Türkiye’nin yumuşak güç stratejileri ve İslamofobi meselesi

Türk devletinin, Türkiyeli göçmenlere ve yabancı ülkelerde doğan çocuklara gösterdiği ilgi yeni bir şey olsa da, 2000’lerin sonlarından ve 2010’ların başından bu yana gözle görülür bir yaklaşım ortaya çıktı. Hızlı bir kurumsallaşma ve yumuşak güç stratejilerinin sistematikleştirilmesiyle nitelik kazanan bu yeni safha, yeni devlet kurumlarının oluşturulmasını ön görüyordu; gençliği harekete geçirmeye duyulan açık ilgi; uluslararası nüfuzun çeşitli devlet ve sivil toplum aktörlerinin eğitimsel, kültürel ve dini alanlarında sahaya sürülmesi; ve son olarak (fakat en son değil), dinsel birlikle çerçevelenen daha geniş bir diaspora yaklaşımını ortaya koydu.

Google Haberlere Abone ol

Sinem Adar & Halil İbrahim Yenigün

Türkiye, 2010’ların başından beri birçok iç ve dış gözlemciyi şaşırtan ve dehşete düşüren politik bir roller-coaster* yolculuğuna çıkmış durumda. İktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AK Parti) yönetimi altında, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ve onun değişken siyasal ittifaklarının liderliği ve Türkiye’yi bölgesel ve küresel ölçekte etkili bir oyuncu haline getirme konusundaki kararlılığı, son on yılın siyasi ortamını ezici bir şekilde belirledi. Dinin dış politika alanında ikame edilmesinden daha fazla hiçbir yerde bu felaket benzeri inat daha belirgin hale gelmedi.

Son zamanlarda konuya ilişkin olarak yükselen akademi ve halk ilgisi, bu iddiayı doğrular nitelikte. Şu ana dek tartışma genellikle “olağan şüpheliler” olarak görülenlere odaklanıyordu: Diyanet İşleri Başkanlığı (Diyanet) ve Avrupa Birliği’ndeki uzantısı olan DİTİB, Türki İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı (TİKA) ve AK Parti yetkilileriyle yakın ilişkilere sahip olan STK’lar. Tabii ki, devlet kurumları ve bu yeni din-dış politika bağını sürdüren devlet kurumları ve ilgili kuruluşlara dönük bu tür bir odaklanma, yerinde ve önemlidir. Ne var ki, Ankara’nın dış politikadaki yeni bakış açısını, yani kamu diplomasisine uygun biçimde uyguladığı geniş yelpazedeki yumuşak güç stratejileri gözden kaçırılıyor.

Bu stratejilerin, Türkiye açısından İslam dünyasının lideri ve dünya çapındaki Müslüman kitlelerin hamisi olarak küresel bir tanınma ve onay elde etmeyi sistematik bir hedef olarak önüne koyduğunu iddia ediyoruz. 2010’ların başından beridir, AK Parti hem Türk hem de Türk olmayan diaspora topluluklarını harekete geçirme, farklı Müslüman topluluklarda yaşayan Erdoğan taraftarı entelektüeller arasında bir ağ oluşturma ve “hegemonik” (egemen / baskın) bilgi üretimi gibi çeşitli taktikler uyguluyor. İslamofobiyle mücadele üzerine kurgulanan kurnazca bir söylem bu çoklu taktiklerin sözsel bel kemiğini oluştururken, Arap Baharı ve Suudi Arabistan’ın Sünni İslamcılarla yıllardır devam eden ortaklığının Müslüman Dünya Birliği (MWL / kuruluşu 1962) girişimi aracılığıyla fiilen çözülmesi, Türkiye’ye, İslam dünyasında egemen bir konuma geçme fırsatı sağladı.

KİTLE DESTEĞİ SAĞLAMA: MÜSLÜMAN BİR DİASPORANIN YARATILMASI

Türk devletinin, Türkiyeli göçmenlere ve yabancı ülkelerde doğan çocuklara gösterdiği ilgi yeni bir şey olmasa da, 2000’lerin sonlarından ve 2010’ların başından bu yana gözle görülür bir yaklaşım ortaya çıktı. Hızlı bir kurumsallaşma ve yumuşak güç stratejilerinin sistematikleştirilmesiyle nitelik kazanan bu yeni safha, yeni devlet kurumlarının oluşturulmasını ön görüyordu; gençliği harekete geçirmeye duyulan açık ilgi; uluslararası nüfuzun çeşitli devlet ve sivil toplum aktörlerinin eğitimsel, kültürel ve dini alanlarında sahaya sürülmesi; ve son olarak (fakat en son değil), dinsel birlikle çerçevelenen daha geniş bir diaspora yaklaşımını ortaya koydu.

