Kentsel dönüşüm ve CHP'li belediyeler: Deprem korkusu mu rant kapısı mı?

Sosyal demokratlık iddiasındaki CHP belediyelerinden, birçok örnekte adeta kangrene dönüşmüş, milyonlarca kişiyi ve tüm şehrin yaşam kalitesini etkileyen bu kentsel dönüşüm mevzusunda halkın ve çevrenin yanında olduğunu gösteren yeni bir şeyler söylemesini ve yapmasını, en azından bu yönde samimi bir çaba göstermesini beklemek çok aşırı bir talep olmasa gerek.

Google Haberlere Abone ol

Ayfer Karakaya-Stump

Kentsel dönüşüm, 1999’da yaşanan depremden sonra dilimize giren bir ifade. Resmi ağızlar son yirmi yıldır böyle bir dönüşümün beklenen büyük İstanbul depreminde yaşanacak yıkımı en aza indirmek için gerekli ve kaçınılmaz olduğunu söylüyor; konuyla ilgili yasalar, yönetmelikler çıkarıyor. Teoride tamamıyla kamu yararına, makul ve yerinde bir politika bu. Ama gelin görün ki uygulamada durum pek de öyle değil. Tersine, kentsel dönüşüm projeleri öngörülen faydanın çok dışında, hatta tersine amaçlara hizmet ediyor.

Buradaki öncelikli ve temel sorun, kentsel dönüşümün depreme karşı önlem almak değil müteahhitlere yeni rant yaratmak mantığı ile yürütülüyor olması. Kentsel dönüşüm adı altında yıkılan binaların, şehrin en zayıf yapılarına sahip çeperlerinde değil de Bağdat Caddesi, Erenköy, Etiler gibi emlak açısından en kıymetli, ama deprem açısından belki de en az riskli (en azından son derece sağlam bir zemine sahip Etiler için bu böyle) semtlerinde yoğunlaşmış olması bunun en açık ve ironik göstergesi. Söz konusu semtlerdeki emlak rantı artık ne kadar yüksekse, derin bir ekonomik krizden geçtiğimiz şu günlerde bile müteahhitlik firmaları bu ballı pastadan pay kapabilmek için birbirleriyle rekabete girmiş durumda. Baş hedefteki yerler ise, benim de doğup büyüdüğüm ve halihazırda bir daire sahibi olduğum, zamanında işçi ve memur kooperatifleri olarak kurulmuş, arazisi nispeten geniş eski apartmanlar ve siteler. Buralar aynı zamanda bahsi geçen semtlerin bugüne kadar gelebilmeyi başarmış nadir yeşil alanlarını muhtevi yerler.

Devlet, bu tip binalardaki kat maliklerini, hiçbir hukuki ve maddi koruma sağlamaksızın güçlü müteahhit firmalarının, deyim yerindeyse, önüne atmış durumda. Elbette daire sahipleri arasında da, kendi paylarına düşecek rant cüzini gözeterek bu süreçlere güçlü destek verenler veya tümüyle edilgen bir tavır takınanlar var. Ama yaşam alanlarını bu “rantsal dönüşüme” kurban etmemek için mücadele veren insanlar da hemen hiçbir binada eksik değil. Bütün bunların sonucunda birçok örnekte ortaya çıkansa, uzun ve sert tartışmalar, kavgalar, açılan davalar nedeniyle birbirine düşman olan komşular ve nihayetinde, eğer süreç devletin ve kısa vadeli ekonomik rant beklentisi içerisinde olanların öngördüğü şekilde tamamlanırsa, artan betonlaşma, aynı alanda katlanan nüfus ve trafik, dağıtılan mahalleler ve yok olan yeşil alanlar.

Mikro düzeyde sürecin nasıl işlediğini kendi kişisel gözlem ve deneyimlerim üzerinden kısaca anlatayım. Genellikle bir binanın riskli ilan edilmesi ile süreç başlıyor. Bu süreci başlatmak için, bir veya birkaç kişinin harekete geçmesi yeterli oluyor. Muhtemelen her yerde aynı fütursuzlukla yapılmıyordur, ama mesela biz, bir sabah binamızı delen koca koca matkapların sesiyle, korku ve dehşet içinde uyandıktan sonra ancak ne olup bittiğini öğrenebildik. Resmen başvuran kişi kat maliklerinden biriymiş, ama yaklaşık on bin lira gibi bir meblağa mal olan bu karot alımına, bizzat firma sahibinin ifadesiyle “vesile olan” binaya talip olan müteahhit şirketin kendisiymiş.

