Türkiye Barolar Birliği'ne karşı hukuku savunmak

Barolar Birliği son dönemlerde epeyce azalan toplumsal beklentileri de boşa çıkarmış, neredeyse kendi varlık sebebini inkâr eder noktaya gelmiştir. Evrensel nitelikteki hukuk ve demokrasi kavramlarını millilik ve yerlilik dayatması üzerinden ve adeta bir “milli hukuk” yorumu ile tüketmiştir.

Google Haberlere Abone ol

Ahmet Sevim*

Düşünce ve ifade özgürlüğü ve toplantı gösteri hakları demokratik bir toplum düzenin sağlanmasının asgari koşullarındandır. Eleştiri, kınama ve barışçıl gösteriler çoğunlukla ve doğası gereği siyasal iktidarlar ve kamu gücünü kullanan otoritelere karşı kullanılır.

Günümüz siyasal atmosferi için bunu söylemek oldukça lüks olacak ama devlet, bireylerin genel kabul gören toplumsal düşünce ve hatta resmi politika ve görüşlerin dışına çıkan düşünce ve beyanlarını güvence altına almak zorundadır. Bu tüm demokratik toplumlarda böyle kabul edilmiştir.

Türkiye’de ise, “resmi olanın” sınırları tüm bireysel özgürlük alanları örtecek şekilde alabildiğince geniş yorumlanmış ve ille de düşünce ve ifade özgürlüğünü kullandırılacak ise sınırı ve hukuksal güvenceden yararlandırılması da, devletin inayetiyle mümkün olmuştur. Bu nedenle düşünce suçlusu olan kader mahkûmları (“gerçekten düşünce suçlusu ise”) çıkarılacak demokratikleşme paketlerinden bahtına düşecek olanla yetinmek zorunda kalmaktadır.

İktidarların düşünce özgürlüğü karşısındaki özgürlükçü ya da sınırlayıcı tutumunu salt iktidarların yaklaşımı ile değil toplumdaki özgürlükçü ortam, demokratik değerlerin içselleştirilmesi, insan hakları kuruluşlarının gücü ve etkinliği, basın özgürlüğü ile de doğrudan orantılıdır.

Türkiye’nin gündeminde olan “Barış Pınarı Harekâtı”nın ülkenin güvenlik kaygılarından çok iktidarın siyasal kaygılarına dayandığı “savaş başlayana kadar” toplumun birçok kesimi gibi muhalefetçe de dile getiriliyordu. Ancak gerçeklikten koparılan toplumsal algı muhalefeti de, basını da ve hatta hukuk kurumlarını da önüne katmış, inancıyla, değer ve politikalarıyla çelişir vaziyette çırılçıplak ortada bırakmıştır.

Böylesi bir dönemde farklı, akli, insani ve hukuki olanı söylemek zordur. Zordur çünkü hamasi nutuklar, naralar, marşlar arasında sesinizi duyuramazsınız. Ola ki, sesinizi duyurdunuz, sesinizi duyan muhtemel devlettir. "Hukuk güvencesi, düşünce özgürlüğü..." diye başlarsınız ve muhtemelen cümlenizin devamını dinleyecek bir mahkeme bile bulmakta zorlanırsınız.

Bırakın demokratik toplumları, asgari hukuk güvencesinin olduğu bir ülkede bile, böyle bir dönemde barolar bireylerin ve demokratik değerlerin koruyucusu olarak toplumun nefes almasını sağlayan bir işlev görürler.

Barolar ve Barolar Birliği temel hak ve hürriyetlerin, hukukun üstünlüğünün ve hatta katılmadıkları, yanlış buldukları ve kendilerini bile hedef alan düşüncelerin ve ifade özgürlüğünün teminatı olmak durumundadırlar. Bu nedenledir ki, “Hukukun üstünlüğünü ve insan haklarını savunmak ve korumak, bu kavramlara işlerlik kazandırmak” hem baroların hem de Barolar Birliği'nin görevleri arasında sayılmıştır. Yasal metinlerde sayılmasaydı ne değişirdi? Hiçbir şey. Hukuk ve ahlak avukatların mesleğe ilk adımlarında okudukları yeminlerinin referansı çünkü. Böyle bir ant olmazsa ne olurdu? Barolar ve avukatlar varlıklarını insanlık tarihi boyunca verilen mücadele ile elde edilen bu değerlere borçludurlar yani bu kurumların varlık sebebi, yani hukuktan ve ahlaktan kaçarı yok.

Herkesin yutkunduğu ve etrafına bakındığı bu zorlu dönemde, Barolar Birliği'nden ve barolardan bir adım öne çıkarak, insan olmanın hazzını yaşatan eleştiriyi, itiraz etmeyi, ahlakı ve hukuku hatırlatmalarını istemek hakkımız. Bu bizim hakkımız, baroların ise görevi.

Toplumda, siyasette ve hukuk dünyasında karşılık bulmasa bile tarihe not düşmek adına ve var olma refleksi ile kimi barolarca yapılan açıklamalar oldukça anlamlıdır. Bu açıklamalar, hâlâ hukuk kurumlarının nabzının attığının göstergesidir.

Barolar Birliği ise son dönemlerde epeyce azalan toplumsal beklentileri de boşa çıkarmış, neredeyse kendi varlık sebebini inkâr eder noktaya gelmiştir. Evrensel nitelikteki hukuk ve demokrasi kavramlarını millilik ve yerlilik dayatması üzerinden ve adeta bir “milli hukuk” yorumu ile tüketmiştir. Hukuku ve demokratik değerleri bir teferruata indirgeyen, hukuk düzenini kamu düzenine boğdurmada beis görmeyen, ölü doğan demokratikleşme paketini muştulayan bir Barolar Birliği Başkanı için bile sivillerin katline cevaz vermek oldukça fazla ve dehşet verici.

Bu manzara karşısında ortada cevaplandırılması gereken oldukça zor bir soru var. Barolar Birliği tarafından insani ve vicdani itirazların ihanetle itham edildiği bu dönemde hukuka sadakati kim savunacak? Hukuku hukukçulara kim anlatacak?

*Av. Batman Barosu