YAZARLAR

Geisser ve Cezayirli Kara Ayaklar

Müslümanlar kendi topraklarında Hıristiyan azınlıklara tahammül etmiyorlar, ama Fransa’ya yerleşmeyi hak görebilmekteler. Bir Fransız, İspanyol liman işçisi Cezayir’e yerleştiğinde sömürgeci, elit, işgalci oluyor. Ama Cezayirli bir yatırımcı Fransa’ya yerleştiğinde böyle olmuyor.

Tartışmalı bir isim olan Vincent Geisser Türkiye’de İslamofobi adlı kitabıyla(1) tanınan Fransız sosyolog ve Arap kültürü uzmanı. Aynı zamanda Fransız oryantalizmi geleneğinden çokça rastladığımız, elinde nargilesiyle poz vermeyi seven Arap/İslam kültürü hayranlarından biri. İslamofobi adlı kitabı 11 Eylül olayının ardından yaşanan travma sonucu Fransa’da yaşanan Arap/İslam karşıtlığını inceliyor. Gerçi kitap güncel sayılmaz; zira yazıldığı tarih olan 2003’ten bu yana çok şey değişti. O dönemlerde Fransa’da İslami radikalizm ve şiddet daha ziyade dünya gündemi üzerinden tartışılmaktaydı. Toulouse Sinagogu saldırısı (2012), Charlie Hebdo ve Paris’te 13 Kasım olayları (2015), Nice’de 14 Temmuz Bayramı katliamı (2016) gibi olaylar henüz yaşanmamıştı.

Fransızlar radikal İslamcı grupların eylemlerine henüz yabancılardı. Toulouse Sinagoguna yapılan saldırı -bu tür eylemler geçmişte solcu Filistinliler tarafından da yapıldığından- başlangıçta Arap-İsrail kavgasının devamı olarak görülmüş ve Yahudi karşıtlarınca da umursanmamıştı. Charlie Hebdo olayında benim de daha önceki bir yazımda dile getirdiğim üzere kamuoyunun bir kesimi -Papa bile- Müslümanların değerlerine saygı duymadıkları gerekçesiyle karikatüristleri suçlamıştı. ‘Onlar da insanları tahrik edecek karikatürler çizmeselerdi’ denildi. Ama 13 Kasım 2015’te Suriye’de eğitim almış bir grubun barları, futbol izleyicilerini ve bir metal müzik konserini hedef alarak 130 kişiyi öldürmesiyle radikalleri ‘tahrik’ eden unsurların hayli geniş bir alanı ve modern Batı kültürünün bütününü kapsadığı da netleşmiş oluyordu. Ardından Fransızların ulusal bayramı olan 14 Temmuz günü 80 kişinin öldürüldüğü Nice (2016) katliamı da bu duyguyu pekiştirdi. Böylece Fransız halkı, gündelik yaşamın bütününün hedef alındığı bir tehditle karşı karşıya olduğuna ikna oldu.

Neyse bu olaylar öncesinde yazılmış bir metin olarak Geisser’in eseri konuya ancak nostaljik açıdan yaklaşanlar için anlam ifade ediyor. Gene de tarihsel meselelerin başlangıçta nasıl algılandığına dair bence iyi bir örnek. Geisser metin boyunca Avrupalıların Müslümanlardan neden ‘korktuğuna’ değinmiyor. Zaten bu durum bence İslamofobi eleştirmenlerinin düştüğü temel yanılgı noktası. Hatta Reis-i Cumhur sürekli olarak İslamofobinin bir insanlık suçu olduğundan ve anti-semitizm gibi yasaklanması gerektiğinden söz ederken de benzer bir hataya düşmekte. Anti-semitizm Yahudilere dönük nefret ve ayrımcılığı ifade eden bir terim. Oysa İslamofobi, araknofobi, akrofobi gibi duygusal bir durumu da çağrıştırıyor. Korku ve endişeler kanunlarla engellenebilecek olgular değil. Bunların ‘sağaltımını’ başka alanlarda aramak lazım.

