Bir kariyer atlama basamağı olarak yerel medya

Yerel medyada muhabir olmak, esnek çalışmanın olduğu, maaşınızın asgari ücretten verildiği, iş güvencenizin ise patronların iki dudağı arasında bulunduğu bir tür “bulunma” hâli. Yeni mezunlar ya da iş arayanlar sektörde çok, siz giderseniz, diğeri gelir. Ne de olsa, “sayfa doldurmak”, “günü kurtarmak” kâfidir.

Google Haberlere Abone ol

Sultan Yavuz

Ankaralı bir yerel gazete muhabiri olarak, yerel medya çalışanları ya da patronları için yerel medyanın neye karşılık geldiğini söyleyebilirim. Bu durum, yeni mezun olmuş gazetecilik öğrencileri için de böyledir; bir tür sıçrama tahtası. Stajınızı yapın, en olmadı birkaç yıl çalışın ve kendinizi ulusal bir gazete ya da kanala atın. Yerel gazete sizin işi kaptığınız, daha iyi koşullarda çalışacağınız günler için bir “bulunma hâlidir.” Belki de o yüzden çok makbul değildir ya da patronunuz için ilan almakta kullanacağı gazete sayfasının doldurulmasıdır.

Yerel gazeteciliğin her zaman kıymetli olduğunu düşündüm, özellikle de büyükşehirlerin dışında kalan yerler için. Taşranın yerel gazetelerinde çalışanlarının idare üzerinde denetleyici olma, olay ya da durumların hem arka planına hem de şimdisine vakıf olarak net analizler yapma ya da taşradan haberleri, yaygın medyaya taşımaları gibi önemli işlevleri olduğunu biliyorum. Yıllar içinde çeşitli etkinliklerle bir araya geldiğim taşralı yerel muhabir arkadaşlarımın da, bizimle benzer sorunları hatta bazen daha fazlasını yaşadıklarını görmek üzücüydü.

En fazla ihtiyaç duyulduğu hâlde, sendikasızlaşmadan payını alan sektörlerden biri de medya. Özellikle de muhabirler… Bahsedeceğim mevzular tüm medya alanını kapsıyor olsa bile saptama ve fikirlerimin çıkış noktasının yerel medya olduğunun altını çizmek isterim. Hatta durumu daha da daraltarak, Ankara’daki yerel medya diyebilirim.

Dünyada ve Türkiye’de, 1980’li yıllarla başlayan neoliberal süreç, iletişim teknolojilerindeki değişimin medyaya yansıması, medya sahipliğinin el değiştirmesi gibi nedenler, sektörü toptan bir değişim sürecinin içine sokmakla kalmadı, artık gazetecilik de daha bireysel bir hâl aldı. Meslek büyüklerimizden dinlediğim kadarıyla, geçmiş yıllardaki mesleki dayanışmanın yerini bireyselleşme aldı.

Yerel medyada muhabir olmak, esnek çalışmanın olduğu, maaşınızın asgari ücretten verildiği, iş güvencenizin ise patronların iki dudağı arasında bulunduğu bir tür “bulunma” hâli. Yeni mezunlar ya da iş arayanlar sektörde çok, siz giderseniz, diğeri gelir. Ne de olsa, “sayfa doldurmak”, “günü kurtarmak” kâfidir. Bu durum ise ne kadar özen gösterirseniz gösterin, yaptığınız işin değerini önce sizin gözünüzde düşürür. Yerel muhabirin yaptığı haber, genelde çok da değerli bir iş gibi görülmez. Basın sözcüğüyle neredeyse eş anlamlı kullanılan “kamu çıkarı” ise bu koşullarda çalışan bir emekçi için ne kadar mümkün olabiliyor, bilmiyorum. Etik de aynı zamanda gazetecinin kendisine kalmış bir fular takma biçimine dönüşüyor. İşten çıkarılma korkusu, şayet çıkarılırsanız iş bulamama kaygısı, sektörün iyice daraldığı bu günlerde sizi boyun eğmeye ve neredeyse uğradığınız mobbing'i bile yok saymaya itiyor.

Çalışma koşullarından kaynaklanan bir çökkünlük hâli sektörümüze hâkim diyebilirim. Sadece maddi yönden değil, manevi olarak da yeterince tatmin olamıyorsunuz. Bizler, meslek büyüklerimizden dinlediğimizin aksine, değişmiş bir gazetecilik süreci ve anlayışının parçalarıyız. Bu nedenle toplumsal sorumluluğu her zaman gözetemeyen, haberciliği magazinel anlatılarla birleştirebilen, suya sabuna pek de dokunamayan haberler üretmek zorunda kalabiliyoruz. Performans düşüklüğü, yönetimle anlaşamama ya da ekonomik kriz gibi nedenlerle kapının önüne konulmamız an meselesi. Sanki gazetecilik değil de, sizden esnaf çırağı olmanız bekleniyor.

