Kürt gazeteciliği: Bir zincir gibi…

Bu bizim hikâyemizdi işte! Ve bunlar yaşanırken, siz eli kalem tutanlar, sustunuz. Yazmadınız, göstermediniz, duyurmadınız. Çünkü size öğretilen temel kural devletin bölünmez bütünlüğüydü ve bu insanlar da “teröristti!” Tıpkı Roboskî’de olduğu gibi, Kemal Kurkut gibi!

Google Haberlere Abone ol

Sedat Yılmaz

Faili belli cinayetler, devlet dairelerinde kayıplar, dışkı yedirmeler, köy boşaltmalar, kitlesel göçler, sürgünler, tutuklamalar zamanıydı…

Türkiye’nin yakın tarihine 90’lar olarak kazınacaktı bu tarih. Mardin’in Dargeçit ilçesine bağlı Sümer köyünde telaşlı bir hazırlık vardı, adeta can havliyle… Tarih 1988’i gösteriyordu, aylardan Aralık’tı ve el ayak buz kesiyordu. “Devletin bölünmez bütünlüğüne” kast etmiş olan Hüseyin Eser, üç-beş parça kap kacak, yastık yorgan, ne bulduysa artık, hızla toparlıyor, ailesiyle birlikte bir an önce köyü terk edip Midyat yollarına düşüyordu. Ölümden kurtulmanın, sevdiklerini korumanın tek yolu buydu; ya da o anda öyle görünüyordu.

Yetmedi ama. O kadarı da yetmedi. Yine bir Aralık ayında, 19 Aralık 1992’de, korucular, özel timler, namı diğer Jitemciler alıp götürdüler Hüseyin Eser’i. Bir gün sonra bulundu cenazesi. Midyat-Batman karayolunun kenarında bir yerde… Artık Midyat’ta kalmak mümkün değildi. Aynı gün yeniden yollara düştü aile. Bu kez, Dargeçit’in yolunu tuttular ama orası da güvenli değildi artık. Ve yine bir kış gününde, 5 Kasım 1999 sabahında İstanbul’un varoşlarına attılar kendilerini. Geride ne köy kalmıştı, ne ev, ne yurt… Sadece ölüler. Geride kalan sadece onlardı.

Zulümde devamlılık esastı kuşkusuz. Zulüm, koca kentte de peşlerindeydi, adım adım. Günü, saati belli değildi ev baskınlarının. Ne derin bir uyku ne de tatlı bir rüyaya şans tanındı. Her seferinde koçbaşının sesiyle, kapıların kırılmasıyla zıpladı yataklarından küçük çocuklar. Kaç kere basıldı evleri, kaç kere dağıtıldı o eşyalar, kaç kere hakarete uğradılar, çetelesini tutmak ne mümkün? Zaman değişiyordu bu arada, kâh Avrupa Birliği’ne dâhil olunuyor, kâh “Çözüm masaları” kuruluyor, demokrasi paketleri havada uçuşuyor, iktidarlar inip çıkıyordu ama onlar için fark etmiyordu bütün bunlar. Artık tek tek de alınmıyorlardı gözaltına. Topluca karar çıkarıyordu savcılar… Çocuk yaşta mahkemeye düşenler, tutuklananlar, soluğu yurtdışında alanlar… Haklarında istenen hapisleri, toplasan toplanmazdı ki!

Bu hikâyenin başından sonuna tanığı 54 yaşında Şirin Eser’in kızı Sadiye Eser, ne tesadüftür ki yine bir Aralık sabahı ikinci kez tutuklandı. Anne Eser’in ilk tepkisi “Zulme karşı üzülmeyin” olmuştu.

Bu bizim hikâyemizdi işte! Ve bunlar yaşanırken, siz eli kalem tutanlar, sustunuz. Yazmadınız, göstermediniz, duyurmadınız. Çünkü size öğretilen temel kural devletin bölünmez bütünlüğüydü ve bu insanlar da “teröristti!” Tıpkı Roboskî’de olduğu gibi, Kemal Kurkut gibi!

Siz yazmadığınız için biz kendi hikâyemizi kendimiz yazmaya karar verdik o zaman. Hikâyemizi yazmaya başladığımız Özgür Ülke gazetesi de bir Aralık sabahı bombalandı. Fermanı çıkaran dönemin Başbakanı Tansu Çiller, “hukuken etkili bir şey yapılamamasından” dolayı “bertaraf” edilmesi istenmişti. Bertaraf edildi Özgür Ülke 3 Aralık 1994’te.

Ama ne hikâye bitti, ne de o hikâyeyi yazmakta ısrarlı olanlar.

Arkası arkasına tam 52 gazete geldi. 78’imiz ensesinden vurularak toprağa düştü. Yüzlercemiz bin yıllara varan hapis cezaları aldı. Yüzlercemiz yurtdışında sığınmacı oldu. Verilen para cezalarının zaten haddi hesabı yok! Birçoğunuz yine sustu. Bazılarınız da sonradan, her şey olup bittikten çok sonra, ‘ama’lı özeleştirilerde bulundu. Her neyse… “Susturulsun” denilenler ise susmadı. Kalem elden ele, nesilden nesile geçti… Zulmün devamlılığındaki ısrar, eli kalem tutan her Kürt’te yazma inadı yarattı.

Yukarıdaki hikâyenin bir parçası olan Sadiye Eser aldı o kalemi. Babası Hüseyin Eser’in ve ailesinin yaşadıklarını yazmayanlara inat dört elle sarıldı kalem, kâğıda... Mezopotamya Ajansı’nda muhabir olarak çalışan Sadiye, üç beş gün önce mesai arkadaşı Sadık Topaloğlu’yla birlikte tutuklandı. Ardından eski çalışan Hacı Yusuf Topaloğlu (Sadık Topaloğlu’nun yeğeni) “gizli tanık” ifadesiyle tutuklandı. Bir hafta önce İzmir’deki çalışma arkadaşları Ruken Demir ve Melike Aydın benzer “gerekçelerle” tutuklanmıştı. Ankara muhabiri Berivan Altan ise şartlı salıverilmişti. Elbette Sadiye, Sadık, Ruken, Melike, Hacı Yusuf ve diğerleri “Cumhuriyet”in kalem tutanları olmadığı için kıyamet kopmadı. Biliyoruz, kopmayacak da o kıyamet! Çünkü resmi tarife göre bizler gazeteci değiliz! Bu üstü örtülü kanıksamanın adını 25 yıl önce koyduk ama: “Bu ateş sizi de yakar!”

Yaktı, yakıyor, yakacak…

Biz ise başa sardık yeniden o filmi. “Hukuken etkili bir şey yapılmadığından bombalanarak bertaraf edilen” o gazetenin küllerinden çıkıp geldik ve şimdi de elimizde “hukuken bertaraf edilmek” istenen Sadiye’nin kalemi var! Her halkası birbirine, kan, gözyaşı ve emekle bağlanan bir zincir gibiyiz.

İster kabul edin, ister etmeyin. Bu bizim tarihimiz, bizim hikâyemiz ve bizim gazeteciliğimiz böyle olacak!