Eğer İslamofobi Müslümanlardan duyulan korkuyu yansıtıyorsa bu korkunun kaynakları incelenmeli. Geisser’in satır aralarında Fransız tarihindeki Arap/İslam korkusuna değinilse de bunlar yüzeysel olarak ele alınmış. Halbuki bu kıstaslar Fransız tarihi açısından önemli. Bilindiği üzere İberia üzerinden gelen Araplar 732 tarihinde neredeyse Paris’e ulaşmak üzereyken Puvatya (Poitiers) Savaşında Frank Generali Şarl Martel tarafından yenilgiye uğratılmışlardı. Şarl Martel milliyetçi Fransızlar için bugün de kurtarıcı bir simge olmaya devam ediyor. Mesela meşhur bir karikatürde Şarl Martel Fransa’yı ‘istila Eden’ göçmenleri durdurması için yardıma çağrılmaktaydı.

"Uyan Şarl Martel!" Göçmen karşıtı bir karikatürde Frank generali yardıma çağrılıyor.

Geisser’in kitabında ise pek tarih yok. Yani Fransız olmanın anlamı ve Müslüman karşıtı duyguların şekillenmesinde geçmiş zamanların ruhu hakkında bir yorum okumuyoruz. Örneğin Geisser, İslamofobiklerin, Fransız Müslümanların ulus yerine ümmet fikrine bağlı oldukları iddiasına değinirken(2) bu kaygının tarihsel kökenlerini inceleme gereği duymuyor. ‘Ümmet kimliğine’ duyulan öfkeyi salt İslam karşıtlığına dayandırarak Fransız kimliğinin tarihsel gelişimi hakkında okuyucuyu yanıltıyor. Fransızlar tarih boyunca her türden ümmet kimliğine karşı oldular. Bu Fransız olmanın baş koşuluydu. Aksi halde Ortaçağ ve erken modern dönemler boyunca Katoliklerin kutsal ittifak projelerine direnemezlerdi. İspanya, Almanya ve kısmen İtalya'nın dahil olduğu Kutsal Roma İmparatorluğunun bir parçası olmamak adına Osmanlılarla bile ittifak kurdular. Bu sebeple Fransız halkının tarihsel tecrübesi yurttaşların (Katolik veya İslam) herhangi bir ümmetin parçası olmasını kabul edemiyor. Onların her türlü kimlikten önce Fransız olmasını istiyor. Geisser ise bu tarihsel birikim hakkında bize pek bir şey söylemeden ümmetçilik karşıtlığını sanki Müslümanlar geldikten sonra oluşmuş ve salt İslam’a karşıt bir eğilimmiş gibi sunmakta.

Öte yandan İslamofobiklerin ‘Müslüman Fransızların’ toplu halde ulusa değil ümmete bağlı oldukları iddiası da gerçeği yansıtmıyor. Nitekim Toulouse Sinagogu saldırganı üç Yahudi çocukla birlikte kendisini durdurmaya çalışan üç Müslüman Fransız güvenlik görevlisini de öldürmüştü. Charlie Hebdo saldırısında yaralı olduğu halde yatarken saldırganların başından vurdukları polis memuru Ahmed Merabet veya saldırıda hayatını kaybeden dergi editörü Mustafa Urrad, Fransız Müslümanlarının tamamının Fransız kimliğine uyum sorunu yaşamadığının açık kanıtları arasında sayılabilir. Bu açıdan İslamofobikler Fransa’da yaşayan 5 milyon ‘Müslüman kimlikli’  birey arasındaki çeşitliliği es geçerek gerçekleri saptırıyorlar.