Modern Türk tarihinde ilk defa Başbakanlık himayesinde kurulan ve 2010 yılında ayrı bir devlet kurumu haline gelen yurtdışındaki Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı (YTB), 2018 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı bünyesine alınmasından beridir başkanlık sistemi altında faaliyet gösteriyor. Görev tanımına göre, YTB öncelikle Türk göçmenlerin kültürel miraslarını yitirmeksizin yaşadıkları toplumlara katılımlarını teşvik etmeyi hedefliyor. Temel amacı, Türkçe dil becerilerini geliştirilmesi ve Sünni Müslüman öğreti ve uygulamalarının doğru anlaşılması. Mevcut politikaların ayırt edici yönü, özellikle de aile ve eğitime dair refahın artırılmasına ilişkin daha geniş bir yaklaşım gösterilmesi.

En önemli hedef grup olarak gençler ön planda duruyor. YTB, başka hizmetlerinin yanı sıra Türkiye’deki üniversitelerde burs ve özel kotalar, Türk kamu kurumlarında staj olanakları, gençlik kampları ve Türkiye’ye yapılan kültürel miras gezileri olanakları sağlıyor. İronik biçimde, bu kitlesel harekete geçirme stratejileri, yıllar boyunca genç kitleleri yurtiçi ve yurtdışındaki Müslüman örgütlere başarıyla eklemleyen İslamcı -özellikle de Gülen benzeri- yöntemlerle yürütülüyor. 15 Temmuz 2016’da gerçekleştirilen darbe sonrasında hiç de şaşırtıcı olmayan biçimde Gülencilerin çoğunun denizaşırı eğitim ağlarına el konulmasının ardından, bunlar Türkiye Maarif Vakfı’na (TMF) devredildi. 2016 yılında, 15 Temmuz’a bir aydan kısa bir süre kala kurulan TMF, “yurtdışında eğitim hizmetleri vermeye yetkili” tek kurum olarak görev yapıyor.

Bununla birlikte, yürürlükteki politikalar yalnızca Türkiyeli ve yabancı ülke doğumlu çocuklardan oluşan göçmenlere hitap etmekle kalmıyor, aynı zamanda YTB’nin dinsel birlik yoluyla dolaylı biçimde tarif ettiği ve “akraba topluluklar” diye nitelendirdiği yapılara dek uzanıyor. Buradaki amaç, “Türk diasporasıyla ilişkili (Müslüman) topluluklar arasında diyalog ve işbirliğini artırmak” ve “din, kültür ve eğitim gibi alanlarda karşılaştıkları sorunların ve ayrımcılığın üstesinden gelmek için ortak çalışmayı desteklemek.” Bu stratejik hamlenin bir parçası olarak, Türkiyeli ve yabancı ülke doğumlu (Türkiye kökenli) çocukların, ayrıca Türk olmayan Müslümanların, sözlü ya da fiziksel saldırıları ve maruz kaldıkları diğer ayrımcı davranışları bildirmeleri için Türk konsolosluklarındaki çağrı merkezleriyle iletişime geçmeleri teşvik ediliyor.

İslamofobi karşıtı mücadele, hükümet yetkilileri ve STK’lardaki ortakları tarafından Türk olan ve olmayan diaspora topluluklarını harekete geçirmek için güçlü bir söylem aracı olarak benimsenmiş durumda. Göründüğü kadarıyla, bu yaklaşım, kişinin etnik kökeni ya da kültürel mirasından bağımsız biçimde, yalnızca Müslüman bir diaspora oluşturmayı ve Türkiye’yi İslam dünyasının patronu olarak konumlandırmayı amaçlıyor. Bu durum, Aralık 2018 tarihli bir demecinde, AK Parti’nin Avrupa’daki ana lobi örgütü olan Uluslararası Demokratlar Birliği (UID) Başkanı Bülent Bilgi’nin, örgütün adının (Eskiden Avrupa Türk Demokratlar Birliği olarak biliniyordu), Avrupa ve ötesindeki Türk olmayan göçmenlere daha geniş bir çağrıda bulunmak amacıyla değiştirildiğini vurguladığı zaman açığa çıktı.

