Kasım soğuğunda güzel gülen adamlar

Kasım rüzgarlarının üşüttüğü aklımızın, kasımlarda vurulan yanımızı daha da titrettiği ama kasımların hep bir mücadelenin sesi gibi aklımızda uğuldadığı zamanların, cübbelerimizi yelken gibi doldurup, bizi daha güzel bir geleceğe taşıma umuduna götürdüğü yerdeyiz aslında bilenler için. Tahir Elçi’nin barış düşünün, Selçuk Kozağaçlı’nın adalet düşüne gülümseyerek kur yaptığı yerdeyiz.

Google Haberlere Abone ol

Çiğdem Koç*

Dünyanın en anlaşılamamış mesleklerinden biridir herhalde avukatlık. Ve dünyanın en ihtiyaç duyulan kişileridir yine de avukatlar. Cübbeyi nasıl ve neden giydiğine bağlı olarak değişen  yolculuğun seyir defterine düşülen notlar, sadece bir insanın değil, bir toplumun da kaderini belirler aslında. Hukuk ve adalet arasındaki onulmaz aşkın çöpçatanlığından, sahte nikahlarının şahitliğine kadar uzanan bir öykünün içinde, Zeus’un çirkin kızları Litai’lerden bu yana var olan bir yaşama biçimidir bu meslek.

Ülkemizin tuhaf yargı tarihinde hep var oldu avukatlar, farklı pratikleri yaratan yollar açtılar kimi zaman ve kimi zaman önlerinde açılmış yolların kavşaklarında tercihler yaptılar. Ama hak mücadelesi tarihini hep avukatlar yazdılar; nasıl yazdıklarına bağlı olarak değişen cümleler kurdular, bedeller ödediler. Tutsak edildiler, linç edildiler, katledildiler ama o cübbe yere düşmeden daha, bir diğerinin sırtındaki kaya oldu hep, Sisifos’un lanetinden payını aldı mutlaka avukatlar.

Bu ülkede güzel gülen avukatlar oldu, güldüklerinde dünyanın daha iyi bir yer olduğuna sizi inandırmak için başka bir şeye ihtiyaçları olmayan avukatlar. Onlarsız dünyanın daha adaletsiz bir yer olduğuna, onlarsız dünyanın daha karanlık bir yer olacağına ve onlarsız hak mücadelesi dediğimiz insanın en onurlu kavgasının hep eksik ve güçsüz kalacağına inanmak için, sadece bir kez bile gülümselemelerini görmenizin yeteceği iki adam oldu. Bu yazı o adamlar için. Kasım soğuğunun içimizi nasıl ve neden üşüttüğünü anlatmak için biraz da.

Bir Tahir Elçi oldu mesela; acılı bir coğrafyanın dinmeyen ağrısı bir kasım rüzgarı olup iliklerimize kadar ruhumuzu sızlatan. Faili meçhullerin, işkencelerin örselediği hayatların kabullenilmiş kaderleri ile aralarına giren bu adam, Themis’in kılıcını ondan ödünç almış da, bütün bu acılar dinince götürüp geri verecekmiş gibi dolaşırdı bin yıllık Mezopotamya’nın kadim sancıları üzerinde. Hepimiz bilirdik, aramızda bin ışık yılı varmış gibi yaşadığımız kendi coğrafyamızdan bile duyardık sesini. Sanki kan ve ölümün bize dokunmayacağını ve orada yaşanan kan ve nefrette payımız olmadığını zannederek saklandığımız korunaklı beyazlığımızda bile gelirdi sesi kulağımıza, irkilirdik. Haksızlık, hukuksuzluk, işkence ve bir sabah evinden alınıp geri dönmeyenlerin dünyasında bir Tahir Elçi vardı; uyandıran bizi uykularımızdan ve gözümüzü açtığımızda elimizden tutup bizi gerçeklere götürdüğü, bir daha asla aynı insan olamayacağımızı bilerek çıktığımız yolun rehberi olan ve çok güzel gülen bir adam vardı. Vurdular onu… Dört Ayaklı Minare’nin önünde, bir kasım sonuydu ve şairin “Kardeşlerim ölüyor kalbimin doğusunda*” dediği yerde vurmuşlardı aslında, tam da en sızlayan yerinde kalbimizin, doğusunun esmer dilinden dökülen, anlamadan da ağladığımız ve ağlayarak anladığımız yerinde. Meslektaşımız, baro başkanımız, dostumuz, hiç tanımayanların bile o güzel gülüşünü bildiği adam, avukat Tahir Elçi, üç yıldır kalbimizin doğusunda bir ağıt artık ve biz onun katillerini bilene kadar o ağıt söylenecek, daha da derinden yaralar açmaya devam edecek, biliyoruz. Avukatlık ölmek demek bazen bir tarihin duvarlarını savunurken, çok iyi biliyoruz.