Geisser’e dönersek, ümmet karşıtlığı gibi Fransız kültürünün içine sinmiş olan laiklik duyarlılığının da tarihsel kaynaklarını bu kitapta göremiyoruz. Gerçi hangi sosyolojik incelemede bunları net olarak görüyoruz bilemiyorum. Disiplinlerarası köprüler yıkılıp dar alanda uzmanlaşma yaygınlaştığından beri belirli bir toplumu son beş on yıllık deneyimlere dayandırarak incelemek moda oldu. Halbuki Fransa için laiklik üç beş aydınlanmacının topluma dayattığı bir programdan öte bu toplumun varlık sebebidir. Fransa Katolik-Protestan çekişmesinin diğer Avrupa ülkelerine göre en uzun sürdüğü ve çok kanlı sonuçlarla yaşandığı bir ülke. O nedenle din ve inancın bölemeyeceği bir ulus projesi yaratma konusunda uzun süre kafa yorulmuş bir coğrafya. Ayrıca laiklik Fransızlar için Katolik dünyaya katılmama, onun içinde erimeme, Papalıktan bağımsızlaşma çabasından da beslenmekteydi. O nedenle yazarın Fransızların ‘laiklik’ takıntısı konusundan daha derin bilgiler vermesini beklerdik. Katolik dünya içinde erimemek için bin sene mücadele vermiş bir ülkede Müslüman dünya içinde erimeme reaksiyonunun doğuşu bu açıdan incelenmeliydi.

Zaten temel kavga da bu. Fransız aydınları anti-İslam tavırlarında kendilerini gayet hakkaniyetli ve eşitlikçi olarak görüyorlar; zira aynı kavgayı Katolik kilisesine, Hıristiyan simgelere karşı da vermişlerdi. Liberaller ve Müslümanlar için ise Fransız aydını, Katolik kilisesine karşı mücadele vermeli ama İslam’a bir azınlık dini olduğu için koruyucu davranmalı. Konu tıpkı Marx’ın Yahudi Sorunu adlı kısa metninde açtığı tartışmayı anımsatmakta. Marx’a göre Yahudilerin eşitlik talepleri sistem içinde karşılanabilirdi. Ancak Yahudiler eşitlik değil ayrıcalık talep etmekteydiler. İşte mesele burada kilitlenmekteydi.(3) Eşit yurttaşlar olarak bir topluluğa katılmak kaçınılmaz olarak toplulukların kendilerine has bazı kurallarından feragat getiren sonuçlar doğurur. Bu sebeple mesele Amerika’daki siyahilerin eşitlik talepleriyle mukayese edilemeyecek derecede karışık. Siyahlar, beyazlar hangi hakka sahipse aynılarının kendilerine de tanınmasını istiyorlardı. Aslında beyaz olmak istiyorlardı da diyebiliriz. Oysa Avrupalı Yahudiler ve Müslümanların (en azından bir bölümünün) meselesi Avrupalılarla ‘eşitlenmekten’ ziyade kendilerine has dünya algılayışlarının yeni şartlarda da sürdürülebilmesi ayrıcalığının tanınması.

Geisser bu kitlenmenin nasıl çözüleceği hakkında bizi aydınlatmıyor. Fransız entelektüeli olabilmeniz için her durumda Fransızları haksız görmeniz gerektiği geleneğinden yola çıkarak karşılıklı nefret ve güvensizlikten dolayı her durumda Müslümanları haklı; Fransızları haksız buluyor. Fransızları, Müslüman Arapları doğru anlamak için adım atmaya davet ediyor ama o adımı karşı tarafın da atıp atmayacağı üzerine bir kelam etmiyor. Mesela söz ettiği ilginç bir olay var. Evry’de Müslüman bir girişimci bir süpermarketi satın alıyor ve burada domuz eti ile alkollü içki satılmasını yasaklıyor. Kentin sosyalist belediye başkanı da yetkisini kullanarak bu ürünleri yeniden raflara koydurtuyor. Belediye Başkanı Fransa’da Müslümanlara veya Hıristiyanlara ayrı market uygulamasına izin vermeyeceklerini bunun sonucunun gettolaşma olacağını söylüyor. Hangi taraftan baktığınıza bağlı olarak değişkenlik gösteren bu dayatma örneği hakkında Geisser yorum yapmamayı tercih ediyor.

