Ali'yi öldürenler nerede? Sorguda?

#AliyiÖldürenlerNerede'ye karşı hemen #PolisiminYanındayım paylaşımları başlatılmıştır. Neler olduğu, neden öldürdüğünün hiçbir önemi yoktur. Bir cinayet sadece hızlıca bir taraf seçmenin aracı haline getirilmiştir. Öte yandan Twitter'ın sınırlı karaktere izin verişi, gönderi akışının hızlı oluşu gibi etmenler oranın bir "kanaatler" mecrası olarak kullanımına uygundur.

Google Haberlere Abone ol

Sezgin Çiftçi*

Nerede oldukları çok iyi biliyoruz esasen. Bunu yapanı da azmettiren sistemi de iyi tanıyoruz. Ama elbette bu yeterli değil. Birilerine bu olayı ayrıntısıyla anlatmak gerek; onlarla saf gerçeklikler, somut deliller üzerine konuşmak gerek. İnsanın yaşama hakkı gibi, beden bütünlüğünü koruma hakkı gibi temel hakların dahi hükmünün olmadığı yerde, ayrıntılar üzerinde gereğinden daha fazla durmak gerek.

Bu her ayrıntının, her küçük detayın üzerine uzun uzadıya kafa yoran Sherlock Holmes titizliğine sahip insanların erdemiyle mi alakalı, yoksa insan yaşamının biricikliğini savunanları saçma sapan bir tartışmaya çekmenin zevki mi? Bir çocuğun öldürülmüş olmasından daha önemli olan tartışma, bunun ekmek almaya giderken mi yoksa taş atarken mi olduğudur. Ölüm tam anlamıyla içeriği boşaltılarak dikkate alınır. Ancak tam tersi bir şekilde eğitimde ölen veya komutanın silahıyla intihar eden bir asker için "neden komutanın silahıyla intihar etmiş?" sorusu sorulmaktan men edilir. Kuşkusuz burada soru sormanın kurucu bir işlevi ortaya çıkar. "Soru sormak" kendi başına değil ama buradaki şekliyle ya muhatabını birbirine zıt görünen iki kategoriden birine yerleştirmeye çalışır ya da muhatabını açıklamanın imkansız noktasına çeker.

Bu noktada soru, sohbetin niteliğini belirler. Bunun en iyi örneklerinden biri Sokratesçi retoriktir. Hatta sırf "soru sorabiliyor olmaklık" üzerine kurulu programlar bulunur; Aykırı Sorular, Soramazsın, BBC HARDTalk vb. programlar. Bu tarz programların hiçbirinde mesele cevap değildir. Mesele sorunun telaffuz öznesinin, telaffuz edilenin kıvranışları üzerinden aldığı gizli hazdır. Diğer yandan genel anlamda burada sorulan sorular fazlasıyla çetrefilli olan bir meseleyi basit ikilikler içinde hapseder. Soruların tonunda "Böyle değil mi?", "Peki siz buna katılmıyor musunuz?" tarzında bir hava mevcuttur. Yani ya içeridesinizdir ya dışarıda, ya siyahsınız ya beyaz. O halde şu söylenebilir: Bir sohbetin başlatılması sadece o konuşmanın düzeyini değil konuşanların konumunu da, seçtikleri tarafı da belirler.

Ulus Baker, Leibniz'in bakış açısı mefhumunu şöyle açıklar; bakış açısı özneye göre bir olayın yorumlanışından ziyade, belli bir bakış açısına yerleşmenin özneyi kurmasıdır. Yani ilk önce gelen bakış açısıdır, sonrasında özne bakış açısı dolayımıyla kurulur. Televizyona çıkarılan biri ilahiyatçı diğeri biyolog iki insanın, Tanrı'nın varlığına dair konuşmasında uzlaşılabilecek herhangi bir nokta yoktur. Bu iki insanın konuşması basitçe iki tarafı temsil etmek üzerinedir. Bu durum doğrudan Ulus Baker'in deyimiyle "olgusal soruları daha derin varoluşsal soruların yerine geçirmek -tabiri caizse- işi yavşatmak"tır (1).