Sürekli atik görünmeniz ya da pek çok sektörde olduğu gibi işi yapmanızdan ziyade kendinizi iyi pazarlayabiliyor olmanız bekleniyor. Bir yandan geçimini asgari maaşla sürdürmek, bir yandan da mesleğini layıkıyla yerine getirmeye çalışan bir muhabire işin etik boyutunu anlatmak ise aç birinin karnını doyurmaktan ziyade ona yemek tarifi vermeye benziyor.

1990’lı yıllardan sonra pek çok alanda olduğu gibi gazetecilikte de sendikalaşmanın musalla taşına yatırıldığını söylüyor büyüklerimiz. En acı olanıysa, “ununu elemiş, eleğini asmış” bu ağabeylerimizin, yaşadığımız süreci normalleştirmeleri ya da “Biz de zamanında şunları yaşadık” diyerek, bu sömürüyü meşru kılmaları. Sanki bu koşullar, her gazetecinin geçmesi gereken zorunlu sınavmış gibi. Ne de olsa, bir sonraki adımda, yıllar geçtikçe kıdeminiz artacak, haber müdürlüğüne, köşe yazarlığına yükselecek, iyi bir gazete ya da televizyona girecek ve bu günleri “gülümseyerek” hatırlayacaksınız. Sanki mesele kendini “kurtarınca” çözülüyor.

Bu sorunlu bakış açısı, bugün özellikle genç kuşak içinde de yaygın ne yazık ki… Mesleki anlamda daha yüksek statü sahibi olmayı düşleyerek, bu dönemi geçici bir süreç olarak görebiliyor. Kendi sınıfsal konumuna yabancılaşan yerel muhabirin bu birey odaklı düşünce tarzı, sürecin benzin deposu olabiliyor. Bunun böyle olma sebebi ise “fikir işçiliği” diye addedilen diğer iş kollarında olduğu gibi, yerel muhabirlerin de kendilerinin orta-üst sınıfa dâhil olduklarını ya da dâhil olacakları beklentisiyle, kendilerini ait oldukları işçi sınıfından düşünsel manada koparmaları. Sendikanın ne işe yaradığını kavrayamamak, haklarından haberdar olmamak, sendikanın işe yaramadığını düşünmek gibi pek çok sorun da var. Ama tek tek konuştuğunuzda, yerel muhabirlerin örgütlenmesi konusunda ya da haklarını alamadıkları gibi şikâyetler herkeste mevcut.

Toplumdaki muhalif seslerin her geçen gün kısıldığı bu ortamda, bundan en fazla payını alanlar arasında medya çalışanları yer alıyor. Keza hapisteki ya da gözaltındaki gazeteciler, hakkında dava açılanlar ya da uluslararası arenada Türkiye’nin basın ve ifade özgürlüğü konusunda son sıralarda yer alması bunun açık göstergesiyken; yerel medya çalışanı olarak siz, yaptığınız işi sürekli sorguladığınız bir üretim sürecinden geçiyorsunuz. Yaptığınız özel haberlerle “temsil edilemeyeni temsil etmeye çalıştığınızı” düşünerek, özgür olmadığınız bir alan içinde kendinize adacıklar yaratmaya uğraşıyorsunuz. Çünkü sizden “dedi, ifade etti” kelimelerinin sıkça kullanıldığı bir tür raportörlük isteniyor. Mesleki bir özerkliğiniz kalmıyor ya da bunu korumak için çok yıpranıyorsunuz.

Öte yandan, yerel medyada da, yaygın medyada olduğu üzere matbaa çalışanı, yazı işleri gibi işin mutfağındaki emekçiler yer alıyor. Aynı sorunlardan onların da mustarip olduğunu görüyorsunuz. Bir yandan iş koşulları bir yerden siyasal iktidar baskısı altında mesleğinizi “artık ne kadar oluyorsa” yapmaya çalışırken, aslında “o haberi neden yazmamanız gerektiğini” ya da “nasıl etrafından dolanacağınızı” öğreniyorsunuz ki bunun meslek alışkanlığına dönüşmesinden korkarım.

Mesleğimize ve kendimize yabancılaştığımız bir sürecin içindeyiz. Bu durumdan kurtulmanın yolunun ise sendikal mücadeleyi büyütmekten ve sınıf farkındalığından geçtiğini biliyorum. Yani sadece işten çıkarılırken “Tazminatımı nasıl alırım?” diye sendika avukatlarına başvurmaktan ziyade, sendikayı bir hak olarak görüp, gazeteciliğin önündeki pek çok sorunu ve çözüm arayışını da tartışabileceğimiz ve somut adımlar atabileceğimiz bir yapı olarak görmek önemli diye düşünüyorum.

Kimse hakkımızı bize vermeyecek, yalnız olduğumuz sürece de yaşadığımız sorunları bireysel olarak algılayıp daha fazla yıpranacağız ve güçsüz olacağız. Aramızdan, sürecin “basamak” olduğunu düşünenler ise zaten yaşlandıklarında, genç gazetecilere “başlarından geçen bu normal durumu” anlatmaya devam edecekler. Biz kendi irademizle örgütlenmediğimiz sürece, sendikaların çözülme süreci de, işlevsizliği de devam edecek. Gazetecilerin artık kendi sorunlarına da kafa yormaları gerek.