Halbuki bu getto konusu incelemenin temel noktası olmalıydı. Zira Avrupa tarihinde Yahudilerin tarihiyle özdeşlemiş olan getto kavramı her zaman sadece Hıristiyan çoğunluğun Yahudi azınlığa reva gördüğü bir baskı unsuru olarak ele alınmıştır. Ancak hakikat biraz daha karmaşık. Tarihsel veriler gettoda yaşama tercihlerinin Roma İmparatorluğu zamanlarından beri Yahudiler içinden de geldiğini gösteriyor. Örneğin Hellenistik dönemde ve Roma çağlarında hahamlar, Yahudi halkına pagan veya Hıristiyan çoğunlukla karışmamaları, onlarla evlenmemeleri, birlikte yemek yememeleri, onların tiyatrolarına, at yarışlarına vb gitmemeleri yönünde baskı kurmaktaydılar. Hahamlara göre bir Yahudi ile Romalı aynı hamama, berbere vb dahi gitmemeliydi. Yani gettolaşma eğilimleri çift yönlü işlemekteydi. Hellen kültürüne sempati duyan, araba yarışına veya tiyatroya gitmek isteyen Yahudiler kendi toplulukları içindeki gelenekçilerin baskısı altında kalıyorlardı. Anadolu’da Hellenistik/Roma dönemi tiyatrolarında üzerinde ‘Yahudilere aittir’ yazıları hâlâ duran localara rastlanıyor. Yani tiyatro veya gladyatör dövüşü izlemek isteyen Yahudilere, diğer seyircilerle karışmamaları için özel yerler tahsis edilmiş. Bilim dünyası yüz yıldır bu özel yerlerin nasıl yorumlanacağını tartışmakta. Yahudilere ayrılmış localar bir ayrımcılık simgesi miydi; yoksa ayrı loca ‘inançsızlarla’ (gentile) yan yana gelmek istemeyen Yahudilerin kendi talebi miydi? Bu özel localar acaba tiyatrolara veya hipodromlara gitmeyi yasaklayan hahamların baskısı altındaki spor ve tiyatro sevdalısı Yahudiler için bulunmuş bir ara formül müydü? Böylece hem oyunları izleyebiliyor hem de hahamların gönlünü yapmış mı oluyorlardı?

Burada ‘pozitif ‘ mi yoksa ‘negatif’ mi bir ayrımcılıkla karşı karşıyayız bilemiyoruz. Benzer şekilde Avrupa’da Müslüman öğrenciler için bizzat aileleri tarafından talep edilen ayrı kantinler, menüler, okul kıyafetleri, ayrı yüzme havuzları vb. 100 yıl sonra tarihçiler tarafından nasıl yorumlanacak acaba? Bunlar ileriki asırlarda ‘pozitif ayrımcılık' olarak mı görülecek yoksa dışlama-gettolaştırma olarak mı yorumlanacak? Bunların cevabı gelecek yüzyıllarda verilebilecek.

Geisser Müslümanların aynı kültür dünyasında yaşamakta olan toplu bir cemaat olarak şalvarlı, sarıklı, sakallı imajlar üzerinden karikatürize edilmesine ve bu giyim kuşam içindeki insanlar üzerinden yürütülen sonuçsuz polemiklere dönük eleştirilerinde haklı.(4) Zaten aradan geçen zaman zarfında Fransızlar da iyi derecede Fransızca bilen, eğitimli dış görünüş itibariyle modern radikallerle de tanıştılar. (5) Öte yandan Geisser İslamifobiklerle mücadelesinde hakikaten bu alandaki en zayıf örnekleri seçerek ilerlemiş. Kitap, İslamifobinin salt Müslümanları -artık her ne gerekçeye dayanıyorsa- bir şekilde tehlike olarak gören popüler yazar çizer ve siyasetçilerin seçmenlerini, okurlarını galeyana getirme amaçlı metinleri üzerinden ilerliyor. Seçtiği örneklerin hemen hiçbiri de Arap/İslam tarihi ve kültürü uzmanı olmadığından Geisser onlardan yaptığı alıntılar üzerinden bolca haklı çıkıyor. Bu arada kendisi de Arap/İslam tarihi hakkında bir uzmanlık belirtisi de göstermediğinden metin Büyük Friderich’in Osmanlı-Rus savaşı için söylediği ‘körler ile tek kolluların muharebesi’ tanımını andırmakta...

