HDP Kongresi'ne öneriler

Önümüzdeki dönemde HDP faaliyeti, HDP'lilik kimliğinden çok ve gerekirse bu kimliği bir adım geriye çekerek "Özgürlük Bildirgesi" kimliği-ekseninde geliştirilmelidir. Yakından bakılırsa Gezi'de sokakta, 7 Haziran 2015 seçimlerinde, referandum ve başkanlık seçiminde, son olarak Haziran 2019 İstanbul Belediye seçimlerinde burjuva parlamenter sahada olan budur; yani kitleler, kimlikler değil talepler ekseninde birleştiler.

Google Haberlere Abone ol

Nabi Kımran

Burada ilk bölümde dillendirilen perspektiften hareketle, 23 Şubat'ta yapılacak HDP Kongresine ilişkin bazı tespit ve önermeleri tartışmaya geçebiliriz.

HDP iki parçalı bir partidir ve her iki parçanın talep ve özlemlerini birleşik siyasi irade olarak -olabildiğince- temsil etmeyi başardı. HDP'yi önceleyen partilerin 1990'ların başından itibaren yüzde 7 bandına takılı kalan oyları, 2015 Haziran'ında yüzde 14 sınırına dayandı. 7 Haziran 2015 seçimi, referandumundaki -sonuç alamasa da- başarılı "Hayır" kampanyası ve son İstanbul seçimlerinin iktidara kaybettirilmesi HDP'nin siyasi rol ve önemini teyit eder. Bu kazanımları hafife alan yaklaşımlara prim vermeden, hakeza parlamentarizme tapınmadan, söz konusu birleşik siyasi iradenin nasıl güçlendirileceği; ve geleceğin inşasında emekçiler/ezilenler adına nasıl etkili olacağıdır tartışılması gereken.

HDP'nin iki dinamiği üzerinde kısaca duralım.

HDP Kürt illerinde, Kürt halkının kırk yıllık mücadele tecrübesi ve siyasi olgunluğu üzerinde yükselir; HDP'ye de başkaca şeylere de hayat veren kaynak budur. Örneğin son yerel seçimlerde, operasyonlarla tırpanlanan HDP kampanya yürütemedi. Buna rağmen tüm belediyeleri silip süpürdü; bu HDP'yi -siyasi yeteneklerinden bağımsız- yaşatan toplumsal-siyasal temelin çarpıcı görünümüdür (Aynı olgunun Öcalan'ın yakalanmasının ardından 1999 Nisan seçimlerinde de tezahür ettiğini hatırlatalım). Kayyımlarla tırpanlanan son seçim başarısı, Kürt halkının HDP'yi, örneğin belediyecilik pratikleri bağlamında eleştirmediğini değil, devletin estirdiği teröre derin tepki duyduğunu, kimliğine ve siyasi iradesine kıskançlıkla sahip çıktığı gösterir: HDP'nin ayağını bastığı zemin budur.

Diğer parçaya gelince, HDP'nin batıdaki varlığı - yani yüzde 7'den yüzde 14'e sıçrayan oy oranı- Kürdistan'daki varlığını zayıflatmıyor güçlendiriyor.

O halde HDP, iki parçalılık gerçekliği ve her iki tarafı da güçlendirici eşgüdüm/senkronizasyon üzerine yoğunlaşmak durumundadır.

Kürdistan'daki HDP yapısını uzun boylu tartışmaya gerek yok: Kırk yıllık mücadele tecrübesine dayanan halk gerçekliği ve siyasi iradenin birikimi, kendi sahasını -dışarıdan bakışlara nispetle- en iyi şekilde değerlendirebilecek yetenektedir. Yoldaşça istişare, eleştiri-özeleştiri sınırlarını gözetmek yeterlidir bu bahiste; fildişi kulelerden yıldırımlar yağdırmanın, Kürtlere "akıl vermenin", hariçten gazel okur duruma düşmenin kimseye yararı yoktur.

