Geçmişten günümüze ölü gömme adetleri

Doç. Dr. Ahmet Uhri ile yeni kitabı 'Anadolu’da Ölümün Tarihöncesi'ni konuştuk. Uhri, "Ölü gömme dini ideolojilerin ortaya çıkmasıyla başlamıştır ya da dini ideolojiler ölü gömmeyle başlar" dedi.

Google Haberlere Abone ol

İZMİR - Doç. Dr. Ahmet Uhri’nin kaleme aldığı 'Anadolu’da Ölümün Tarihöncesi' okurlarıyla buluştu. 'Anadolu’da Ölümün Tarihöncesi', şimdiye kadar özellikle yeme içmenin tarihçesi konularında çok sayıda makale yazan Ahmet Uhri’nin uzun bir aradan sonra yayımlanan beşinci kitabı.

Sakin Kitap Yayınları’ndan çıkan eser, Ahmet Uhri’nin doktora tezinden ürettiği bir çalışma. Kitap, “Ölü gömme gelenekleri ve kökenleri” üzerine çalışan bilim insanlarının devam etmekte olan kazı ve araştırmaları hakkındaki değerlendirmeleri bir araya getirirken, insanlığın geçmişten günümüze kadarki süreçte uyguladığı ölü gömme adetlerini okuyucuya sunuyor.

Kitabın ölüm üzerine felsefi görüşleri barındırmadığını söyleyen Uhri, ölüme nasıl karşı durulabileceği ya da ölüme karşı insanın tavrının ne olacağının bu çalışmada yer almadığını belirtiyor. Ölüm üzerine konuşmak ya da yazmanın genellikle felsefecilerin ya da teologların işi olarak kabul edildiğini ifade eden Uhri, “Ölüm üzerine konuşulduğunda ya da araştırma yapıldığında arkeologların da söyleyecek bir çift sözü var elbette. En azından tarihöncesi dönemden başlayarak insanlığın ölüme karşı geliştirdiği edimler üzerine konuşmak sanırım en çok arkeologların hakkı” diyor.

Doç. Dr. Ahmet Uhri

‘ADET DAHA ÇOK YEREL ÖLÜ GÖMME UYGULAMALARIDIR’

İsterseniz şöyle başlayalım: Ölü gömme geleneği ve ölü gömme adeti arasındaki fark nedir?

Adet ve gelenek kavramlarının kapsayıcılığı üzerinden ölü gömme olgusuna bakıldığında özellikle arkeolojik açıdan tarihöncesi çağların topluluklarında coğrafi olarak çok geniş alanlarda bir geleneğin söz konusu olduğunu biliyoruz. Ancak yerel olarak küçük farklılıkların bulunduğu saptaması yapılabiliyor. Kısacası yerel olarak kalan bu küçük farklılıkları barındıran uygulamaları adet olarak nitelendirirken, çok geniş alanlarda, çok farklı kazılardan benzer uygulamaların bulunmasını ise gelenek kavramıyla karşılamak olasıdır. Ki ben de kitabımda bunu yaptım ve bu sorunun çok daha uzun bir açıklaması için okuyucuların kitaba bakmalarını rica edeceğim.

Ancak bu konuda yapılan adet ve gelenek tanımlamaları sadece bana ait değil. Antropolojiyle ilgilenenler veya etnoloji konusunda çalışanlar zaten bu tanımları kullanır. Benim ölü gömme uygulamaları konusunda yaptığım, sadece bu iki tanımı yani adet ve gelenek tanımlarını konuya adapte etmek oldu. Unutmadan eklemeliyim ki bu kitap aslında benim doktora tezimden ürettiğim bir çalışma ve tezin teorik kısımlarının oluşturulabilmesi için öncelikle kullanılan terminoloji üzerinde bir uzlaşı gerektiğinden adet ve gelenek üzerinde durulmuştur. Ölü gömme uygulamaları konusunda daha önceden yapılmış Türkçe çalışmalarda çoğunlukla adet kavramı üzerinde durulmuş hatta yayınlanan iki kitabın adında da adet sözcüğüne yer verilmiştir. Oysa adet daha önce de belirttiğim gibi daha yerel veya lokal ölü gömme uygulamaları için kullanıldığında sanki daha doğru bir kullanım oluşuyor. Elbette bu konuda eleştirileri olanlar da olabilir.