Geisser’in empati yoksunluğunun diğer örneği de Cezayir’den sürülen Katolik halkın yazgısı üzerine yaptığı yorumlar. Gerçi ben bu konu hakkında Türkiye solu da dahil olmak üzere çok geniş bir aydın kesimin özeleştiri yapması gerektiği düşüncesindeyim.

 1960’ta Cezayir bağımsız olduğunda yüzyıllardır bu ülkede yaşayan ve kendini artık Cezayirli olarak gören Fransız, İtalyan, İspanyol vb kökenli Pied-Noir (Kara ayak) denilen 1 milyon Katolik (nüfusun yüzde 10’u) ve 130 bin kadar da (yüzde 1,3) Yahudi vardı. Ama Katolik ve Yahudi Cezayirliler, Cezayirli Arapların gözünde “milli” insanlar değildi. Onlara dönük her türlü tedhiş, baskı meşruydu.(6) Cezayir Kurtuluş Savaşı’nı yüceltmek için çekilmiş olan La Battaglia Di Algeri’den sahneler hatırlıyorum. Filmde Cezayir Ulusal Kurtuluş Cephesi (FLN) militanı kadınlar tek ‘suçları’ kafede eğlenmek veya havaalanında uçak beklemek olan sivil insanları çoluk çocuk demeden havaya uçurmaktaydılar. Cezayir Kurtuluş Savaşının öyküsünde tek hedef Fransız askeri değildi. Arap-Müslüman olmayan halk da bu savaşın hedefindeydi.(7)

Halbuki bu nüfus, içinde yoksullar, liman işçileri, proleterler, sonradan Hıristiyanlaşmış Arap ve Berberilerin de yer aldığı karmaşık bir topluluktu. İçlerinde Cezayir mücadelesine sempati duyanlar hatta Cezayir Komünist Partisi militanı olanlar da vardı. Pied-Noirler Albet Camus (1913-1960), Louis Althusser (1918-1990) ve Jacques Derrida (1930-2004) gibi büyük düşünürler yetiştirmiş bir topluluktular. Buna rağmen FLN bu insanları toplu bir şekilde ‘gayrimilli’, ‘sömürge yanlısı’ vb olarak gördü.  Pied-Noirleri vatandaşlığa kabul etme konusunda zorluklar çıkarıldı. 1962’de 800 bin kişi ülkeyi terk etti. Geri kalan 200 bin kadarı ise Cezayir vatandaşı olmak için başvuru yapmalarına rağmen gördükleri baskı nedeniyle yıllar içinde Fransa’ya göç ettiler. Yahudiler de onları takip etmek zorunda kaldılar. 1965’e gelindiğinde ülkede sadece 50 bin Pied-Noir kalmıştı ve sonraki yıllarda onlar da ayrıldılar. Fransız İslamofobikler şimdilerde Cezayir’i terk etmek zorunda kalan Hıristiyanların öyküsünü anımsatıyorlar. Onlara göre Müslümanlar kendi topraklarında Hıristiyan azınlıklara tahammül etmiyorlar, ama Fransa’ya yerleşmeyi hak görebilmekteler. Bir Fransız, İspanyol liman işçisi Cezayir’e yerleştiğinde sömürgeci, elit, işgalci oluyor. Ama Cezayirli bir yatırımcı Fransa’ya yerleştiğinde böyle olmuyor. Fransa’dan çok kültürlülüğe saygı duyması bekleniyor; ama aynı eleştiri Cezayir’e yapılmıyor –ki Cezayir’in ülkenin asıl yerlileri olan Berberilere dönük siyaseti de apayrı bir yazı konusu. Bunlar Fransız sağının yeni argümanları.

