Koronaya karşı dayanışma çağrıları ve seçilenlerin yaşam hakkı

Ne herkes evininin önünü süpürürse hayatın kendiliğinden düzeleceğini vaat eden ve iktisadi ihtiyaçları insani ihtiyaçlara önceleyen neoliberal dayanışma anlayışı, ne de bizleri baskı altına alarak bize karşı koruyan güvenlikçi otoriter aklın ürettiği dayanışma sanrısı değil ihtiyacımız olan.

Google Haberlere Abone ol

Betül Yarar* 

Arendt iktisadi aklın politik (yani özgürlük eşitlik gibi ilkeler doğrultusunda insanı hareket etmeye iten) akıl üzerindeki egemenliğini ilan etmesini modenleşme süreciyle ilintilendirirken, Foucault'dan başlayarak Brown gibi Foucaultcu pek çok yazar, dünyanın son birkaç on yılına hükmeden bir yönetim zihniyeti olarak neoliberalizmin bu eğilimi çok daha fazla güçlendirdiğine işaret ediyorlar. Bu yazının iddiası, Arendt’in Aristo'dan esinlenerek “salt yaşam”, Marx’ın “ihtiyaçlarla sınırlı yaşam” olarak ifade ettikleri “yaşam” kavramının, üretimin de ötesinde finansı merkeze koyan neoliberalizmle daha da güçlenmiş olmasının, korona salgını ve olası çevre felaketlerine karşı bizi asıl çaresiz bırakan olduğu.

Evet buradaki asıl sorun insani ve sosyal olanı, siyasetle birlikte yutan ve onun yerine iktisadı koyan neoliberal akıl. Ancak korona kriziyle birlikte bireylerin sosyal bağlarını kendi en yakınına ve hatta kendisine indirgenmesi ve kendisinin idamesiyle sınırlı bir survival moduna geçmeye dayalı yaşam anlayışı daha da güçlenmekte. Bireyler aile ve en yakınlarına, devletlerse ulusal sınırlarına kapanma telaşına düşünce, yaratıcı politik aklın hamurunu oluşturacak olan sosyal bağlar kopmaya kadar gidebilecek bir aşınma yaşıyor. Bu yöneticiler açısından da ciddi bir sorun, çünkü bireyler sosyal bağlarını kaybettikçe yönetilemez hale de gelme riski taşıyorlar.

Tam da bu noktada neoliberal iktidarları ve hükümetleri yönetmekle yükümlü oldukları toplumlara dayanışma çağrıları yaparken buluyoruz. Ebette bu aynı zamanda kendi meşruiyetlerini güçlendirmek ve kurumsal eksiklikleri gidermek üzere de yapılan bir çağrı. Korona virüsü krizine karşı birleşme, birlik olma ve dayanışma çağrıları yapan sadece neoliberal rejimler de değil. Otoriter rejimler de benzer söylemleri kullanıyorlar. Bu tür ulusal dayanışma çağrılarının ve kurumsal önlemlerin yetmediği noktada ise devreye kapatma ve baskı pratikleri giriyor. Bazı rejimler açısından bunlar zaten çok doğal ve meşru yöntemler ve araçlar. Bu koşullar ise bize kimin için ve nasıl bir dayanışma sorularını beraberinde getiriyor. Elbette kendisiyle özdeşleştirdiklerinin (ben, ailem, beyaz orta sınıflar, ulusum, vs) ötesinde hareket edebilme kapasitesini zorlayan her tür dayanışma ilişkisi ve girişimi önemli. Ancak bu girişimlerin daha uzun vadeli sonuçlarını anlamak için bu çağrıların bağlamına daha dikkatli bakmamız da şart gibi görünüyor.

Bahsi geçen çağrıları boğan iyi noktaya temas etmemiz bu açıdan önemli. Birincisi içe kapanma eğilimleri. İkincisi ise sosyal dayanışmanın temelini oluşturan demokrasi ve sosyal kavramlarının tüketilmiş olması. Dünya Sağlık Örgütü sorunun da, çözümün de küresel olduğunu haykıra dursun, her devlet kendi ulusal çöküşünü, her bireyse kendi sonunu geciktirme telaşı içine düşmüş görünüyor. Avrupa ölçeğinde İtalya’nın terk edildiği durum, bugün devletlerin dayanışma anlayışının ne yazık ki ulusal olma eğilimi taşıdığını gösteriyor. Almanya korona krizi patlar patlamaz ajandasından ilk olarak Yunanistan sınırlarında beklemekte olan insanlara vereceği yardım vaadini çıkarıyor. Bizler tıp ve bilimsel araştırmalara dönük küresel planlamalar beklerken, bunun yerine her devletin kendi ulusal ekonomik yardım paketi içinde, yine ulusal ölçekte yürütülecek olan bilimsel faaliyetlere ayrılan payların tartışmasını dinlemeye başlıyoruz. Suriye’deki savaş ve zorunlu göçle ortaya çıkan insanlık dramlarını izlemekle yetinen BM ve AB gibi birlikler ise tamamen hareketsiz ve basiretsiz durumda. Her devlet tek tek kendi ulusu adına ilaç bulma yarışına girmişken, gün geçmiyor ki X ülkesi ilaç buldu şeklinde bir haber okumayalım. Çin kendini kurtarıp, sonrasına dünyaya iyilik saçmak üzere bazı adımlar atarken, insanlar başlangıçta aynı ülkenin virüsü uzun bir süre sakladığı ve bu nedenle çare ve önlem almak konusunda gecikmeye yol açtığı gerçeğini unutma eğilimindeler. Bu açıdan sadece Küba’nın girişimleri takdire şayan. Burada detaylara giremeyecek, sadece okuyuculara bu örneği takip etmelerini önermekle yetineceğim. Ulusal içe kapanma dinamikleri böyle...