Bugün bunun en iyi örneği muhtemelen Ahsen Tv mikrofonudur. Programın bütün amacı "ateist" ve "terörist" birini bulup arka arkaya soruları sormaya dayanır. Neredeyse her röportajda da "ateist"in karşısına "dindar" biri çıkar ve tartışma boyunca nicelik üstünlüğün niteliğin üstünlüğüne galip geldiği görürüz. Dertleri elbette bir şey anlamak, konuşmak değil had bildirmektir. Ayaküstü cevaplanması imkansız sorular, zaten dinlemek gibi bir derdi olmayan insanlara anlatılır. Burada hata başta yapılmıştır; konuşmayı kabul etmek, cevaplamaya kalkmak hatadır. Mesele onlara bunun anlatılamayacağı ya da zaten onların dinlemek gibi bir derdi olmamaları değil, insanların öyle ya da böyle bir şeyleri anlatabilmek için hiç olmayacak şeyleri savunacak duruma gelmesidir. Onların zevki tam da insanların derdini anlatabilmesinin imkansızlığında yatıyor. Yani Bilal'e anlatır gibi anlatmak Bilal'e bir şey yapmıyor, bu uğraşı verenlere yapıyor. Kaldı ki bir şeyden anladığı da yok...

***

Ali'nin öldürülmesinin hemen ardından olayın üstünün örtülmesinin engellemesine karşı #AliyiÖldürenlerNerede ile Twitter'da paylaşımlar yapılmaya başlanmıştır. Buradaki soru, tanıklığı ifade etmek üzerine ve unutmaya karşı bir yerden kurulmuştur. Tanıklıkta öznenin boş konumu belirleyici bir soru haline gelir. Yani öznenin artık olmayışı, olmayışının konuşulması, daha doğrusu üzerine konuşulası olması sorunsallaştırılır. Ancak tanığın başka bir öznenin (artık orada olmayan) üzerine konuşması olayın kendisini ıskalar. Tanıklık konuşmanın olanaksızlığı ve olanaklılığı arasındaki bu ilişkiler sistemine denir (3).

#AliyiÖldürenlerNerede'ye karşı hemen #PolisiminYanındayım paylaşımları (muhtemelen Aktroller tarafından) başlatılmıştır. Neler olduğu, neden öldürdüğünün hiçbir önemi yoktur. Bir cinayet sadece hızlıca bir taraf seçmenin aracı haline getirilmiştir. Öte yandan Twitter'ın sınırlı karaktere izin verişi, gönderi akışının hızlı oluşu gibi etmenler oranın bir "kanaatler" mecrası olarak kullanımına uygundur. Kanaatler üzerindeki tartışma da bilginin kendisini bir nevi sömürgeleştirir. Yani meseleye dair bir kanaat sunmak, her şey olur (3). Bu anlamda Ali'nin polisten kaçtığını, silah taşıdığını, polisin vurmak zorunda kaldığını savunmak bir vatan borcu ve bekâ sorunu haline gelivermiştir.

Bir insanın öldürülmüş olmasından önce çocuğun nereli olduğu, kaç yaşında olduğu konuşulmaya başlanır. İşin kötü tarafıysa Ali'nin 18 değil, 17 yaşında olduğunu savunmak, polis ateş ettiği mesafenin 20 değil, 3 metre olduğunu savunmak zorunda kalmaktır. Yandaş medya (4) tarafından ortaya atılan bu çarpıtılmış rakamlar, olayın gerçekliğini karartmanın yanı sıra, birinin ölümünü basitçe bir matematiksel soruna indirgenmiştir ve bu olayın tanıkları olanlar, isteseler de istemeseler de bu tartışmaların parçası olurlar.