Bu eleştiriye dönük kapsamlı bir yanıt Geisser’in metninde yer almıyor. Geisser bu meseleye yüzeysel biçimde değinmekte; ama anladığım kadarıyla bu insanların da doğdukları toprakları terk ederken gerçekten acı çekmiş olabileceklerine inanmamakta ve Cezayir’e dönük özlemleri sadece jeopolitik açıdan güçlü çağlara duyulan politik bir nostalji olarak görmekte. Halbuki Pied-Noirler arasında yapılan araştırmalar Cezayir’den ayrılmak zorunda kalmalarından sonra bu insanların büyük bir kültür şoku geçirdiklerini, Fransa’da uyum sorunu yaşadıkların, kendilerini Fransa’da ‘yabancı’ addettiklerini, Cezayir’i daima vatanları olarak görmeye devam ettiklerini göstermekte.(7)

Sonuç olarak fobiler dünyasından sıyrılmanın bir yolu da empatiden geçiyor diyebiliriz.

NOTLAR:

(1) Vincent Geisser,  La Nouvelle İslamophobie La Découverte, 2003. Türkçesi: İslamofobi,  (kitabın kapak tasarımından editörüne kadar herkesin adı var ama çevirmeninin adı yazılmamış), Mavi Ufuklar, İzmir, 2010.

(2) Geisser, age, s.99.

(3) K. Marx, Yahudi Sorunu, çev. Niyazi Berkes, Sol, Ankara, 1997.

(4) Geisser, age, s.30.

(5) Ben de bunlarla çokça tanıştım. Charlie Hebdo saldırısına dair haberleri bir kafede izlemekteydim. Hemen yanımdaki masada mini etek giymiş, 17-18 yaşlarında ‘modern’ görünümlü genç bir kız oturmaktaydı. Haberlerde sunucu ‘Hazreti Muhammed’le alay eden karikatüristlerin öldürüldüğünü’ söylemekteydi. Genç kız bana dönerek “Çok iyi yapmışlar ağabey, iyi ki hepsini öldürmüşler. Peygamber Efendimize dil uzatanların sonu böyle olmalı” dedi.  Ben ‘Yanlış bir şey yapmış olabilirler ama sence karşılığı bu mu olmalıydı’ diye sorduğumda, bana yaşamın boyunca unutamayacağım şu cevabı verdi. “Ağabey, bu hayatta en sevdiğim insan babamdır. Ama babam dahi Peygamberimize dil uzatsa onu da öldürürüm”. 

(6) Film FLN’nin İslamcılara papuç bırakmayan katılığı hakkında da ipuçları vermekteydi. FLN militanı ve filmin kahramanı olan sert adam boş zamanlarında kumar oynayıp sigara içenleri tokatlıyor, alkolikler merdivenlerden itilip cezalandırılıyorlardı. Bu filmi izledikten sonra Cezayir’in neden 1990’larda bu denli kanlı bir içsavaşa sürüklendiğini daha iyi anlıyorsunuz

(7) Amy L. Hubbell, Remembering French Algeria: Pieds-Noirs, Identity and Exile, University of Nebrasca Press, 2015


U. Töre Sivrioğlu Kimdir?

1980 yılında Gönen'de doğdu. Ege Üniversitesi'nde arkeoloji bölümünden mezun oldu. Arkeoloji alanında yüksek lisans ve tarih alanında doktora eğitimi aldı. Türkiye'nin çeşitli illerinde ve İran, Özbekistan, Afganistan gibi ülkelerde kazı ve araştırma projelerine katıldı. İran, Bizans, Osmanlı/İslam sanatı ve arkeolojisi üzerine çeşitli araştırmaları yayınlanmıştır. Arkeoloji ve tarih temalı atölyeler yapmaya devam etmektedir.