YAZARLAR

Gündelik kötülük, dünyayı güzel terk edenler

Billur Kalkavan, ölümcül bir hastalıktan bahsederken bizi gerçekliğin ağırlığından koparıyor. Yitirmekte olduğu hayatını onun gözlerinden görüyorsunuz. Son derece mahrem bir şeye tanıklık ediyorsunuz. Ama merakla karışık gizli bir utanç oluşmuyor içinizde izlerken.

"Sıradan, kendi halinde görünen insanın ne kadar kötü ve acımasız olabileceğine inanamazsın" dedi. İnanıyordum, sonuçta her gün onlarca örneğini gördüğümüz, duyduğumuz bir şey. Kötülüğün sıradanlığından, nasıl normalleştiğinden, “norm”un kötücüllük üretmesinden bahsetmek artık ilginç bile değil. Anlattıklarına hazırlıklı değildim yine de.

Yakınlarda kaybettiğimiz büyük yazar Javier Marías’ın "Yarınki Yüzün"de, aynı zamanda “bir insan tercümanı ya da yorumcusu” olan kahramanı, çevirmen Deza’nın dilinden aktardığı şu sözler aklıma gelmişti ve ürpermiştim.

Javier Marías, Yarınki Yüzün, Metis Yayınları, 2020

“Susmak, susmak, hiç kimsenin öldükten sonra bile ulaşamadığı hedef; buna karşın en vahim anlarda bize tavsiye edilen, teşvik edildiğimiz şey budur: Sus, sus, hiçbir şey söyleme, kendini kurtarmak için bile olsa. Dilini tut, sakla, boğulsan da yut dilini, fare yuttu farz et. Sus ki kurtulasın.”

Susmak, hiç kimsenin öldükten sonra bile ulaşamadığı hedef…  Ama her şey hakikati susturmak için iş birliği yapınca ve gerçek hayatta olmayan adalet ölümde bile gelmeyince, insan ölüler adına da konuşmak, konuşmak, suskunluğun riya perdesini boydan boya yırtmak istiyor.  

Bana emanet edildiği günden beri içimi yakan bir hikâyeyi anlatacağım önce.

MEHMET ABİ VE TAVŞANI

Marmara’da bir köy kooperatifinde aşçı, Mehmet Abi. 55 yaşlarında, uzun saçlı, neşeli, iyi kalpli biri. Yaşadığı küçücük yerde gündelik hayata katılabilen, “normal” bir işi gücü olan tek lubunya. Ormancılık temelli, büyük oranda çevre il ve ilçelerden gelenlerin çalıştığı bir yerde, kooperatif arazisinde bir çadırda yaşıyor. Mehmet Abi o kadar iyi bir aşçı ki, o buram buram testosteron ortamında tutunmayı başarıyor. Çalışan erkekler, yaptığı yemekleri yerken zaman zaman aralarına alıyorlar onu. Yemek esnasında dalga geçmeler, sözlü taciz gırla gidiyor. Elbette ki Mehmet Abi şaka kaldıran biri. Hoşgörüsü sayesinde erkek çalışanlar da kendini rahat hissediyor. Yüzüne karşı ayrı, arkasından ayrı korkunç şakalar yuvarlıyorlar. Bu gündelik erkek eğlencesinin Mehmet Abi için dozu değişse de bir tür sürgit şiddet biçiminde yürüdüğünü tahmin etmek zor değil.

Öyle ya da böyle sevdiği işi yapabildiği bu tuhaf yerde, tüm zorluklara karşın kendine bir yuva kurmuş. Çadırını çok sevdiği tavşanıyla paylaşıyor. Tavşanın da patronun civarı kollayan kangal köpeğiyle arası iyi. Nadiren, civardaki pavyonlardan birinde çalışan bir kadın arkadaşı öğle yemeğine uğruyor. Mehmet Abi’nin çadır önünde küçük bir masa kurmasına göz yumuluyor. İyi aşçı, şaka kaldırır lubunya Mehmet Abi, konsomatris ahbabı, kangal, tavşan ve erkekler, erkekler, erkekler.