Öte yandan sosyal sistemlerin iktisadi aklın egemenliği altında çökmeye terk edildiğinin en bariz göstergelerinden biri ise basit bir mal olan koruyucu yüz maskesi üretiminin kâr eden bir sektör olmaması nedeniyle tıkanması. Aynı durum pek çok tıbbi malzeme için geçerli. Özelleştirme sonucunda hastanelerin gerek Almanya’da gerekse Türkiye’de kâr edemeyecekleri için korona virüsü tedavilerini öncelemediklerine dair anlatılar ise bir başka gösterge. Alman hükümeti bu hastanelere korona hastalarına öncelik verilmesi sonucunda uğrayacakları zararları karşılayacağı sözü verdiği halde, özel hastanelerin hâlâ direnç gösteriyor olması, para bağımlılığı psikolojisinin firmalar düzeyinde incelenmesi için çarpıcı bir örnek. Geldiğimiz noktada devlet özel sektörü büyük oranda beslemek üzere yardımlar geliştirirken, sorunun çözümünün daha sosyal bir sisteme geçiş yönünde planlanmadığı da açık.

Tüm ülkelerde doktorların içine itildiği durum ise ayrı bir trajedi. Gelinen noktada modern devletler her zaman olduğu gibi, Foucault’nun terimleriyle ifade edecek olursak, nitelikli bir nüfusu korumak adına, gözden çıkarılabilir olanları ölüme terk etmeye dayanan çözümler üretmenin ötesine geçemiyorlar. Ve ne yazık ki aynı siyasiler uygulamaya soktukları bu biopolitikanın gölgesinde gelişen (Mbembe’nin kavramıyla) nekropolitika ile yüzleşmeyip, karar sorumluluğunu doktorların ve tıbbın omuzlarına yıkarak rahatlamış görünüyorlar. Butler’ın sorusunu soracak olursak kimin yaşamının daha değerli olduğu veya kimin ölümü hak ettiğine dair bir kararla karşı karşıya kalmak üzere pek çok toplum.

İtalya’daki doktorlar solunum cihazlarını 80 yaşındaki hastadan alıp 65 yaşındaki hastaya takarken duydukları acıyı, kısa bir süre sonra her ülkenin doktorlarının yaşaması an meselesi ve belki de çoktan yaşıyorlar. Üstelik bilimsel gerekçelerle örtbas edilen bu insanlık dışı durumlara ölüm riski altında çalışan doktorlar maruz bırakılıyorlar. Korona virüsüyle bulaşan hastalık, basitçe solunum cihazına bağlanmanız durumunda tedavisi çok mümkün bir hastalıkken, doktorların korunması için gerekli basit yüz maskeleri, eldivenler gibi tıbbi malzemelerden ibaretken, iktidardakiler basiretsizliklerini teslim etmek yerine, yüzleri kızarmadan milyon dolarlar ve eurolardan bahsederek ayıplarını kapatmayı ve hatta bunu dahi bir gösteriye dönüştürmeyi ihmal etmiyorlar. Resmi büyütüp baktığımızda gözden çıkarılabilen başkalarının da olduğunu görmemiz mümkün. Örneğin Yunanistan sınırında bekleyen göçmenler, göçmen kamplarında hijyen koşullarından uzak yaşayan mülteciler, hapishanelerdeki mahkumlar. Bu bağlamda sosyal ve siyasi içeriği boş bir dayanışma lafzı, insanın kulağına bir deniz kabuğu yerleştirerek denizi dinlenmesi gibi hoş ama boş bir tatminden başka bir şey sunmuyor. Bu krizi bu defa deniz kabuklarıyla atlatsak da bir sonrakinde ne olur halimiz diye sormadan edemiyorum.

Ne herkes evininin önünü süpürürse hayatın kendiliğinden düzeleceğini vaat eden ve iktisadi ihtiyaçları insani ihtiyaçlara önceleyen neoliberal dayanışma anlayışı ne de bizleri baskı altına alarak bize karşı koruyan güvenlikçi otoriter aklın ürettiği dayanışma sanrısı değil ihtiyacımız olan. Asıl olarak sosyal ve çevre adaleti anlayışının demokratik ve katılımcı sistemlerle desteklendiği, insani ihtiyaçların özgürce ifade edilebildiği ve öncelendiği bir yeni yaşam ve biopolitika tahayyül etmemize izin verecek politik ve yaratıcı aklın virüs gibi yayılmasına ihtiyacımız var. Bu hayal gücünü ve politik aklı diriltmedikçe, seçilmiş nüfusun yaşamı adına savunulan biopolitikalar ile yaşamı değersizleştirilen gruplara yönelik duyarsızlık ve nekropolitika; veya iktisat merkezli akıl ile otoriter akıl arasında bir sarkaç gibi salınıp duracağız.

*Prof. Dr. Bremen Üniversitesi, Almanya