ASIL MESELE BATI'DA, TÜRKİYE'DE DÜĞÜMLENİYOR

Demokrasi ve sosyalizm mücadelesinin zayıf ayağı batıdır. Hamit Bozarslan'ın deyişiyle, son beş yılda neredeyse toplum olma vasfını tartışılır kılacak kadar yıkıma uğrayan Türk halkı, bu çöküş cenderesinde kendi derdine çare bulamadığı gibi, Kürtlerin özgürlük mücadelesinin de uzatmalı bir stratejik denge eşiğinde takılıp kalmasına yol açıyor. Asker sevkıyatını engellemek için demiryollarında greve giden, karayollarında insan zincirleri kuran, kitlesel vicdani redde baş vurarak "kardeşimi öldürmüyorum" diyen, onurlu barış talebiyle grev, boykot ve direniş yolunu tutan Türk emekçiler yok ortalıkta. (Vietnam savaşının sona ermesinde Amerika'daki barış hareketinin rolü olmadığı söylenebilir mi?) Ki bu yol salt enternasyonal dayanışma olmayacak, bizatihi Türk halkının özgürlük ve demokrasiyi fethetmesini de sağlayacaktır. Marx'tan ilhamla söylersek; bir başka halkın ezilmesine ortak olan halk, kendi boynundaki zincirleri de pekiştirir. Bu ilkesel tutumla, aktüel politik durum nerede kesişiyor? Şurada: Türk halkının kahir ekseriyeti davul zurnayla savaşa gitmekten vazgeçmediği sürece, devlet bu savaşı sonsuza dek sürdürecek kaynaklara sahip olacaktır; hakeza bu kanlı tahteravallinin diğer kefesinde de Türk halkının köleliği duracaktır. Başkaca faktörler de var elbette fakat, Türk halkı demokrasi ve özgürlük için ayağa kalkmadan Kürtlerin özgürlük mücadelesi büyük zorluklarla yüz yüze kalıyor, kalacaktır. Kürt halk hareketinin rejimi krize sürükleyen siyasi varlığı, özgürlükçü birikimi olmadan da Türkiyeli işçi emekçilerin (muhayyel ya da olması gereken) özgürlük ve sosyalizm mücadelesi temel stratejik müttefikinden yoksun kalır, akamete uğrar. O halde hangi dinamikten yola çıkılırsa çıkılsın, mücadelenin zayıf ayağı olan Türkiye sahasının güçlendirilmesi gereğine varılacağı açıktır; tek ayakla koşmak mümkün değildir.

Bu zayıf ayak, yani Türkiye'deki emek, özgürlük ve sosyalizm mücadelesi nasıl güçlendirilecek: HDP Kongresi'nin temel problematiği bu olmak durumundadır.

Diyelim ki yarın sabah kalktık, Kürdistan'ı Türkiye'den ayrılmış bulduk: HDP bünyesindeki Türkiyeli sosyalistler, salt Türkiye eksenli -elbette Enternasyonalist; Enternasyonalist olmayan sosyalizm sıcak buz gibi bir şeydir, oksimoron bir kavramdır- bir mücadeleyi nasıl örecekler? Bunun zemini var mıdır? Bazen aptalca sorular doğruları belirgin hale getirir; elbette vardır, bugün de vardır, o gün de olacaktır. O halde bu zemin neden yeterince değerlendirilemiyor?

Mevzu kapsamlı, iki noktaya dikkat çekmekle yetinelim.

Birincisi açık ki 40 yıldır "zor zamanlardan" geçiyoruz, durum pek de elverişli değildi, kabul. Toplumsal tabanımızın altımızdan çekildiği 12 Eylül darbesinden beri küçük gruplara hapsolmakla kalmadık, dünyamız da küçüldü. Politika yapma, örgütlenme kabiliyetimiz köreldi ya da hiç gelişemedi; politika denince aklımıza grup bayrağını sallamak gelir oldu, faşist terör ensemizden eksik olmadı vesaire.

İkincisine gelince, ki birincisiyle yakından alakalıdır, Kürt özgürlük hareketiyle Türk işçi-emekçilerin mücadelesini aynı mecrada buluşturacak özgün ve yaratıcı yollar bulamadık. Türkiye'de demokrasi mücadelesinin en önemli dinamiği olan Kürt sorunu bağlamında, salt çekilen acıları dillendirmenin, Kürt özgürlük hareketiyle dayanışmanın, yer yer ona yaslanmanın, söylemini tekrarlamanın yeteceğini sandık ya da davranış çizgimizin nesnel anlamı buna tekabül etti. 1990'ların başından beri bu yönlü pratikler, bir bakıma rutin tekrarlanıyor ve ne yazık ki batıdaki etkisizliğimizi işaretleyen eşik aşılamıyor. O halde Kürt halkıyla kader birliğimizi zedelemek ne kelime, güçlendiren yeni yollar denenemez mi? Bir dağın zirvesine tırmanmanın tek bir yolu olabilir mi? Bir ırmağın mendereslenmesi, akış yönünün değiştiğini mi gösterir? Hayır. Dağa bin bir yoldan tırmanılır, menderesler ırmakların ne akışını durdurur ne de yönünü değiştirir.

Sorun ne salt soyut teori alanında -elbette teori her şeye nüfuz edebilir, etmelidir- ne de kuru kalıplara dönen söylemlerle çözülebilir. Halbuki canlı deneyimler teoriye de politikaya da ilham kaynağı olabilir.