Bana bu hikâyeyi anlatan mühendis yakınımın yolu haftada bir iki gün o kooperatife düşüyor. Bu adamların dünyasını paylaşmayan, diş geçirebildikleri her şeye karşı zalimliklerinden hiç hazzetmeyen heteroseksüel bir erkek. Hoşsohbet ve olgun bir insan olan Mehmet Abi’yi ise seviyor. Pandeminin ilk dalgasında bir gün kooperatife uğradığında çadırında göremiyor. Sonraki gelişinde de göremeyince soruyor. “Mehmet Abi nerelerde?” Çalışanlar duymamış gibi yapıyor, yemeğe devam ediyorlar. Birkaç gelişte daha göremeyince işkilleniyor, ısrarla, cevap alana kadar soruyor artık. Çalışanlardan biri sonunda tabağından başını şöyle bir kaldırıp “hastanede” diyor. En yakın ildeki hastaneye kaldırılmış bir süre önce. Nesi var? “Bilmiyoruz” diyorlar, “bir sıkıntısı varmış işte...” “Ne sıkıntısı?” diye sinirleniyor. “Onu bile bilmiyor musunuz, bu kadar mı önemsiz sizin için?” İşçilerden biri sıyırdığı kemiği sofraya atıp “e önemsiz tabii abi, bize ne ibneden” diyor. Yanındaki işçi “önemsizse sen niye yaptın?” peki diyor. Öteki, “sen yapmadın mı sanki” diyor. Dirsekleşmeler, korkunç şakalaşmalar arasında mühendis orayı terk ediyor.

Bir hafta sonra yolu tekrar oraya düştüğünde yine on kez sormak durumunda kalıyor Mehmet Abi’yi. Cevap geliyor sonunda. “Kalp krizinden gitmiş…” “Nasıl ya?” Erkekler omuz silkip yemeklerine yumuluyorlar. Üç yıldır aralarında olan biri ölmüş, bir TikTok videosu kadar bile önemsenmiyor. Sonunda zar zor cevap alıyor. “Ya kalp krizi diyorlar da Korona herhal, sıkıntı olmasın diye gizliden gömdüler gitti…” Kimsesizler mezarlığına gömülmüş olmalı. İşçiler hiçbir şey olmamış gibi yemeğe devam ediyor. Mühendis, Mehmet Abi’nin bir kenarda kangalla oynaşan tavşanını görüp hüzünleniyor. Yıllardır bu heriflerin karnını doyuran kişiden geriye sadece bu tavşan kalmış. Üç cümleyi bile esirgiyorlar ardından.

Üç gün sonra tekrar gidiyor. Mehmet Abi ve çadırının yanı sıra hayvanlar da ortada yok bu kez. “Tavşanla kangal nerede?” diye soruyor. Patronun kangalını bir yaban domuzu dişiyle ön bacağından ağır yaralamış ama iyileşiyormuş şükür. Tavşan peki? Sessizlik.

Yemek bitiminde tekrar tavşanı soruyor, birkaçı gülüyor bu kez. Sonunda biri cevap veriyor. “Yedik”.

Üç yıldır karınlarını doyuran, ardından üç cümleyi esirgedikleri Mehmet Abi’nin tavşanını yemişler. Kimsesizler mezarlığına gömüldükten üç gün sonra hayatta kalan tek yakınını yemişler.

“Nasıl kıydınız hayvana, çok da kanlı bir şey, bir gün falan uğraşmanız lazım, şuncacık hayvanın etine mi kaldınız… Mehmet Abi’nin hiç mi hatırı yoktu ya!” diye isyan ediyor. Her gün et yiyen adamlar bunlar. Biri sessizliğini bozuyor sonunda. “Nabıcan ibnenin davşanını, abi sen de amma sardın ha Mehmet Abi de Mehmet Abi…” deyince öfkeyle terk ediyor ortamı.

Mehmet Abi yok, adı bile yok, kimsesizler mezarlığında. Tavşanını yemişler. Mehmet Abi bir lubunya olmasaydı hastalığını takip eder, ardından günlerce ondan bahseder, Covid nedeniyle bile olsa bir başına gömülmesine üzülürlerdi. Mehmet Abi lubunya olmasaydı tavşanını yemezlerdi. Kendinden bilmediğine, güçsüz gördüğüne, normların dışında kalana yönelen uçsuz bucaksız bu kötülük, bu sessiz anlaşma tüyler ürpertici.

Bana bunu anlattığında haftalar geçmişti, hâlâ olayın etkisindeydi.

“Senden başka kimse üzülmemiş midir peki içlerinde sence?” diye sordum.

“Belki biraz patronları üzülmüştür,” dedi.

“Seviyordu yani o da Mehmet Abi’yi?”

“Yok, üç kuruşa iyi aşçı bulmak zor, ondan üzülmüştür.”

Susuyoruz.

BİLLUR KALKAVAN’IN GÜZEL KALBİ

“Duygularınıza dikkat edin. Çare olamayacağın şeylere üzülmeyeceksin.”

“Biraz insanlıktan çıktık farkındaysan son zamanlarda, inşallah fabrika ayarlarımıza geri döneriz.”

“Hayatta dengeleri kaçırmamak lazım…  Alma verme dengesi, iyicil zannettiğim bazı algılarımın kibir olduğunu idrak ettim. Daha iyi bir insan olmak istiyorum.”