Kuzey Amerika, Türkiye’nin, Avrupa’da yaşayan Türk nüfusun dışındaki Müslüman topluluklara gösterdiği yeni ilginin son zamanlarda görünür hale geldiği yerlerden biri. Amerikan Müslüman örgütleri içerisinde kayda değer bir Türk varlığının bulunmadığı göz önünde bulundurulduğunda, Ankara, özellikle de 15 Temmuz darbesinin ardından, AKP ve Erdoğan’a Amerikalı Müslümanlardan destek sağlamak doğrultusundaki çabalarını hızlandırdı. Öncelikli olarak Erdoğan’ın baş düşmanı Fethullah Gülen’in yanı sıra, bölgesel rakipleri olan Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’ne karşı örgütlenen bu kampanyalar, Ankara’nın katılımı hakkındaki topluluklar arası tartışmalar sebebiyle Kuzey Amerika İslam Çemberi (ICNA), Kuzey Amerika İslam Birliği (ISNA) ve Amerikan İslam ilişkileri Konseyi (CAIR) gibi yerleşik Müslüman örgütleri de içine alan bir karmaşa yarattı.

Türkiye’nin Amerikan Müslümanları arasındaki etkisini artırmak için şimdiye dek birçok farklı yöntem denendi. Kuzey Amerika’da, Avrupa’daki büyük yaygınlıklarına kıyasla etnik ve yabancı camilerin çok daha az olmasına karşın, yeni inşa edilen Maryland Camii ve sosyal kompleks, Diyanet’in Amerika’da izlemeyi tercih ettiği bir yöntem olarak öne çıkıyor. Şu anda, ABD’deki Türk-Amerikan Dini Vakfı (TARF) kontrolü altındaki Diyanet camilerinin sayısı yaklaşık birkaç düzine kadar.

Kültürel benimsenme ise diğer bir harekete geçirme stratejisi. Yakın tarihli ve tarihsel bir televizyon dizisi olan “Diriliş: Ertuğrul”, örneğin Türk olmayan Müslümanlar arasında şaşırtıcı biçimde beğeni kazandı. Eleştirmenler, “Son İmparator” (Payitaht: Abdülhamid) ile birlikte bu dizinin, Erdoğan’ın baskıcı yaklaşımını tarihsel ve dinci-milliyetçi örnekler vasıtasıyla meşrulaştırmak istediğini dile getiriyorlar. Yeterince ilgi çekici olan bu diziler, (Erdoğan’ın liderliğinde temsil edilen) “iyi Müslümanların” Erdoğan’ın iç ve dış düşmanlarına karşı yürüttüğü tarihsel mücadelenin son aşamasında yüz yüze geldiği mevcut çatışmaları vurgulamak amaçlı ve iç tüketime yönelik olarak hazırlanıyorlar.

Bunun iyi bir örneği, Kürt yanlısı solcu Halkların Demokrasi Partisi’nin (HDP) şu anda hapisteki eş-başkanı Selahattin Demirtaş’ın 2016 yılında yaşanan Türk-Rus diplomatik krizi esnasındaki Rusya ziyaretinden hemen sonra yayınlanan ‘Diriliş’ bölümünde, Ertuğrul ile İbn Arabi arasında gerçekleşen bir diyalogdur. Ertuğrul “Peki ya bizi arkadan bıçaklamak isteyen kâfirlerle işbirliği yapanlar?” diye sorduğunda, İbn Arabi, ağır bir Kuran diliyle, “şüphesiz ki onlar zalimlerdir,” diye yanıt verir. Benzer bir şekilde, Son İmparator’da, Abdülhamid’in Amerikalı diplomatı “yerine dönmesi” için uyararak boğa benzetmesini yaptığı sahne, Başkan Trump’ın Türkiye’yi, Suriyeli Kürtlere dönük bir saldırı ihtimali nedeniyle Twitter aracılığıyla tehdit etmesinin ardından geldi.

Bu televizyon dizileri, bir yandan Türkiye’nin askeri arzularına destek sağlamak için yürüttüğü kültürel savunuculuk faaliyetine ve bir yandan da siyasi çatışmaları kutsallaştırmak için Maniheist (ikili) çelişkileri kullanan ayrıştırıcı dillerine karşın, bazı Batılı Müslüman izleyiciler, “İslami kurallara” uymak ve temel değerleri desteklemekle ilgili bir vizyon ve bakış açısı sunmasını ilgi çekici buluyor gibi görünüyorlar.