***

Bir başka mesele tanığın veya mağdurun hukukun ve asayişin öznesi olma halidir. Yaşanan travmatik olayın ardından polise ve mahkemeye verilen ifadelerde, olayın tanığına veya mağduruna olay en ince detayına kadar anlattırılır. Bu detaylı olay tasvirleri hiçbir zaman bir kere olmaz, defalarca tekrarlanır. Mağdurun veya tanığın zihninin bulanık olması, unutması veya artık olayı aşabilmesi imkansız hale getirilir. Kuşkusuz şiddetin mağduru olan insanların yargıya başvurmamalarının önemli gerekçelerinden birisi de adaletin işlemeyeceği ve bu işlememe sürecinde acının sürekli tekrar edeceği/ettirileceği de yer alır. Adaletin işlememesi yas tutmayı, travmayı atlatmayı veya aşmayı engeller. Bir defa yaşanan travmatik olay yıllarca sürüncemede bırakılan mahkemelerde tekrar tekrar sahnelenir.

Tıpkı bedeni sadece bir organizmadan veya bir kadavradan ibaret gören tıp kurumu gibi burada da hukukun nesnesi olan olay, basitçe bir denklem olarak ele alınır: Yaşanan durumun her detayı, denklemin parçalarını kurmak için vardır. Bu anlamda travmatik olanın acısının yerini, mekanik bir anlatı ve denklemin parçaları alır. Daha önce bir olayın içeriğinin yüzeysel olgularla boşaltılması, hukuk tarafından öznenin (tanık veya mağdur) basitçe bir kayıt cihazına, olayın ise yapboz parçalarına indirgenmesi ile neredeyse beraber çalışır.

Pier P. Pasolini'nin Salo ya da Sodom'un 120 Günü filminde (1975) benzer bir nesne kılma süreci ile karşılaşılabilir. Kadın (Bayan Vaccari) çocukken istismar edilişini (elbette bu ona istismar değil, "tahrik edeci hikaye" diyecektir) anlatır. Hikayeyi anlatırken dinleyen erkeklerden biri onu bir anda durdurur ve hikayeyi ayrıntılarıyla anlatmadığını iddia eder (5):

- Hiçbir ayrıntıyı atlamamalısınız! İşe yarar tek kaynağımız buyken nasıl olacak da tahrik edici türdeki hikâyelerinizden ilham alacağız?

Bayan Vaccari ise şöyle cevap verir:

- Sevgili efendim, öyküleri en küçük ayrıntılarına varıncaya kadar anlatmak üzere tembihlendiğimi biliyorum, özellikle de o ayrıntılar insan doğasını ya da özündeki bir çeşit düşkünlüğü aydınlatabiliyorsa.

Bu istismar öyküleri, adeta geçmişteki failden bugünkü (sapkın) faile doğru bir geçiş yapar. Hikâyenin sahibi kadın, bugünkü sapkının arzusunun bir nesnesi kılınmıştır. Her ne kadar filmde belli olmasa da arzunun yeri sırf hikâyenin kendisi değildir, aynı zamanda kadının bunu tekrar yaşamasıdır. Tıpkı geçmişte yaşadığı istismardaki gibi, birinin arzusunun nesnesi olmaktadır. Bu anlamda travmatik bir olay tek başına travmatik değil, yeniden sahnelenmesiyle de travmatikleşir.

Bu bize arzunun kaynağını ötekinin bedeninden elde eden Sadeçı sapkınlığı hatırlatır. Slavoj Žižek, Marguis de Sade'da işkence edilen bedenin yanında ikinci bir beden fantezisinden bahseder(6):

"Bu bağlantıyı daha elle tutulur hale getirmek için Lacan'ın Sade'daki temel fantezi olarak adlandırdığı durumdan söz edebiliriz: Kurbanın kendi bedeninden başka, belirsiz bir süre boyunca işkence edilebilecek, buna rağmen sihirli bir şekilde güzelliğini korumaya devam edecek, göksel bir bedeni daha olduğu fantezisi."