15 Ekim’de yitirdiğimiz Billur Kalkavan, mayıs ayında, akciğer kanserine yakalandığını öğrendikten sonra verdiği, birkaç gündür her yerde çeşitli parçalarına rastladığımız röportajında bunları ve daha pek çok şey söylüyor. Şaşılacak bir temizlikle, ne kadar zayıf olduğu besbelli umudu öne alarak hastalığından söz ediyor. Kısacık zamanda dünyaya bakışının değiştiğini anlatıyor.[1] 

Billur Kalkavan

Ölümünden birkaç ay önce yapılmış bu söyleşiyi izlerken çok üzüleceğimi düşünmüştüm ama aksine tuhaf bir yaşam sevinci kapladı içimi. Kendini, hayatını, hastalığını anlatma, daha doğrusu yaşama biçiminden kaynaklanan bir şey. Bu yıl Nobel alan Annie Ernaux’nun kısacık romanı “Yalın Tutku”da yaptığının yaşamsal bir benzeri. Ernaux’nun salt tutkuyu, gizlemeden, sakınmadan, süslemeden getirip önümüze koyuşu ve okurken ondan gözlerimizi kaçırmamıza izin vermeyişi gibi bir şey. Billur Kalkavan, ölümcül bir hastalıktan bahsederken bizi gerçekliğin ağırlığından koparıyor. Yitirmekte olduğu hayatını onun gözlerinden görüyorsunuz. Son derece mahrem bir şeye tanıklık ediyorsunuz. Ama merakla karışık gizli bir utanç oluşmuyor içinizde izlerken.

Billur Kalkavan’ın güzel yüzü, ender rastlanan bir iyilik türüyle apaydınlık: “Bilerek masumiyet”.  Hayattan kaçınmadan, hayatı yaşadıkça anlayarak, normlara uymaya hiç çalışmadan, asi taklidi de yapmadan, sadece, olduğu gibi, kendisi olarak yaşayabilen insanın ölürken bile dünyayı nasıl da aydınlatabildiğini gösteriyor.

Billur Kalkavan

Billur Kalkavan Osmanlı torunu, varlıklı bir ailenin kızı, çocukluğumuzun “sosyetik güzeli”. Bir ünlem dikliğiyle bulunduğu her ortamı dolduran, görmezden gelinemez cazibesi, o “istediğimi alırım” halleri, muhtemelen gerçekten de alabilmesi… Ama bunu bir tür zorbalık ya da ayrıcalık hissiyle değil, bir kedinin sezgisel, kıvrak özgüveniyle yapması, onu farklı kılan şeylerden biri.

Birçok açıdan ayrıcalıklı bir kadın ama hayatı imtiyazlarının sırtına binerek yaşamamış. Onu mezara uğurlayan, ömrünün son 13 yılını paylaştığı, kendisinden 22 yaş küçük sevgilisi Buğra Bahadırlı ile ilişkisi de çok sahici görünüyor. Röportaja da eşlik eden “genç sevgilisi” çok konuşuldu. Hep uğraşmışlar tabii bu meseleyle. Erkeklerin her gün yaptığını bir kadının yapması olay olmuş. Bu ilişkiyi “olgun erkek genç kadın” klişesinden ayıran şöyle bir hal net biçimde ortada üstelik: Billur Kalkavan parası, statüsü, ünü, şusu busundan yararlanarak, hayatındaki insanı dengeleri besbelli, norm kabul edilen bir kalıba oturtmuş değil. Ruhu ve bedeniyle yaşsız bir insan, ruhuna uygun başka biriyle hayatını birleştirmiş. Ayrıca Billur Kalkavan’ı ilginç ya da cesur biri yapan, kendinden çok küçük bir erkekle olması da değil zaten. Yaşadıklarını yaşama biçimi. Çok hâkim olduğu astrolojiden bahsederken de, kadınlara “senin için biri var” türü seminerler verirken de günümüzün bildik kişisel gelişimcilerini andırır bir tarafı yok. Kadınlara “nasıl olur da iyi kısmet bulursunuz” türünden öğütler vermiyor. Türkiye’de kadınların kendilerini tanıma, ne istediklerini bilme, bu konuda yeterli deneyimi travmasızca edinme şansını bulamadıklarından bahsediyor. Klişelerin hep etrafında dolansa da onlara düşmeden, cinsiyetçi tuzaklara pek yakalanmadan deneyimlerini paylaşıyor.  

Billur Kalkavan, Buğra Bahadırlı

Billur Kalkavan cesur bir kadın. Bence uyumsuzluğu da cesareti de esas, riyasızlığında. İşte bu riyasızlık kalbini başkalarının acılarına da açmasını sağlamış. Hayatı dilediği gibi yaşarken başkalarının acılarını da derinden hissedebilmiş hep. Günümüzün o pek moda, iki tweetlik duyarlılık coşmaları değil bunlar. Bu kadının sevmesi, gülmesi, arzusu, coşkusu gibi acısının da gerçek olacağına inanıyorsunuz.