‘ÖLÜNÜN ARDINDAN MEZARA ÇİÇEK KOYMANIN TARİHİ ÇOK ESKİ’

Ölüm olgusuna dair bugün gelenekselleşmiş pek çok ritüeli tarih öncesi dönemlere kadar götürmek mümkün mü? Arkeolojik çalışmalar bu konuda bize neler söylüyor? Tarih öncesinde yaşayan insanla günümüz insanının düşünüş biçimi arasında bir fark yok diyebilir miyiz?

Fark daha çok teknolojide ve bazı uygulamaların anlamlarının değişmiş olmasında. Onun dışında gerçekten arada çok büyük fark yok. Örneğin ölünün bedenindeki bütün deliklerin tıkanması, dışarıya açık bölgelerin kapatılması esas olarak ruhun içine girecek bir beden bulamayıp öteki dünyaya huzur içinde ulaşması inancıyla ilgiliyken, sonrasında bazı anlam kaymalarına uğramış ancak devam edegelmiştir.

Ayrıca ritüel olarak yapılan birçok uygulamayı Orta Paleolitik’in Şanidar Mağarası’ndan başlayarak görmek olası. Üzerinde tartışmaların devam ettiği ve uzlaşının sağlanamadığı bir uygulamayı burada örnek vereyim. Bugün Irak topraklarında kalan ve 1956 yılında ilk kazı çalışmalarının yapıldığı Şanidar Mağarası’nda bulunan, etrafı taşlarla çevrilerek koruma altına alınmış ve çiçeklerle birlikte gömülmüş, olasılıkla bir Şaman’a ait mezar bu konuda tarihöncesinden günümüze ışık tutar. Ölünün ardında mezara çelenk, çiçek gibi şeyler konulmasının kökenlerini bu nedenle çok daha eskiye götürmek olası. Bugün anlam kaymalarına uğramış bunun gibi birçok uygulama var. 

‘DİNİ İDEOLOJİLER 40-60 BİN YIL ÖNCESİNE DAYANIYOR’

Kitabınızın bir bölümünde ölü gömme uygulamaları arasındaki farklılıkların aynı zamanda dini ve kültürel farklılıklara da tanıklık ettiğini söylüyorsunuz. Bu bağlamda dinsel ideolojilerin çıkışına ilk kez ne zaman tanık oluyoruz? Ölü gömmenin dinle bağlantısı konusunda neler söylersiniz?

Ölü gömme aslında dini ideolojilerin ortaya çıkmasıyla başlamıştır ya da tam tersi dini ideolojiler ölü gömmeyle başlar. Kısacası ikisi arasında matematikteki “çift gerektirir” işaretiyle gösterilecek bir durum söz konusudur. Bunu da Orta Paleolitik çağa kadar geri götürmek mümkün. Sosyal Antropolog Pascal Boyer’nin bu konuda yazdıkları aslında bu çalışmayı hazırlarken benim için yol gösterici oldu. Kendisi dini ideolojilerin doğasını incelerken dünyadaki bütün dinlerin üç ortak yönünden söz eder. Bu ortaklığın da en küçük kabile dinlerinden tek tanrılı semavi dinlere kadar aynı şekilde gerçekleştiğini belirtir. Bu üç ortak yön şunlardır:

  • Bir öteki dünya kavramının şu veya bu şekilde bütün dinlerde olması.
  • Bu öteki dünyayla iletişim kuran birilerinin varlığına inanmak ki bunlara bugün antropolojik olarak büyücü, rahip, şaman, peygamber gibi isimler verilir.
  • Üçüncü ortak nitelik de ritüellerin doğru yerine getirilmesi ve hiçbir değişiklik yapılmadan sonraki kuşaklara aktarılmasıdır. Örneğin duayı doğru okumak, namazı eksiksiz kılmak veya çok tanrılı dinler için belirtilecek olursa yapılan ritüelin eksiksiz ve doğru, yani kuralına uygun yapılmasıyla doğal dünyada bir değişiklik olabileceğine inanmak hep bu üçüncü ortak nitelikle ilgilidir. Ayrıca bu ritüellerin yazılı çağlardan itibaren metin olarak varlığının korunması ve gelecek kuşaklara bırakılması nedeniyle, en erken yazılı metinlerden itibaren hiç hataya ya da propagandaya yer vermeyen ve doğru yazıldığından emin olabileceğimiz metinlerin bunlar olabileceği de belirtilebilir.