Bir Selçuk Kozağaçlı oldu, ülkemin hak mücadelesi tarihinde bir kasım sancısı oldu özgürlüğü elinden alındığında, sevdiklerinden ve cübbesinden koparıldığında. Ama daha evvel, Soma’da madende öldürüldü Selçuk, Ermenek’te bir kez daha… Berkin oldu vuruldu, Nuriye oldu dövüldü. Sonra, “Sen ne çok öldün, daha ne kadar çok öleceksin ve sen öldükçe biz huzurla oturamıyoruz, her öldüğünde çok sallanıyoruz” diyerek tutsak ettiler onu. Bir kasımdı ve bedeninden kuşlar uçan ve çok güzel gülen bir adamı bu kez bir hücreye kapattılar. Devrimci avukatlık geleneğinin, halkın avukatlığı geleneğinin simgesi Selçuk Kozağaçlı, devrimcilerin avukatlığını yaparken şimdi bir devrimci olarak yatıyor Silivri 9.No’lu Cezaevi'nde. Neyle suçlandığını sorsanız cevap verebilen çıkar mı bilemem, nasıl suçlandığını sorduğunuzda iyice kara saplanır hikaye. Hatta, geçen duruşmada bunların anlamsızlığından tahliye kararı çıkartabilen mahkeme heyetinin, saatler sonra ne yaptıklarını(!) anlayıp tekrar tutuklanmalarına karar verişlerindeki telaşı hangi hukukçu, nasıl açıklar acaba? “Kaçma şüpheleri” ile haklı çıkartılmaya çalışılan bir hukuki tuhaflık hali, hakkında yakalama kararı çıkınca yeniden, o duruşma salonundan içeri “Beni arıyormuşsunuz, geldim” diye girince nasıl kaçtığını bilemeyenlerin karşısındaki cesareti ve haklılığına olan inancı açıklamak karşı tarafa kalsın. Bu tarihi hukuk ayıbının gerekçelendirilmesi bizlerin işi değildir çünkü. Biz utanmanın nasıl anlatılacağını, ancak utanması gerekenler adına işaret etmekle yetinebiliriz çünkü, başkaları adına da utanmayı bilsek bile.

Avukatlık ilginç bir meslektir, hele de bizim memlekette. Hakkındaki suçlamalara duruşmada cevap vermenin gereksizliğini iddia sahiplerinin yüzlerine tokat gibi vuran, bir kez bile “ben bunu yapmadım” demeyen, edebiyatın, tarihin, öykülerin ve şiirlerin içinden, direniş destanlarının tam orta yerinden hukuk dersi veren bir avukatın güzel gülebildiği bir meslektir avukatlık. Onca hak ihlalinin orta yerinde, sokakta bulduğu bombayla oynarken ayakları kopan çocuğu kucaklayıp hastaneye götüren, duruşma salonlarına sıklıkla sanık olarak giden, gözaltılardan, tehditlerden kendine gündelik yaşamlar yapan ve çok güzel gülen bir adamın, bir minarenin ayaklarındaki mermi izlerini dert edinip, tarihi müvekkili sayıp sonra, sokakları duruşma salonu bellediği bir yerde vurulup öldüğü bir meslektir. Tutsaklığından yeni hayatlar çıkarabilen, aklı hep davada, yüreği hep hukuksuzluğun ortasında ve bedeninden kuşlar uçursa da oralara kondursa diye dimdik durmaktan başka bir şey bilmeyenlerin mesleğidir. Tanrıların Sisifos’a verdiği cezayı vekaleten çeken ve cezayı verenleri cezalandıran bir gülüşle, o kayayı, tekrar yuvarlanacağını bile bile o dağın tepesine kadar taşıyanların işidir yani.

Diyarbakır’ın orta yerinde vurulan ve dosyasında üç yıldır hâlâ tek şüphelinin bulunamadığı Tahir Elçi’den, yıllardır sürekli aynı şeyle suçlanıp, tekrar tekrar aklanan(!), sürekli tutsak edilip ardından  ellerini yakan bu haksızlığa dayanamayanların salıverdiği Selçuk Kozağaçlı’ya kadar avukatlık dediğimiz bir yaşamanın adıdır anlayacağınız. Ve benim güzel ülkemde, benim adalet kavgasında soluklanacak bir an dahi bulamamış, haksızlıkları ve hukuksuzlukları hava diye soluyanlarla haksızlık ve hukuksuzluklarla beslenen bir tuhaf aklın sürekli yer değiştirdiği ülkemde, avukatlık fevkalade namuslu bir iştir. Çok güzel gülenlerin, güldüğünde dünyanın daha iyi, daha adaletli bir yer olduğuna inandıranların işidir.

Kasım rüzgarlarının üşüttüğü aklımızın, kasımlarda vurulan yanımızı daha da titrettiği ama kasımların hep bir mücadelenin sesi gibi aklımızda uğuldadığı zamanların, cübbelerimizi yelken gibi doldurup, bizi daha güzel bir geleceğe taşıma umuduna götürdüğü yerdeyiz aslında bilenler için. Tahir Elçi’nin barış düşünün, Selçuk Kozağaçlı’nın adalet düşüne gülümseyerek kur yaptığı yerdeyiz. Tahir Elçi’yi son kez katillerini bilmeden anacağımız bir 28 Kasım’dan, Selçuk Kozağaçlı’yı özgürlüğünden eden başka bir kasımı terk ettiğimiz günlerin arasında, onu bedensel özgürlüğüne kavuşturacak bir yeni aralıktan daha adil bir dünyaya bakabilme umudunun ortasında bir yerde. Mesleki dayanışmanın, hak mücadelesine omuz vermenin ve barışa da, adalete de daha yakın olabilmenin, güzel gülen adamları hak etmenin aralığındayız.

Dünyanın en tuhaf, en anlaşılmamış ama en güzel mesleğidir avukatlık.

Cübbelerine dolan kasım rüzgarıyla, dünyanın en güzel kavgasına yelken açanların işidir anlayacağınız…

*Avukat