Ankara’nın dünya genelindeki Müslümanların liderliğine ilişkin iddiasının bir başka sunumu ise, Erdoğan ile özgürlükçü Afro-Amerikalı figürler arasında benzerlikler kurarak, Siyahi Müslüman seçim bölgelerini etki altına almaya dönük uğraşlarda görülebilir. Bu derneklerin merkezinde, Türkiye’nin kendisini “ezilen” dünyayı korumak için “baskıcı Batı’ya” karşı çıkan adil ve hayırsever güç olarak sunma çabaları bulunuyor. Erdoğan’ın bu amaç doğrultusunda faydalanmak istediği ilk fırsat, Ali’nin mirasını onurlandıran İslam dünyası lideri olarak poz vereceği Haziran 2106’da Muhammed Ali’nin cenazesinde eline geçti. Ne var ki, Erdoğan’ın armağanı olarak Kabe’den getirilen bez parçasının “bazı şartlarla gelmesi” nedeniyle reddedilmesi gerekiyordu ve bu nedenle “methiyecilerin saflarına katılamadı.”

Erdoğan’ın yardımcıları, bu skandal halkla ilişkiler fiyaskosunu telafi edebilmek için başka fırsatlar beklemek zorundaydı. Erdoğan’ın Eylül 2018’deki BM Genel Kurulu ziyareti de bu türden bir olaydı. Türkiye’nin resmi haber ajansı olan Anadolu Ajansı, Erdoğan’ın ziyareti esnasında Malcolm X’in kızlarından Ilyasah Shabazz’la bir röportaj yaptı ve kendisine, Türkiye’nin dünya çapındaki en iyi halkla ilişkiler kampanyalarından biri olan Suriyeli mültecilere yaklaşımı hakkında sorular yöneltti. Erdoğan’ın adamları bu defa hayal kırıklığı yaşamadılar, zira Shabazz şunları söylüyordu; “Türkiye, babamın mirasını sürdürmemiz nedeniyle haklarımızdan mahrum bırakılma şeklimizin karşısında örnek bir yer.” Ek olarak, her iki kızıyla birlikte, hükümet yanlısı basın kuruluşlarında ve televizyonlarda yayınlanan ve haberleştirilen bir aile toplantısı düzenlendi.

2018 Aralık ayı sonunda, Erdoğan’ın sözcüsü İbrahim Kalın bu popüler hamleleri zirveye taşıyan biçimde, Ankara’nın, ABD Büyükelçiliği’nin bulunduğu sokağın adını Malcolm X Caddesi olarak değiştirdiğini açıkladı. Duyuru, özellikle de Erdoğan’ın, program ve söylemi siyah azınlığın sivil haklar mücadelesinden ziyade ABD’deki beyaz üstünlükçüler ve milliyetçilerle benzerlikler taşıyan Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ile kendi aşırı-milliyetçi ittifakı göz önüne alındığında, dikkatleri üstüne çekti. Yanı sıra, tartışmaya açık bir şekilde Siyah Müslümanların dikkatini çekmeyi de başardı. Ocak 2019’da yeni ve önemli bir hamle olarak, Muhammed Ali’nin Michigan’da bulunan eski çiftliğinin Erdoğan’ın aile vakfı olan TÜRGEV ile tartışmalı Ensar Vakfı’nın birlikte kurduğu ABD merkezli TURKEN Vakfı tarafından satın alındığı açıklandı. TURKEN, çiftliği “Müslüman gençlik için yaz okulu” olarak, yukarıda belirtilen her iki takviye stratejisinin birleşiminiyse, siyahların özgürlük mücadelesinin ilave sembolizmiyle birlikte kullanacak.

'SEÇKİN TOPLULUK' DESTEĞİ: ULUSLAR ARASI BİR İSLAMCI AĞ

İslam dünyasının hamiliği iddiasıyla Türk olan ve olmayan diaspora topluluklarında yürürlüğe konan bu seferberlik, AK Parti ve Erdoğan’ın yurtdışında halk desteği kazanmasına yardımcı oluyor. Partinin küresel tanınırlık sağlama taktikleri, aynı zamanda bir akademisyenler grubu, kanaat önderleri ve âlimlerden oluşan bir topluluk oluşturma teşebbüslerini de içeriyor. Kısa adı SETA olan “Siyasi, Ekonomik ve Sosyal Araştırma Vakfı” bu konuda önemli bir aktör durumunda. Halen Erdoğan’ın geniş ailesinin mensuplarınca yönetilen bu düşünce kuruluşu, eski Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından tasarlandı ve 2005 yılında devrin Başbakanı Ahmet Davutoğlu tarafından prestij sahibi bir partizan düşünce kuruluşu olarak hayata geçirildi. Kalın, Davutoğlu’na daha yakın olmasına rağmen, bürokrasiye dahil olmadan önce Başbakanlık Kamu Diplomasisi Koordinatörlüğü kurumunun ilk ve kurucu yöneticisi olarak görev yaptı. Günümüzde SETA’nın Ankara, İstanbul, Washington, Kahire ve Berlin’de ofisleri var ve bu ofisler Türkiye’nin iç ve dış politikalarıyla ilgili düzenli biçimde fikir yazıları ve raporlar yayınlıyor. AK Parti ve politikaları hakkında yurtdışında kamuoyu oluşturma ve etki yaratma çabalarının yanı sıra, SETA’nın tartışmalı bir şekilde İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nden fon aldığı, ayrıca AK Parti’yle bağlantılı vakıflarla doğrudan veya dolaylı olarak ilişkisi olan özel şirketler, üniversiteler ve sivil toplum kuruluşlarının yönetim ağının bir parçası olduğu iddia ediliyor.