Bu rahatlıkla bugün mahkemelerde yıllarca ölülerinin, kayıplarının, haklarının arayışında olan insanların yaşadığı duruma uyarlanabilir. Yakınlarının ölümlerinin ardında insanlar yalnızca bu kayıplarla kalmazlar, adaletin tecelli etmeyişiyle bu kayıp tekrar tekrar yaşanır. Bu tekrarlar içinde kayıp soyut bir beden olarak bu gelmeyen adaletin şiddetinin nesnesi olur. Daha sonra bu soyut beden gelmeyen adaletle cezalandırılır.. Çorlu tren kazası gibi birçok olay, üzerinden uzun zaman geçmesine rağmen bir sonuca ulaşmaz. Yıllarca devam eden bekleyişler artık kaybın kendisinden başka, adalet sisteminin amacının tam tersi bir yönde geliştirdiği sistematik şiddeti sürdürür.

Michel Foucault'un Hapishanenin Doğuşu (1975) kitabının başında bahsettiği Damiens isimli suçlunun maruz kaldığı işkencenin tam zıttı bir durumun tecelli edişi vardır burada (7): Damiens'a adaletin sağlanması için -daha çok kralın intikamı için- uzun süre işkenceler edilir ve bu işkencelerle suçlunun bedeninde adaletin uygulanışı gözler önüne serilmiş olur. Burada ise tersine adaletin tecelli etmeyişi, tanık ve mağdur üzerindeki sistematik şiddeti mümkün kılar.

***

Ali'nin öldürüşünde ve nice olaylarda bu iki tarz şiddetin beraber çalıştığı görülebilir. Ya tamamen "kanaat"e indirgenmiş bir tartışmada kalınır ya da adaletin gelmeyişi ve o süreçle beraber kaybın ortadan kalkması yerine kayıp pekişir. Bir tarafta yüzeysel meseleler asıl konuyu sığ bir yere taşırken, diğer yandan da kurumsal olanın örgütlü bir şiddetini prosedürler dahilinde görürüz. Bir tarafta dinlemek istemeyenin soruları, diğer yanda da anlamak istemeyenin tekrar eden sorgularına maruz kalınır. Birilerine bir şeyler anlatmak yükümlülüğü adaleti geciktirenlerin omuzlarında değil, travmanın sahiplerinde, daha henüz kayıpları taze olan insanların omuzlarındadır.

Kaynakça

1- Ulus Baker, Yüzeybilim Fragmanlar, der. Ege Berensel, 4. baskı, İstanbul: Birikim Yayınları (2018). s.246

2- Giorgio Agamben, Auschwitz'den arta kalanlar: Tanık ve Arşiv, Çev. Ali İhsan Başgül, Ankara: Bağımsız Kitaplar (2004). s.145.

3- Ulus Baker, Beyin Ekran, der. Ege Berensel, 2. baskı, İstanbul: Birikim Yayınları (2012). s.42-44.

4- Haber ilk yayınlandığında "Polis vurmak zorunda kalmıştır" şeklinde verilmiştir. Yine de haberin bu halinde bile, Ali'nin vurulmasının koşulu neredeyse kendi kaçışına bağlanmıştır. Polis fail değil gibidir. Bkz. https://www.internethaber.com/dur-ihtarina-uymadigi-icin-vurulan-ali-hemdan-meger-20-yas-alti-isciymis-video-galerisi-2098807.htm

5- Pier P. Pasolini, Salo ya da Sodom'un 120 Günü, (1975).

6- Slavoj Žižek, Kant ve Sade; Mükemmel İkili, Cogito 41-42 içinde, s.184.

7- Michel Foucault, Hapishanenin Doğuşu, Çev. M. Ali Kılıçbay, Ankara: İmge Yayınevi (1992). s.3-6.

*Yüksek lisans öğrencisi