Sebebi kabul edilmeyen ölümler

İntihar kolay bir hadise değil. Buna rağmen 2014-2017 yılları arasında canına kıyan insan sayısı 9 bin 479 kişi olarak açıklanmış. İstanbul bu sıralamada başı çekiyor. Üç yılda 1262 kişi intihar etmiş. İntihar eden her bir insanın hikayesi neydi, hangi aşamalardan sonra kendisini ölümün kıyısında bulmuştu; aldığı ya da alamadığı düşük ücretin, hayat pahalılığının buna etkisi neydi konuşup, tartışmak lazım.

Google Haberlere Abone ol

Aydın Tonga

İnsan yokluktan dolayı canına kıydığını nasıl kanıtlar? Bununla ilgili bir not mu düşmeli ya da ne bileyim video ile kayıt altına alıp öncesinden yayınlamalı mı? Bu soruları soruyorum zira Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay, Fatih’te canına kıyan dört kardeşin intiharı ile ilgili “mesele yokluk, sefalet meselesi değil, elimizde böyle bir bilgi yok” mealinde sözler sarf etti.

Peki, elimizde hangi bilgiler var? Mahalle bakkalından dolayı biriken borçlar var mesela. Kesilen elektrik, bankadan çekilen kredi ve ödenemeyen borçlar var. Canına kıyan kardeşlerden Oya Yetişkin’in arkadaşı Serpil Alkan’dan öğrendiklerimiz var sonra. Alkan, kardeşlerin en yakınlarından biri. Söylediklerine göre aile son yıllarda büyük maddi sıkıntılar içerisindeymiş. O kadar ki, Ramazan ayında toplanan erzaklardan almak durumunda kalmışlar. Erzakı götüren de zaten Serpil Alkanmış. Bu arada yükseltilmesi düşünülen kira var ve bu nedenden dolayı da mahkemelik olabilirlermiş. Bütün bu ifadelerden sonra şöyle diyor arkadaş Alkan: Ben ölürsem ablam, kardeşim, ağabeyim perişan olurlar bütün yük benim üzerimde' diyordu Oya. En çok ablasını severdi. Ben ölürsem perişan olurlar ben öleyim onları da arkamdan sürükleyeyim gibi düşündü diye hissediyorum.” Lakin olsun; sesin makbulü devlet katında yükselendir! Ne diyordu o ses: “Fatih’teki olayla ilgili ‘sefaletten, fakirlikten intihar’ şeklinde bir açıklama yapıldı, bu doğru değildir.”

Tarih boyunca duyduk böyle sesleri. Sorun şu ki, onlar kendilerine bağlı olan kurum ve kimselerin yoklukla, sefaletle ilgili sözlerini hiç duymadı. Şimdilerde mesela; TÜİK verilerine göre ülkedeki yoksul sayısı 11 milyondan fazla. Göreli yoksulluk oranında İstanbul ikinci sırada. Yine 2017 TÜİK verilerine göre ortalama yıllık eşdeğer hane halkı kullanılabilir fert gelirinin en düşük olduğu bölgeler 9 bin 872 lirayla "Mardin, Batman, Şırnak, Siirt"; 10 bin 30 lirayla "Şanlıurfa, Diyarbakır"; 10 bin 878 lirayla "Van, Muş, Bitlis, Hakkari" olarak sıralandı. Aylık olarak hangi “kölelik” geliri karşımıza çıkıyor siz hesaplayın. Fakat işte her sebepten kıyabiliriz de canımıza, yokluk olmaz, onu unutalım.

Peki, niye görülmez bu yokluk, sefalet..? Oysa görmek isteyen için yoksul mahalleler, o mahallerdeki okullar, o mahallerin bağlı olduğu kaymakamlıkların Sosyal Yardım Vakıfları ve yine o mahallerdeki belediyelerin Sosyal Yardım Müdürlükleri ülkedeki yoksulluğun laboratuvarı gibi çalışırlar. Görmek isteyen yarın sabahtan tezi yok herhangi bir kaymakamlığa uğrayabilir. Yeter ki siz görmeye karar verin ve bir de anlamaya.