Ulus ötesi bir ağ oluşturma girişimleri yalnızca politika savunuculuğu alanıyla sınırlı değil; aynı zamanda diğer kurumsal yaşam alanlarına da yayılıyor. Mesela basın alanındaki en çarpıcı örnek, 2015 yılında TRT Word’ün yayın hayatına başlatılması oldu. Hükümet yanlısı söylemi ve seçim kampanyaları esnasında dahi muhalefet partilerine çok az yayın süresi tanıması nedeniyle Türkiye’deki lekeli ününe karşın, uluslar arası televizyon kanalı TRT World, BBC ve El Cezire saflarına katılmak için yeniden markalaştı. Özellikle de Batılı Müslümanlara cazip görünmek için dolgun maaşlar alan çalışanlarıyla gayet profesyonel bir görünüm sergilemeye çalışması, diaspora topluluklarını, Batı hükümetleri karşısında Türk politikalarının doğal savunucuları olarak harekete geçirme amaçlı başka bir takviye stratejisi diye yorumlanabilir.

TRT World 2017 yılında Türkiye’ye odaklanarak Dışişleriyle ilgili düzenli yayınlar yapmasının yanı sıra, “Forum” adlı yıllık bir konferans başlattı. “Belirsizlik Çağında Değişime İlham Olmak” başlıklı ilk konferansta, yabancı düşmanlığı ve İslamofobinin yükselişine dair genel bir panel düzenlenirken, Fareed Hafız, Brendan Cox ve Ilyassah Al Shabazz gibi akademisyenlere ve kamuoyunda tanınan insanlara ev sahipliği yaptı.

(Devlet destekli) STK’lar ve üniversiteler de bir bilim insanları ve aydınlar ağı kurma doğrultusunda, bu sistematik çabalarda etkili aktörler oldu. AK Parti yetkilileri, TÜRGEV’in İbn Haldun Üniversitesi’nin (tahmini 2017) uluslar arası bir eğitim merkezi kurması doğrultusunda Ankara ajandasında oynadıkları öncü rolün yanı sıra, Batılı Müslümanları bir araya getirmek için uluslar arası akademik etkinliklere ev sahipliği yapacak mekân olarak da daha küçük bir özel üniversite olan İstanbul Zaim Üniversitesi’ni belirlediler.

Bu amaç doğrultusunda AK Parti’nin belki de şu ana kadar verdiği en kritik karar, 2015 yılında, Güney Florida Üniversitesi’nin eski öğretim görevlisi Filistin kökenli Amerikalı Profesör Sami al-Arian’a Türkiye’de güvenli bir sığınak sunması oldu. Tartışmalı bir duruşmanın ve Amerikan hukuk sistemiyle yaşadığı uzun süren sıkıntıların ardından, çektiği çileler, 11 Eylül sonrası yaşanan İslamofobi hakkında ülkenin birçok sivil haklar savunucusu için bir ders kitabı haline geldi. Kendisine vatandaşlık veren Türkiye hem Müslümanların sevgisini hem de al-Arian’ın Müslüman topluluklar arasında köklü bir ağ oluşturmasını sağladı ve bu da Zaim Üniversitesi’nin İslam ve Küresel İlişkiler Merkezi’ni (CIGA) kurmasının önemli bir karar olduğunu ispatlamış oldu.

CIGA, bu sayede, önde gelen Müslümanları, Katar’la birlikte İstanbul’da bir araya getirerek dünya genelindeki Erdoğan destekçisi aydınlar için bir merkez görevi üstlenebilir. Merkez bugüne dek önde gelen Türk okullarının kaynaklarının bile çok ötesinde bir cömertlik sergileyerek, baştan sona finanse edilen seyahatlerle birçok uluslar arası akademisyeni ağırladı ve önceliği İslamofobi olan birçok uluslar arası etkinlik düzenledi. Diğer yandan, İslamofobi üzerinden kurtuluş dilinin kullanılmasına ilişkin bariz çelişkiler, aynı anda akıl almaz terör suçlarından dolayı hapis cezasına çarptırılan binlerce akademisyenin üzerine çöken “derin baskıcı bir devlet” tarafından onurlandırılırken al-Arian’ın yaşadığı çileyle kıyaslanamaz bile.