Sonuç olarak dini ideolojilerin ölü gömme uygulamaları ile başladığı ve sonrasında gündelik hayatın çok geniş alanlarında yer bulduğu, mitoloji, hikâye veya diğer söylemlerle geliştiği ve bunun 40 ile 60 bin yıl öncesinden beri böyle olduğu söylenebilir. Bu durumda Ahmet Arslan hocanın belirttiği gibi topluluklar, uluslar, halklar veya aklınıza gelecek her türlü cemaat bilgiyle değil inançla, söylencelerle, hikâyelerle, masallarla ve mitolojilerle kurulur.

Anadolu'da Ölümün Tarihöncesi - Bir Geleneğin Oluşum Süreçleri, Ahmet Uhri, 228 syf., Sakin Kitap, 2021.

Yine kitabınızın “geçiş ritüelleri” bölümünde mezarlara bırakılan ölü hediyelerinin somut olarak öteki dünya kavramının bir kanıtı olabileceğinden söz ederken, insanın ölülerini gömmeye başlaması ile ruh ve Tanrı’nın ‘keşfi’ anlamında temel bir bağ kuruyorsunuz. Bu bir yönü ile arkeolojik bir tespit ama bir yönü ile de felsefi aslında. Bu konuyu okuyucularımız için biraz açabilir miyiz?

Felsefi anlamda temel soru aslında tanrı kavramının bir keşif mi icat mı olduğu olmalı. Bu soruya verilecek olası yanıtlar inanç ve akılla ilgilidir. Sonrasında aynı soru ruh ve din kavramları için de sorulabilir ki bütün bu soruların en temeli aslında bir öteki dünyanın icadı üzerine kuruludur. Örneğin ruh sözcüğünün yaşayan ya da ölü bütün dillerde uçucu bir kavramla etimolojik olarak bağlı olması ruhun bir icat olabileceğinin ve son solukla insan bedenini terk eden canlılık ilkesinin de aynı şekilde düşünülebileceğinin göstergesidir. Buna İngilizce veya Almanca ruh anlamına gelen sözcüklerin etimolojisi en iyi örnek olmakla birlikte Türkçedeki nefes ve ruh sözcükleri de örnek verilebilir. İnanmıyorsanız gidip herhangi bir etimoloji sözlüğüne başvurabilirsiniz.

“Ölünce son nefesini vermek” deyiminde olduğu gibi son nefesle birlikte uçup öteki dünyaya ulaşan bir ruhunuz var. İşte bu tam bir inanç... Zira ruhun varlığını en azından doktora düzeyinde ve sitasyon indeksli hakemli bir bilimsel dergide yazılmış bir makale ya da kitapla kanıtlayabilen kimse olmamıştır. Ancak inançla ilgili bu konuda din kitaplarını referans alarak yapılan yorumları hariç tutmak gerek. Zira bunlar zaten bilimle değil inançla ilgili. Bunun yanı sıra saçma sapan popüler astroloji dergilerinde yazılanları ise hiç saymıyorum.

'ÖLÜYE ANA KARNINDAKİ POZİSYONUN VERİLMESİ YENİDEN DOĞUŞU SİMGELİYOR'

Anadolu ve yakın çevresinde kullanılan gömme tipleri içinde hoker (ölünün bacakları karnına doğru çekik) gömü hakkında ne tür bilgilere sahibiz? Sizce ölüye ana karnındaki pozisyonun verilmesinin ardında yatan sebep yeniden doğuş sembolü olabilir mi?