İntihar kolay bir hadise değil. Buna rağmen 2014-2017 yılları arasında canına kıyan insan sayısı 9 bin 479 kişi olarak açıklanmış. İstanbul bu sıralamada başı çekiyor. Üç yılda 1262 kişi intihar etmiş. İntihar eden her bir insanın hikayesi neydi, hangi aşamalardan sonra kendisini ölümün kıyısında bulmuştu; aldığı ya da alamadığı düşük ücretin, hayat pahalılığının buna etkisi neydi konuşup, tartışmak lazım. Konuşmak lazım ödenemeyen kiraları, giyilemeyen kıyafetleri, ısınamayan evleri, gidilemeyen yolları. En nihayetinde duyguları, sevinçleri, düşleri olan insandan bahsediyoruz, robottan değil. O vakit niye robota bakarak konuşulur gibi yapılır, sebebi hikmeti nedir bunun..?

Üstelik robota bakar gibi konuşanların çoğu, sözüm ona dünyevi, seküler dilden, manadan uzak “muhafazakar” kimliği ile siyaset yapan insanlar. Dünyevi yaşamdan uzaklar ama saraylarda, plazalarda yaşıyor, en lüks araçlarda seyahat ediyor, sofralarından kuş sütünden gayrısını eksik etmiyorlar. Onun için onların dini, dindarlığı kelimelerle bilemediniz cümlelerle sınırlı, o da kitleye hitap edebilmek için zorunlu zaten. Ötesini ne görmek ne de yaşamak istiyorlar. Bu “halde” robotlaşma var elbet; iktidarın tepelerinden aşağılara doğru silsile halinde uzanan o soğuk, katı, merhametsiz varlığı nasıl yok sayabiliriz. O varlık bugün ortaya çıkmadı tabi; ganimet günlerinden beri tanışıyoruz onu.

Ganimet deyince modern dünyanın “zeki, kurnaz, akıllı” robotlarını da unutmamak lazım. Hesapta insanları özgürleştirecek, bolluk ve refahı sağlayacak, faydayı yükselterek mutluluğu arttıracaklardı. Dedikleri olmadı. Olacak gibi de değildi zaten. Aklı, merhametten vicdandan, ahlaktan o kadar uzaklaştırıp o kadar ayırdılar ki, aklı adeta bir aparat gibi kullandılar. Evet, amaçlara ulaşmada kullanılan araçsal bir aparattı akıl. Doğrudur; koca koca binalar yapılabilir, demirden kuleler dikilip, gökyüzüne yollar açılabilirdi; teknikle, teknolojiyle mümkündü bu. Fakat bir şartla; hep kazanacaklar, sermaye hep büyüyecek her bir yatırım öbürüne hep ön ayak olacaktı. Her şeyin bir bedeli vardı; karanlığın “aydınlanması” da buna dâhildi.

Hakikat mi: Yokluktan, adaletsizlikten, eşitsizlikten, haksızlıktan ölüyoruz. Üstelik dünyanın her yerinde ölüyoruz. Nefes alış verişimiz yaşadığımıza sayılıyor. Oysa bugün 2 milyar civarında insan temiz suya bile erişim sağlayamıyor, 821 milyon insan açlık çekiyor. Fakat bunu ne egemen akıl düzeni ne de “ruhani” kurumlar görüyor bunu. Çünkü onların benzerlikleri ayrılıklarını çoktan aştı. Şimdi asıl olan “yararlılık” inancı. Bakın Horkheimer nasıl anlatıyor o inancı:

“Yeryüzünde insanların büyük bölümü açlıkla boğuşurken elindeki makinelerin büyük bölümünü çürümeye bırakan, birçok önemli buluşu rafa kaldıran ve çalışma saatlerinin büyük bir bölümünü budalaca reklamlara ve yıkım araçlarının üretimine ayıran bir toplum, “yararlılık” düşüncesini bir akide haline getirmiştir.”