Güvenli zamanlar sınırdan çok uzakta

Eskiden kaçakçılar ile askerler arasında çıkan müsademe endişeye neden olmuyordu. Ev güvenliydi. Şimdi roketler atılıyor, SİHA’lar tur atıyor, mermiler avlulara düşüyor. Ev, artık hiç güvenli değil.

Google Haberlere Abone ol

Cadde bomboştu. Ortalık o kadar sessiz ve ıssızdı ki küçücük meydanda park etmiş bir iki araç, terk edilmiş gibi duruyordu. Derken kahveden bir genç çıktı, yan sokağa saptı ve gözden kayboldu. Bu kısa süreli görüntü, boşlukta bir hareketlilik duygusuna neden oldu.
Başımızı çevirip o yöne, kahveye doğru bakmıştık. Kahve taş bir yapıydı ve sanki yüzyıllardır orada duruyordu. İçindeki insan uğultusu şimdi hatıralarda kalmış olsa da kahvenin hâlâ orada, yerli yerinde duruyor olması karmaşık duygulara neden oluyor. Çünkü hemen bitişiğindeki sinema yıkılalı yıllar oldu.
Yeşilçam Sokağı’ndaki evlerin neredeyse tamamı harabe halde. Yeşilçam Sokağı’ndaki evler, harabeye dönmeden önce, Suriye manzaralıydı. Bu evlerin penceresinden sınırın ötesinde tarlada çalışanlara sesini duyurmak mümkündü. Kimsesizlikten artık harabeye dönmüş evlerin yeni manzarası, sınır boyunca çekilmiş duvarlar şimdi.



GÜVENLİ ZAMANLAR ÇOK UZAKTA

“Abi çarşı çok kalabalık” demiştim.
Şakayı anlamıştı. “Dikkat et, kalabalıkta kaybolma” diye karşılık vermişti.
Can sıkıntısından dükkâna sığınan birkaç yaşlının boş bıraktığı kursiler hemen yanındaydı. Olur da muhabbet için bir gelen olur dükkâna diye o kursiler gün boyu orada duruyordu.
Çay isteyecektik kahveden. Ama çayı kahveden nasıl isteyecektik? Eskiden olsa bu mevsimde kahvenin masaları dışarı taşmış olurdu. Şimdi ortalıkta garson falan görünmüyordu. Cep telefonuna davrandı, "Zor bir şey değil" diyerek.
Çay bahçesi ile Demiryolları lojmanları arasındaki kısa yol da duvarla kapatılmıştı. Eskiden, tam buradan yola bakıldığında Suriye kapısı görünüyordu. Kapının iki tarafında nöbet tutan askerler ve mütevazı bayrak gönderleri görünüyordu. Şimdi bir gövde gösterisi gibi metrelerce yükselen gönderin ucunda dev bir Türk bayrağı görünüyordu sadece.
Bu kısa yoldan istasyona çıkılan güvenli zamanlar çok uzaktaydı şimdi.



EVLER GÜVENLİ DEĞİL ARTIK

“Dün gece” dedim, “Yine silah sesleri vardı...”
“Silah sesler her zaman var” dedi öfkeyle karışık can sıkıntısıyla.
Doğru söylüyordu, silah sesleri hep vardı kasabada. Hepimizin çocukluk uykuları gecelerce silah sesleriyle bölünmüştü. Ancak kaçakçılar ile askerler arasında çıkan müsademe can güvenliği endişesine neden olmuyordu. Ev güvenliydi.
Şimdi öyle değil, roketler atılıyor, top atışları yapılıyor, SİHA’lar tur atıyor, izli mermiler evlerin avlusuna düşüyor. Ev, artık güvenli değil.
“Silah sesi duyunca kaçıyoruz, sonra geri geliyoruz. Nereye gidelim kardeşim, burası bizim memleketimiz.”
İnsan neden terk etmez memleketini? Memleketi terk edilmiş bir kasabaya dönmüşse, her an bir savaşın ortasında kalma tehlikesi altındaysa... Belki sadece memleket hasreti çekmek istemediğindendir, kim bilir.
“Adam diyor, ‘Bir gece ansızın gelebiliriz.’ Kimse demiyor burada insanlar yaşıyor.” Arapçanın tatlı tınısı hissediliyor Türkçesinde. Derdini anlatacak birini bulmuş, uzun konuşuyor. Bu terk edilmiş kasabada dükkân beklemenin müthiş sıkıntısını bu şekilde gidermeye çalışıyor.



