dipnotlar

  1. Literature, Writing, and Anthropology | Cultural Anthropology (culanth.org)
  2. Saraybosna Havası bu sanatın leziz bir örneği. Kitabın “İçindekiler” bölümüne bakmak yeterli: “O şey” ve “Gündeliğin Aksanlı Halleri” ve “Kayıt” ve “İkona” ve “Çikolata Kutusu” ve “O” ve…