BİLGİ ÜRETİMİ: 'EMPERYALİZM VE BATI KARŞITI' DİRENİŞİN DESTEKÇİSİ

Ankara’nın bu iletişim alanlarında uluslar arası akademisyenleri, kamuya mal olmuş kişileri ve politika uzmanlarını bir araya getirme hususundaki yüksek profilli gayretleri, seçkinlerden destek sağlamanın yanı sıra, paralel bir hedefe işaret ediyor. Bu alanlar, diaspora topluluklarını harekete geçirme girişimleriyle birlikte, Türkiye’yi “emperyalizm” ve “Batı karşıtı” direnişte insani yardım destekçisi gibi gösteren bir “hegemonik” bilgi biçimi üretme ve dolaşıma sokma doğrultusunda çalışan bir yer olarak belirlenmiş gibi görünüyor. AK Parti bunu yaparak, sistematik biçimde ortaya çıkan İslamofobi söylemini, dış politikadaki arzuları için meşrulaştırıcı bir araç olarak ikame etmiş oluyor.

“İslamofobi” terimi, ilk kez 2000’lerin sonlarında, TBMM’nin İnsan Hakları Alt Komisyonu raporlarında ortaya çıktı.[1] Alt komisyonun faaliyet raporu, 2005 yılında Almanya’da yürürlüğe giren göç yasasından endişe ederek, “İslamofobik, yabancı düşmanı ve ırkçı eğilimlerin siyasi karar vericileri etkilediğini” belirtiyordu. Haziran 2011’de Müslüman karşıtı görüşlere sahip olan sağcı aşırılık yanlısı Breivik’in düzenlediği büyük katliamın ardından, alt komisyon, “Avrupa ve ABD’deki yabancı düşmanlığı ve ırkçı tutumlarla birlikte” İslamofobi’yi de izlemeye karar verdi.[2] Bu tür bireysel girişimler, 2016 yılında “Batı’daki İslamofobiyi” düzenli biçimde araştırmak üzere yeni bir iç alt-komisyonun kurulmasıyla neticelendi.[3] Bu doğrultudaki çabalara, SETA’nın 2015 yılında başlattığı Yıllık İslamofobi raporunda yayınlanan ve uluslar arası tanınırlığa sahip İslamofobi uzmanı akademisyenlerin katkıları da eşlik etti. Yıllık rapor, AK Parti politikacılarının düzenli olarak katıldığı uluslararası bir etkinlikle yayınlanmaya devam ediyor.

Bu bağlamda İslamofobi söyleminin merkeziyetinin bir başka ispatı olarak, Almanya doğumlu bir AK Parti milletvekili ve partinin Dış İlişkiler biriminin başkan yardımcılarından olan Zafer Sırakaya, 2019’da yayınladığı yeni yıl mesajında, “Avrupa Devletleri, Avrupalı Türklerin insani ve bireysel haklarını kullanırken karşılaştıkları haksız muameleyi değerlendirmede yetersiz kalmaktadır. Dünya çapındaki İslam inancına bağlı bireylerin yaşadığı dışlanma göz önünde bulundurulduğunda durum daha da korkunçtur. (..) Biz (AK Parti hükümeti) 2018 yılında, önceki yıllarda yaptığımız gibi İslam karşıtı zihniyetin yanı sıra, yabancı düşmanlığı ve ayrımcılığı besleyen popülist kaygılarla mücadele etmek amacıyla önemli adımlar attık. Bu konuda gayret göstermeyi sürdüreceğiz.”[4]

Bunun yanı sıra, İslamofobiyle mücadeleye ilişkin bu söylem, Batı ülkelerini eleştirmekle sınırlı değil; zira bilgi felsefesi düzleminde, sömürge sonrası, laiklik ve Batı karşıtı bir kurtuluş yolu olarak da kullanılıyor. Büyük oranda SETA’nın İslamofobi çalışma grubu tarafından hazırlanan ‘Islamophobia in Muslim Majority Societies’ (Müslüman Çoğunluk Toplumlarında İslamofobi / 2018) kitabı bu konuda çok açıklayıcı bir eser. Kitap, bu tür toplumlarda Batı emperyalizminden İslamofobinin hesabını sormak bağlamında “kendi doğululaşmasını” meşrulaştırıyor; bu anlayış, Müslüman çoğunluğun dünyasında “Batı bilgi felsefesini” benimseyen herhangi bir aktöre karşı getirilebilecek “Batı hegemonyasını” meşrulaştırmakla ilgili bir suçlama ortaya koyuyor. Ortaya çıkan böylesi bir İslamofobi söyleminin belki de kasıtlı olarak tercih edilmesi, Türkiye’deki hükümet yanlısı basın tarafından düzenli biçimde “Batı’nın çıkarları için çalışan iç düşmanlar” diye yaftalanan laik azınlıkların damgalanması riskini barındırıyor.