Gezi sürecinde Taksim'de olan biteni sansürleyen medya gerçeğiyle yüzleşen binlerce insan, "Burada olanları göstermiyorlar, kim bilir Diyarbakır'da neler oluyor" sorusunu dillendirdi. Böyle bir tecrübe yaşamasalardı, belki de bu soru hiç akıllarına gelmeyecekti. Keza Lice'de Medeni Yıldırım'ın kalekol inşaatına karşı yapılan gösteride öldürülmesini protesto eden on binlerce insan, Beşiktaş ve Kadıköy sokaklarında, "Her yer Lice her yer direniş!" sloganıyla yürüdü. Medeni'nin ölümünün Gezi ile doğrudan bir ilişkisi yoktu ve söz konusu semtlerin Kemalist orta sınıfları, kendileri için böylesine "netameli" bir konuda belki de ilk kez devletin karşısında, Kürtlerin yanında saf tuttular. Ankara'da Tekel işçilerinin direnişi esnasında Samsun'dan gelen işçiler Batmanlı arkadaşlarıyla önyargıları parçalayan bir kardeşleşme yaşadılar ve bunu açıkça dillendirdiler. 1990'ların başında madencilerin Zonguldak'tan Ankara'ya büyük yürüyüşünde de benzer eğilimlerin uç verdiği biliniyor. Türk işçi emekçilerin yakıcı talepleri üzerinden geliştirdikleri eylemlerde "devletlerini" tecrübe etmeleri, dağa tırmanmanın, nehrin mendereslenerek akışını sürdürmesinin farklı yolları olduğunu da gösteriyor. Bu mecranın güçlendirilmesinden Türk emekçilerin Kürdistani mücadele ile buluşmasının imkanları doğabilir; Kürdistani söylemi Türkiyeli sosyalistlerin basmakalıp tekrarı üzerinden yol alınamadığı ise 30 yıllık tecrübeyle sabittir. Buradan iki sonuç çıkıyor. Birincisi, Türkiyeli sosyalistler kelimenin gerçek ve mecazi anlamında dar-grup duvarlarını yıkarak sokağa dönmek, emekçilerin dünyası, özlemleri, mücadeleleriyle hemhal olmak zorundadırlar. İkincisi, Türkiyeli emekçilerin kendi tecrübeleri ve omuz başlarındaki sosyalistlerin yarattığı güven ile şovenist önyargılarını kırmaya doğru zamana yayılmış, geniş soluklu, sabırlı bir mücadele okulundan geçmeleri şarttır: HDP Kongresi zayıf halkaya/ayağa yüklenirken bu gerçekleri gözeten perspektiflere yoğunlaşmalıdır.

Artık daha somut konuşabiliriz.

HDP kongresi ivedilikle bir "Özgürlük, Emek, Adalet, Kadın ve Doğa Bildirgesi/Manifestosu" kaleme almalıdır. Bu başlıklar Türkiyeli ve Kürdistani tüm emek, özgürlük ve sosyalizm güçlerini birleştirecek mottoyu sağlayacak kapsamdadır. Bildirge bir sayfayı geçmemeli, anlatımda vuruculuğu sağlamak için -diğer başlıkları metinde belirginleştirilerek- "Özgürlük Bildirgesi" olarak adlandırılmalıdır. Kürdistani renk kendi sahasında, kendi mecrasında akışını sürdürecektir. Bildirge asıl olarak Türkiye sahasını kucaklama ve HDP çatısından hareketle Kürdistani ve Türkiyeli dinamikleri birleştirme, koordine etmeyi gözetmelidir. Deyim uygunsa HDP varını yoğunu bu bildirgenin yaşam bulmasına; hitap ettiği tüm dinamiklerle, huzursuzluk ve özlemin filizlendiği tüm kıpırtılarla canlı bağlar kurmaya hasretmelidir. Keza aynı bildirge HDP'nin CHP gibi burjuva partilerle geliştireceği ilişkinin çerçeve ve normunu da belirler; açık ya da örtülü dönemsel ittifakları, ilkesiz yedeklenmelerden, savrulmalardan korur.

Önümüzdeki dönemde HDP faaliyeti, HDP'lilik kimliğinden çok ve gerekirse bu kimliği bir adım geriye çekerek "Özgürlük Bildirgesi" kimliği-ekseninde geliştirilmelidir. Yakından bakılırsa Gezi'de sokakta, 7 Haziran 2015 seçimlerinde, referandum ve başkanlık seçiminde, son olarak Haziran 2019 İstanbul Belediye seçimlerinde burjuva parlamenter sahada olan budur; yani kitleler, kimlikler değil talepler ekseninde birleştiler. Aynı davranış tarzı sürdürülmeli, fakat bizim cenahın sürecin eklentisi değil kurucu yapıtaşı olabilmesi bir güvenceye bağlanmalı; bu da söz konusu siyasi bildirgeyle çerçevelendirilmelidir. Diktatörlüğün siyasi vs. kimlikleri dondurup bloklaştıran, hapishaneye dönüştüren klasik manevraları, tüm emekçi ve ezilenlerin temel talepleri üzerinden birleştirilmesi ekseniyle kırılmalıdır; ki bu eksen kapsadığı kesimlerden siyasi aidiyetini terk etmeyi talep etmez, farklı olanların birlikte mücadelesini öne çıkarır. Tıpkı bir grev gibi: Grevcinin dini, dili, milliyeti, siyasi kimliği sorulmaz, tayin edici olan greve katılmasıdır. Ki herkesin kendi kimliğiyle katıldığı bir grev, işçiler arası kardeşleşme ve birlikte mücadelenin güçlendirilmesi yönünde binlerce bildiriden daha etkilidir.