BİÇARE HASRET

Gece kısa süren silah sesleri endişelenmeme ve “Burada ne işimiz var” diye düşünmeme neden olmuştu. Sabah ne silahların ne de komşuların sesi vardı. Komşular memleketi terk edeli çok olmuştu. Birkaç serçenin sesi, sessizliği bozuyor, bahçede dolanan kediler dikkat dağıtıyordu.
Narlar olgunlaşmış, güller açmıştı. Biber sürüyle, domates ve patlıcanlar bitiyor artık.
İnsan niye terk eder memleketini? İş olanakları yoktur ya da memleket sınırları dar geliyordur ve belki sadece gitmek için gidersin uzaklara.
Bunu düşündüm. Belki memlekette bütün kapılar kapanmıştır yüzüne ve gitmek zorunlu bir amaç olmuştur. Toprağın, işin gücün, dostun kalmamışsa gidersin ve başka diyarları yurt edinirsin. Sıla hasretini dindirmek için tekrar tekrar gelirsin ve her defasında “Nerde eski hali” diye hayıflanarak, geri dönersin yurt edindiğin gurbete. Çocukluğun da gençliğin de yitip gitmiştir akan zamanla, belleğinde koruduğun mekanlarla birlikte.
Bu, bir kısırdöngü gibi, böyle sürer gider. Üstelik bu biçare hasreti, hep yabancısı kalacağın gurbette, kendi başına çekersin.



KİM DÜŞÜNÜR SEFİL BAKKALI

Akşam oluyor ve kahvedeki son birkaç kişi de evlerine dağılıyor.
Bir askeri araç gürültüyle caddeyi dönüyor, bakkalın önünde duruyor. Bir asker araçtan atlayıp bakkala yöneliyor selam vererek. Öteberi alıyor oyalanmadan ve tekrar araca atlayarak sınırda nöbet tutmaya gidiyor.
“Bunlara da yazık değil mi?” diye soruyor aracın arkasından bakarak. Sonra, “Kimsenin bunları da düşündüğü yok” dedi.
Doğru söylüyor, kimsenin bu bir avuç kalmış kasabayı düşündüğü yok. Sınır boyunca duvar çeken kimsenin sınırın iki yakasında yaşayanları düşündüğü yok. Burada silik, sıkıntılı ve büyük beklentilerden umudunu kesmiş olsa da bir hayatın sürdüğünden bihaber gibi konuşuyor muktedirler. Amaç, savaş tamtamları ile iktidarın devamını sağlamak gayreti içinde olmaksa, kim düşünür sınırdaki bir sefil bakkalı?
Garson boş bardakları aldı hiç konuşmadan. Biz de ayrılmak üzere ayağa kalktık. O, "Hiç güvende değiliz" dedi. Ben bir şey demedim.
Benim bir şey demem bir şey ifade etmeyecekti. Esas konuşması gerekenler barıştan, demokrasiden, insan hak ve özgürlüklerinden söz ederek iktidarı hedefleyenlerdi.

Sonra cadde boyunca dizili dükkanların harap haline bakıp, “Bu bir hayalet kasaba” diye söylendim kendi kendime. Caddede selam verecek hiç kimse yoktu. Çocukluğumun, ilk gençliğimin elinden tutarak yürüdüm. İnsan, memleketime geldim derken, en çok çocukluğuna dönmüyor mu zaten.