Biz başka âlem isteriz: Umut, iyimserlik ve ütopya

Bloch için de, umut hiç de edilgen bir düşünce değil, bilakis etken bir eylem biçimidir. Şu günlerde istemsizce hissettiğimiz korkunun aksine, umut bir tercihtir. Umutlu olmak ütopyanın gerçekleşmesine dair bir duruştur. Kâbus senaryoları üreten distopyalara karşı ütopya kavramını öne çıkaran Bloch için, ütopya gerçekleşemeyecek bir dünyaya dair hayaller değil, “henüz-gerçekleşmemiş” olan, her an gerçekleşme potansiyelini taşıyandır.

Google Haberlere Abone ol

Esin İleri

Korona virüsü salgınının yayılmaya başladığı günlerden beri distopyalarda okuduğumuz, izlediğimiz senaryoların bir benzerini yaşadığımıza dair yazılar okuyoruz. Doğal olarak, daha önce deneyimlemediğimiz bu süreç bize distopik filmleri hatırlatıyor. Savaş ya da salgın gibi felaket günlerinde hep geri gelen bir temadır bu: Bir tarafta umut, iyimserlik ve ütopya, diğer tarafta ise umutsuzluk, karamsarlık ve distopya. Zaman, bu iki hal arasında taraf seçme zamanıdır.

AKLIN KÖTÜMSERLİĞİ, İRADENİN İYİMSERLİĞİ

Korona pandemisi üzerine bize sunulan senaryoların neredeyse tamamı kötümser senaryolar. Doğal olarak karamsarlığa, ümitsizliğe sürükleniyoruz. Çeşitli korku katmanları bizi esir alıyor. Ama umutsuzluğu ve yılgınlığı eleştiren Antonio Gramsci’nin de hatırlattığı gibi, “aklın kötümserliği, iradenin iyimserliği” (il pessimismo della ragione e l’ottimismo della volontà).

Fransız felsefeci Alain’in (Émile-Auguste Chartier), “Karamsarlık bir mizaç meselesidir, iyimserlik ise irade. Kendini bırakan her insan mutsuzdur” sözü, yıllar boyunca düşünürleri, yazarları etkiledi. Alain’den alıntı yapan Nobel ödüllü yazar Romain Rolland, “Aklın kötümserliğiyle, iradenin iyimserliğini birleştirmek gerekir” demişti. Bu düşünce silsilesinin en bilinen versiyonu ise, Rolland’u okuyup 19 Aralık 1929’da hapishaneden kardeşi Carlo’ya yazdığı bir mektupta, “Akıl açısından kötümser, irade açısından iyimserim” diyen Antonio Gramsci’dir. Aynı mektupta Gramsci şöyle der: “Tüm irademi harekete geçirebilmek ve engelleri yıkabilmek için her durumda, en kötü hipotezi düşünürüm.” Bu saydığımız yazar ve düşünürler için umut hayal kurmak, gündüz düşleri görmek değildir. Umut pasif ve mistik bir bekleyişin tam tersi, yani harekete geçmeyi beklerken bizi dinç tutan gerçekçi bir irade ve sebat meselesidir.

UMUT BİR EYLEM BİÇİMİDİR

Ernst Bloch için de, umut hiç de edilgen bir düşünce değil, bilakis etken bir eylem biçimidir. Şu günlerde istemsizce hissettiğimiz korkunun aksine, umut bir tercihtir. Umutlu olmak, kurmak istediğimiz dünyanın, daha iyi bir hayatın, yani ütopyanın gerçekleşmesine dair bir duruştur. Kâbus senaryoları üreten distopyalara karşı ütopya kavramını öne çıkaran Bloch için, ütopya gerçekleşemeyecek bir dünyaya dair hayaller değil, “henüz-gerçekleşmemiş” olan, her an gerçekleşme potansiyelini taşıyandır.

Bloch’a göre ütopik irade, tüm kurtuluş ve özgürlük hareketlerini yönlendiren güçtür. Ütopya kavramının hayal dünyasına kaçış olarak kullanılmasına karşı gelen Bloch, ütopyayı bir “var olanı değiştirme projesi olarak tanımlar.” Burada bir not düşelim. Ernst Bloch için umut ve ütopya, aşırı iyimserlikten farklıdır. Bloch, “Eser miktarda kötümserliğin, olduğu şekliyle ilerlemeye duyulan banal ve otomatik inançtan iyi” olduğunu ve “gerçekçi bir yaklaşım benimsediği müddetçe”, bunun insanın “felaketler karşısında çaresizce hayrete düşmesini engelleyeceğini” vurgular. Ferhan Şensoy’un da kulakları çınlasın, çünkü ütopyalar güzeldir.

UMUT BEN DEĞİL BİZ OLMAKTIR

André Malraux’nun kendi deneyimlerinden yola çıkarak kaleme aldığı, İspanya İç Savaşını anlatan Umut romanında olduğu gibi, umut, savaşın tüm vahşetine ve korkunçluğuna rağmen, zulme, baskıya, haksızlığa karşı ayaklanan insanlardır. Malraux için umut, hayal ettiği dünyayı kurmak için bir araya gelmektir. Malraux için kötümserlik, korku ve yılgınlığın, çok doğal olarak yayıldığı dönemlerde, umutlu olmak aslında bireyselliğe karşı birlikte olmaya çağrıdır.

Albert Camus’nün “düşünüyorum öyleyse varım”dan yola çıkarak söylediği “isyan ediyorum demek ki varız” cümlesinde de bu ben’den biz’e geçişin vurgulandığını görüyoruz. Buradaki biz kavramı, Yapısalcılığa karşı Eylem Sosyolojisi’ni öneren Alain Touraine’in özne kavramında anlattığına çok benzer : Biz, bireyler olarak sisteme tabiyiz, ama aslolan öznenin iradesi ve eylem gücüdür. Evet küresel bir salgın, bir pandemi var, peki biz bu şartlarda ne yapmayı seçiyoruz, nerede duruyoruz ?

ŞİİR DÜNYANIN UMUDUDUR

Peki felaketler, salgınlar ve savaşlar yaşanırken insan neye sığınacak ? Sanat, edebiyat, ama belki de en çok şiir. Neden mi şiir? Şiir, insanın felaketlere katlanmasına, onların üstesinden gelmesine yardım eder diyen Louis Aragon gibi. Şairlerin er ya da geç eyleme yöneleceğini söyleyen Paul Eluard gibi. Anne ve babası toplama kamplarında ölen Paul Celan’ın, Auschwitz’den sonra şiir yazmayı sorgulayan Adorno’ya inat şiire sarılması gibi. Celan’ın Auschwitz’in dağıtılmasından bir sene sonra, 1946’da yazdığı bir mektuptaki şu satırlar belki hayatımıza ayna tutar: “Bir Yahudi için Almanca şiir yazmanın ne kadar zor olduğunu söylemek isterim. Şiirlerim yayımlandığında kitabı aralayan eller belki de annemin katilinin elleri olacak… Ama benim kaderim budur: Almanca şiirler yazmak.”

Neden mi şiir ? Çünkü, Afrika sosyalizminin öncülerinden ve Senegal’in bağımsızlıktan sonraki ilk devlet başkanı Léopold Sédar Senghor’un ifade ettiği gibi, şiir dünyanın umududur: “Şiir ölmemeli. Çünkü ölürse dünyanın umudu nerede kalır?”