Sigara içmeyen, spor yapan, hayat boyu sağlığına dikkat etmiş Billur Kalkavan kendisine vurmuş bu berbat piyangonun nedenlerini kendi içinde arıyor. İster istemez kendini suçluyor, bu da çağımızın bir virüsü işte. Etmenler o kadar karmaşık ki, hastalığa hastanın hayatı algılama biçiminden kaynaklanan nedenler biçmek zor. Ama tüm bu sorgulama sürecinin, kendisiyle yüzleşmekten zaten hiç kaçınmamış bir insanı daha da olgunlaştırdığı kesin.

İnsan güzel insanların erken gidişine bir neden arıyor. Hayatın anlamlı bir sonunun olmayabileceğini, hayat gibi ölümün de adil olmadığını kabullenemiyoruz. Bu konuda iddialı saptamalar yenilgiye mahkûm. Yine de iyi ve “uyumsuz” kalpler biraz daha erken gidiyor sanki bu dünyadan, sayısız örneğini görüyoruz. İnsan üzülüyor. Bu elbette, haksızlıklar antolojisi ülkede, adına kader denen göz göre göre gelen kaza değil cinayetle hayatlarını yitiren maden işçilerine duyulan türden bir isyanla karışık üzüntü değil. Bunlar kıyas kabul eden, kıyaslanması anlamlı şeyler değil zaten.

Hayatta pek çok şey sınıfsal. Ama başkalarının acılarını ta içeriden duyan uyumsuzların ve hayatı dikine yaşamış cesur kadınların da bir sınıfı var. Ne kadar ayrıcalıklı olurlarsa olsunlar, “güç” tarafında yer almayı seçmemiş, dünyanın geri kalanına göz ve kulak tıkamamışlarsa, elbette.

Mehmet Abi’nin ölümünden üç gün sonra tavşanını yiyen gündelik kötülük, Billur Kalkavan’ın da arkasından zehrini defalarca saçtı. Yaşarken yanına erişemeyecekleri bu güzel kadının ölü bedenine bile laflar ettiler. Normların dışında kalan riyasızlığı için. Dayatılan sınırları reddettiği, hayatı bildiği gibi, kendi gibi yaşadığı için. Kadın olduğu, kendi bedenine ve cinselliğine sahip çıktığı, sözünü sakınmadığı için.

Billur Kalkavan’ın, hikâyeyi bilseydi, kimsesizler mezarlığına gömülmüş Mehmet Abi ve onun ölümünden üç gün sonra yenen tavşanı için kalbinin kırılacağına eminim. Varlıklı, imtiyazlı, güzel bir kadın olarak hayatın keyfini sürdüğü için değil, sonuna dek başkalarının acılarını da duyumsayabildiği için değerliydi. Ölüm haberi yayıldıktan sonra günlerce ardından bir tek kişinin iyi bir söz etmediği, hayat boyu statüsünü, gücünü, erkekliğini suistimal etmiş bir başka erkek ünlünün aksine, onu az çok tanıyan kimse ardından bir tek kötü söz etmedi. Hayatı çok seven ama dünyaya alışamamış, dünyayı dönüştürmeye çalışan güzel bir kalp, uyumsuzluğunun ışığını üstümüze bırakıp gitti. Yattığı yer incitmesin.

[1] Söyleşi linki: https://www.youtube.com/watch?v=o91JmxS7cdM


Zehra Çelenk Kimdir?

Senarist ve yazar. Şiirleri erken yaşlarda Türk Dili, Yeni İnsan, Mavi Derinlik, Broy gibi dergilerde yayımlandı. Üniversitede okurken çeşitli dizilerin yazım ekiplerinde yer aldı. Dizi yazarlığının yanı sıra reklam metinleri, müzik videoları, tanıtım filmleri kaleme aldı. Senaryo seminerleri verdi. Lisans ve yüksek lisansını tamamladığı Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon, Sinema Bölümü'nde 2007-2014 yılları arasında Televizyon Yazarlığı dersini verdi. 2007- 2008'de TRT 1'de yayınlanan Yeni Evli adlı 175 bölümlük günlük komedi dizisinin proje tasarımını, başyazarlığını ve süpervizörlüğünü yaptı. 2011'de, öykü ve senaryosunu yazdığı Hayata Beş Kala adlı dizinin yapımcılığını üstlendi. Seyyahların İzinde ve Anadolu'da Zaman gibi TV belgesellerinde de yapımcı olarak görev aldı. Öykü ve senaryosunu yazdığı, 2014'te Fox TV'de yayınlanan Ruhumun Aynası adlı dizisi, 2015'te Artemis'ten aynı adla yayımlanan ilk romanına ilham oldu. Türkiye'de bir diziden romana uyarlanan ilk eserdir. İstanbul'da yaşıyor, TV- sinema işleri ve edebiyatla uğraşıyor.