Çok büyük olasılıkla yeniden doğuş inancı ile ilişkili. Yine büyük bir olasılıkla ölü bir hamile kadının karnındaki bedenin fark edilmesi bu türden uygulamaların başlangıcını oluşturuyor olabilir. Aslında hoker ve dorsal yani düz biçimde yatırma arasında gerçekten de inanç biçimi olarak çok fark var. Ayrıca kültürel olarak da bu farklılık en azından Erken Tunç Çağı Anadolu’su için belirtilebilir. Ölü gömme uygulamaları farklı olan toplulukların, maddi kültür öğelerinden mimarilerine kadar birçok konuda farklı oldukları hatta farklı etnik kökenlerden geldiklerini bile belirtmek mümkündür.

'BÜYÜK KÜPLERİN İÇİNE ÖLÜLERİN KONULMASI EN İLGİNÇ YÖNTEM'

Son olarak; Anadolu’da ölümün tarih öncesini düşündüğünüzde sizi en çok etkileyen ölü gömme şekli nedir?

Bence kendi ölü gömme şeklim en etkileyicisi. Öldükten sonra başıma gelecekleri kitabın sonunda bir öykü biçiminde yazarak nasıl gömülmek istediğimi de anlattım. Ancak Batı Anadolu Erken Tunç Çağı gibi bir coğrafya ve zaman diliminden yani günümüzden yaklaşık 5 bin yıl öncesinden bize kalan ölü gömme yöntemleri arasında pithos gömüler bir diğer deyişle pişmiş topraktan yapılmış büyük küplerin içine ölünün konulması bence çok ilgi çekici bir gömme biçimi.

Bu gömme biçimi kültürel olarak izlendiğinde Orta Anadolu Neolitik döneminin en önemli yerleşimlerinden olan Çatalhöyük’teki sepet gömülere kadar ulaşılabilmekte. Hasır sepetler içine konulan çocuk ya da bebek cesetleri kazılarda sepetler organik olduğundan çürüyüp kaybolmuş olsa bile bulundukları yerdeki toprağa çıkan dal örgü şeklindeki izleri sayesinde bulunabiliyor. Ayrıca unutmadan eklemek gerekiyor ki pithos veya pişmiş toprak bir kabın içine ölünün konulup defin işleminin bu şekilde gerçekleştirilmesi için öncelikle çanak çömleğin icat edilmiş olması gerekir. Bu da bir çıkarsama olarak bu türden gömülerin çanak çömlekli Neolitik dönemden sonra ortaya çıkmış olabileceklerini akla getirir. Her ne kadar çanak çömleksiz Neolitik dönem ve öncesinde Çatalhöyük’te olduğu gibi organik maddelerden yapılmış sepet benzeri materyallerin içine gömü yapılmış ve bu uygulama çok eski çağlardan beri biliniyor olsa bile çanak çömleğin dünya üzerinde varlığı yepyeni bir şey olduğu için o eski uygulamaların pişmiş toprak kökenli kaplara uygulanması yeni inanç biçimlerini ortaya çıkarmış olabilir.

Bunun yanı sıra büyük pithoslara yani küplere doğru bir geçişin olabilmesi için bu büyük küplerin yapımını gerektirecek bir ekonomik gelişim de gereklidir. Bugün inanç olarak tanımladığımız birçok tarihöncesi uygulama kanımca gündelik hayatın dayatmalarına karşı geliştirilen edimlerden türemiştir. Örneğin ürün fazlası olmasa yani artı ürün olmasa depolama olmazdı. Depolama için kullanılan çömlekler de bir süre sonra giderek daha büyük kaplara evrilmiştir. Bunun kanıtı Neolitik dönemin erken evrelerinde pithos üretiminin olmamasıdır. Dolayısıyla insanın ya da insan topluluklarının ekonomik olarak gelişmişliğine koşut olarak yeni teknolojiler geliştirmeleri, yeni buluşlar yapmaları veya var olanları daha öteye taşımaları pithos gibi büyük kapların yapımında da karşılığını bulmuş gibi görünüyor. Elbette bunun topluluğun ruhani dünyasına da bir yenilik getirdiği söylenebilir.