TÜRKİYE BİR MÜSLÜMAN KARŞI-HEGEMONYA MI?

Diaspora toplulukları içindeki harekete geçirme, ağ oluşturma ve bilgi üretimi, Türkiye’nin kendisini uluslar arası İslam âlemi içerisinde baskın bir aktör olarak konumlandırma arzusunu gerçekleştirmeyi hedefleyen önemli stratejilerdir. Bu, ironik bir şekilde, Arap Baharı’nın kesintiye uğramasının ve Suudi Arabistan’ın Sünni İslamcılar ile yıllardır sürdürdüğü ortaklığın, Müslüman Dünya Birliği (MWL) girişimi vasıtasıyla fiiliyatta dağılmasının bir neticesi. Büyük olasılıkla, İslam’ı tam anlamıyla bölgesel hegemonya için bir araç haline getirme ve Müslüman bölgeleri 1960’ların başlarında Mısır ve Suudi Arabistan arasında ve 1980’lerin başlarında İran ile Suudi Arabistan arasında yaşanan nüfuz savaşı alanlarına dönüştürme bağlamında, büyük bir karışıklığa işaret eden kritik bir kavşaktayız.[5]

Suudi Arabistan ile Birleşik Arap Emirlikleri’nin ortak tavrı, 2013 yılında, Mısır’da demokratik yollarla iktidara gelen Müslüman Kardeşler (MB) hükümetinin şiddetli bir askeri darbeyle devrilmesine yardım ettiğinde, bu yalnızca Suudi Arabistan’ın açık biçimde karşı-devrimci cepheye geçişi değildi; aynı zamanda İslamcılarla uzun süredir devam eden etkili ortaklığı sona erdi ve böylece ardında bir boşluk bıraktı. Tıpkı Müslüman Kardeşler’in 1960’lı yılların başlarında Mısır’daki zulümden kaçmak için Suudi Arabistan’a gerçekleştirdikleri göçler gibi, Rabia Meydanı katliamından sonraki neslin Müslüman Kardeşler kadroları, Erdoğan yönetiminde yeni bir barınak ve ittifak buldu. Nitekim, Ayetullah Humeyni’nin 1979 yılında İran’ı, “Müslüman dünya içerisindeki emperyalizm karşıtı güç” olarak tasvir etmesine olanak sağlayan rejim değişikliğine benzer biçimde Erdoğan’ın Türkiye rejimini radikal olarak yeniden yapılandırması, 1950’lerde ve 1960’lardaki Cemal Abdül Nasır’ın ününü hatırlatan ‘Yeni Üçüncü Dünyacı güçlü adam’ görünümünü destekledi.

Türkiye’nin bugüne kadarki teşebbüsleri kabul görmekle beraber, bazı istisnalar dışında, İslami yumuşak gücün yükselişinin bir parçası olarak her iki kartı da oynayabilmek gibi eşsiz bir avantaja sahip olduğunu iddia ediyoruz: Son halifelik koltuğu aracılığıyla Sünnilerin liderliği kartı ve Erdoğan’ı “tüm dünyadaki ezilen Müslümanların lideri” çerçevesinde sunmak isteyen “emperyalizm karşıtı” söylem... Suudi Arabistan-Birleşik Arap Emirlikleri ile Türkiye-Katar ittifakları arasındaki bölgesel egemenlik savaşı, birden fazla diaspora alanında ve bölgesel bir düzlemde başlıyor olabilir ve Türkiye, Müslüman Dünya Birliği’ne üye olan dünya çapındaki Müslümanların yeni patronu olarak, Suudi Arabistan’ı saf dışı bırakmak konusunda ciddi görünüyor.

TEŞEBBÜS BAŞARIYA ULAŞACAK MI?