Böylesi bir tarz-ı siyasetin örgütsel biçimi kendiliğinden açığa çıkıyor: Meclis, meclis ve yine meclis (TBMM'yi değil, halk meclislerini kastettiğimiz açık olmalı). HDP'nin temel çalışma alanı parti büroları değil, sokak, fabrika, semt, okul, kadın eylemleri, çevre mücadeleleri olmak zorundadır; parlamenter başarılar da ancak böylesi bir mücadele-örgütlenme ekseninde güvenceye alınabilir. HDP, formel olarak parti olabilir; özsel olarak temel örgüt yapısı meclisler toplamı olmalıdır. İnancımıza göre ezilenlere ait bütün örgütlerin, bu arada HDP'nin ütopyasının, siyaset felsefesinin güncel karşılığı meclistir; ezilenleri nesne olmaktan kurtarıp özneleştirmeyen hiçbir örgütsel biçim, özgürlük ve özgürleşmeye hizmet edemez. Salt siyasal "başarı", "kuvvet-kudret oyunları" değil; gerçek özgürlük/özgürleşme peşinde koşuyorsak, 1917 Rusya'sında kısa bir süre görünüp sonra kaybolan bu siyaset tarzı-felsefesinden vazgeçemeyiz.

Ezcümle HDP'nin temel örgüt biçimi "üstten ittifak", bürokratik kontenjan vs. olamaz; bu tarzın HDP'nin canlılığını tüketerek bir tür seçim aparatına dönüşmesine yol açtığı -bilhassa batıda- açıktır. En kötüsü de hem bu tarzın -aslında yıkım anlamına gelen- "avantajlarından" yararlanıp hem de HDP eleştirisine kalkışmaktır; bu ne yaman çelişkidir! Sosyalist partiler, dünyanın hiçbir yerinde ve hiçbir zaman "kontenjanla sağlanan öncülük" peşinde koşmamış; liderliklerini dişle tırnakla, emekçilerin rızasını alarak, hak ederek koparıp almıştır. "Herkes kendi kimliğiyle, herkes eşit!": HDP'nin örgütsel mottosu budur ya da HDP çölde bir seraptır. Parti ve gruplar, dar grupçu rekabet yozlaşmasına kapılmadan politikaları, yetenekli kadroları, emekçilik ve inandırıcılıklarıyla pekala HDP'de öncülük mevkîne yükselebilirler -ki bu dar anlamda HDP'ye değil, emekçi kitlelere de öncülük anlamına gelecektir- buna kimsenin bir itirazı olamaz. Ama bunun yöntemi gruplar arası pazarlık, kontenjan vs. değil, emekçilerle hemhal olan mücadelelerin gerçek sahasıdır; bir kez daha atı arabanın arkasına bağlamaya, kolaycılığa, konformizme, bürokratik tarza son!

Son olarak birleştirici liderlik üzerinde durabiliriz. HDP söz konusu olduğunda bu kimlik ve tarz kendiliğinden belirginleşiyor: Selahattin Demirtaş. Bu satırların yazarı dahil, pek çok HDP'linin Demirtaş'a eleştirileri olabilir. Fakat eleştirilerimiz Demirtaş'ın birleştiriciliğini, farklı kesimlerle bağ kurabilme kabiliyetini, politikadaki esneklik ve yaratıcılığını köstekleyen değil, hataları yoldaşça ilişkiler içinde onaran ve Demirtaş'ın tarzına damga vuran gelişkin yönleri güçlendiren eksende şekillenmek zorundadır. (Hapisteki Demirtaş'ın eşbaşkan seçilmeyeceği açıktır, fakat Kongre Demirtaş'a kuvvetli bir selam göndererek hem rejimin zindan politikasını protesto edebilir hem de Demirtaş'ın HDP için önemini vurgulayabilir.)

İnancımız odur ki, iki yazıda dillendirilen perspektif ve önermeler yoldaşça bir tartışmayla ve mutlaka zenginleştirilerek HDP yapısına mâl olur ve bu eksende umutlu, enerjik bir örgütsel-siyasal pratiği örebilirsek; HDP memleketin özgürlükçü geleceğini kuracak temel yapıtaşlarından biri olacaktır.