Giderek kimlikçi bir hale gelen dünyada, Ankara’nın diaspora politikaları, ulus ötesi bir Müslüman evreni inşa etme ve bilgi üretim merkezlerini kurma uğraşlarıyla birlikte, Türkiye’nin, sürmekte olan demokratik çürümesine karşın hem kitlesel hem de seçkinler nezdinde daha büyük bir cazibe elde etmesinde etkili oldu. UID benzeri lobi örgütleri, TMF ve Yunus Emre Enstitüsü gibi eğitim ve kültür kurumları, SETA gibi düşünce kuruluşları, TRT World gibi iletişim teşebbüsleri, İbn Haldun ve Zaim gibi üniversiteler ve TİKA gibi insani yardım kuruluşları, faaliyetleri aracılığıyla Türkiye’yi Müslümanların sosyal ve politik olarak Batı’ya dahil edilmesini isteyen ve dünya genelinde ezilen Müslümanların koruyucusu olmayı talep eden insani bir aktör gibi sunma hususunda yoğun bir çaba gösteriyorlar.

Diaspora ve başka yerlerdeki Müslümanların maruz kaldığı Müslüman karşıtı tutumlar ve dışlayıcı ya da ayrımcı uygulamalardaki yükselişin gerçekliğinin ve ciddiyetinin kendi dış politika hırslarına, bilhassa da İslam dünyasının egemenliğine ilişkin iddiasına hizmet etmesi ve dünya çapındaki Müslümanların patronu ve koruyucusu haline gelebilmesi için, AKP hükümetinin düzenli biçimde “sorunu” çarpıtıyor oluşunu nasıl gizleyeceğini henüz görmedik. Bu tür “emperyalizm” ve “Batı karşıtı” anlatıların benimsenmesi, Türk hükümetinin kendi otoriter ve genişlemeci iddia ve faaliyetlerini, kendi ülkesindeki etnik ve dini azınlıklara dönük muamelesini ve artan insan hakları ihlalleri kayıtlarını sumen altı ediyor. Dahası, Türkiye ekonomisinin Batı’ya, özellikle de Avrupa bankalarına ve şirketlerine olan ağır bağımlılığını gizliyor.

Kısa bir süre önce, Erdoğan Türkiye’si, İslam’la demokrasiyi kaynaştırıp diğer Müslüman çoğunluğa sahip ülkeler için bir yol haritası sunuyordu. Kullandığı yumuşak güç, daha sonra romantik pembe dizilere odaklanan bir tartışmaya dönüştü. Şimdi, ‘Diriliş’ dizisindeki Ertuğrul karakteri Müslümanların geri kalanı için Hıristiyan hegemonyasına karşı Müslümanların muzaffer savaşını özetlerken, Türkiye “özgür olmayan ülkeler “ ligine dahil oldu ve neredeyse tüm ölçütlerde hukukun üstünlüğüne dair sürekli düşüşünü devam ettirdi. Şayet bu iddiasının başarılı olduğunu kanıtlarsa, AKP hükümetinin “dünyanın Hıristiyan egemenleri” karşısında ihtilaflı bir Müslüman iktidarın cesaretiyle ilgili söyleminin gölgesinde kalan Müslüman dünyasına otoriter bir model sunup sunmayacağı henüz belli değil.

*Roller coaster; lunaparklarda “dehşet treni” adıyla da bilinen ve yüksekte bulunan raylardan aşağı doğru hızlı inişiyle tanınan eğlence treni.

NOTLAR:

[1] Bu raporlar, 1990’ların başlarından beri Türkiye’nin içindeki ve dışındaki Türk vatandaşlarıyla ilgili insan hakları sorunlarını değerlendirmek amacıyla yayınlanmıştır. Raporların önemli bir kısmı, Türk göçmenlerin sorunlarına ve kaygılarına ayrılmıştır. Raporlara; https://www.tbmm.gov.tr/komisyon/insanhaklari/index.htm adresinden ulaşılabilir.

[2] Haziran 2011 ile Ekim 2012 arasındaki süreyi kapsayan rapor için, https://www.tbmm.gov.tr/komisyon/insanhaklari/belge/24_Donem_1_ve_2_Yasama_Yillari_Faacı_Raporu.pdf ( 22.08.1983 tarihinde yayınlandı).

[3] Kasım 2015 ile Aralık 2017 arasındaki süreyi kapsayan rapor için, bkz. https://www.tbmm.gov.tr/komisyon/insanhaklari/docs/2018/29_yy_fa Faaliyetraporu1_07022018.pdf (22 Ocak 2019 tarihinde yayınlandı).

[4] Avrupa’nın Sesi. “İstanbul Milletvekilimiz Zafer Sırakaya’dan Yeni Yıl Tebrikleri” 25 Aralık 2018.

[5] Cemil Aydın, Müslüman Dünya Fikri: Küresel Bir Entelektüel Tarih (Cambridge, MA: Harvard University Press, 2017), 211-23.

* Yazının aslı Jadaliyya sitesinden alınmıştır. (Çeviren: Tarkan Tufan)