Diyebilirsiniz ki bunda ne var? Yapılan saygısızlık veya etik dışı olabilir, ama nihayetinde bir bina riskliyse zaten kim orada yaşamak ister ki? Ancak mesele göründüğü kadar basit değil. Her şeyden önce, konunun uzmanlarından öğrendiğime göre, yeni yasayla belirlenen standartlar o kadar yüksek ki, İstanbul’daki binaların kahir ekseriyeti, buna yeni yapılanları da dahil, test edilse illa ki riskli çıkacak durumda. Ayrıca konuya riskli-riskli değil gibi bir ikilemle yaklaşmak yanlış, zira riskin de seviyesi var. Eski bir bina, yaşından dolayı otomatik olarak riskli olacaktır zaten, ama bu risk binanın acilen tahliyesini gerektirecek oranda olmayabilir. Dahası, riskli bir yapı, risk oranına göre farklı şekil ve seviyelerde güçlendirilerek de amaç hasıl olabilirmiş. Oysa uygulamada hemen hiçbir zaman bu güçlendirme seçeneği ciddi olarak değerlendirilmeye bile alınmıyor; zaten devlet de bu seçeneği değil, aslında son derece radikal bir müdahale olan, tüm binanın yıkılıp yeniden yapılmasını dolaylı bir şekilde teşvik ediyor.

Bu “teşvikin” nasıl verildiğini şöyle açıklayayım: Bir bina bir kez riskli ilan edildi mi, yasaya göre belli bir süre içinde mutlaka yıkılması gerekiyor. Diyelim ki siz binanızın yıkılmasını istemiyorsunuz veya güçlendirme olasılığının ciddi şekilde değerlendirilmesi taraftarısınız. Yapmanız gereken öncelikle bir avukat tutup riskli raporuna itiraz davası açmanız. İkinci durumda ayrıca, mahkemeye sunulmak üzere bir bilir kişiye ayrıntılı bir güçlendirme projesi çizdirmeniz gerekiyor. Bu hiç şüphesiz zorlu ve pahalı bir süreç; zira bu hizmetleri satın almanın karşılığı on binlerce liraya tekabül ediyor. Diyelim imkanınız var ve böyle bir yola girdiniz; bu sefer de zamanla yarışıyorsunuz, çünkü yıkım yerine güçlendirmenin hem ekonomik fayda hem de kamu yararı açısından daha iyi bir alternatif olduğunu kanıtlamanız için size tanınan sadece birkaç aylık bir süre. Bu arada bina yıkılırsa, geçmiş olsun; böyle bir yıkımın geriye dönüşü olmuyor.

Devam edersek, riskli raporu çıktıktan sonra sürecin ikinci aşamasına geliniyor. Bu, müteahhitlik firmalarıyla doğrudan (daha doğrusu “açıktan” diyelim, zira birçok durumda firmalar daha risk raporu alma sürecinde perde arkasından sürece müdahil oluyorlar zaten) bağlantılı bir aşama. Bu noktada, kat maliklerinin 2/3’ünün desteğini alarak bir müteahhitle sözleşme imzalanması gerekiyor. Binanın, alınan riskli raporuna binaen belli bir süre içinde yıkılmasının gerekliliği bu aşamanın nispeten hızlı bir şekilde tamamlanması yönünde insanlar üzerinde baskı yaratıyor. Bu baskı ve sürece ön ayak olanlarca kullanılan çeşitli ikna ve (gecikirseniz noter parası cebinizden çıkar, evinizi satışa çıkarırlar gibi) korkutma yöntemleri gereken 2/3 desteğin sağlanmasını kolaylaştırıyor. Bizim özel durumumuz geneli ne kadar yansıtır, bilemiyorum, ama bu sayıya ulaşmakta sıkıntı çekildiği durumlarda usulsüz olağanüstü toplantı yapıp karar almaktan, imza taklit etmeye, hatta sahte vekaletname düzenlemeye kadar çeşitli gayri-ahlaki ve gayri-yasal yollara başvurulduğu da vakidir, en azından bu yönde açılmış davalar mevcuttur. Ancak bu tip sorunların farkında ve bunlardan rahatsız olan kişilerin çoğunluğu, “başım derde girmesin” veya “bu ülkede zaten işler böyle yürür” diyerek, ama daha çok da maddi imkansızlıklardan dolayı yasal yollara başvurmaktan imtina ediyorlar. Bu maddi olanaksızlıklar konusu işin tam da bam teli aslında (hayır, Etiler gibi semtlerde yaşayan herkes para içinde yüzmüyor). Öyle ki sözleşmenin düzenlenmesi ve imzalanması sürecinde kat maliklerini temsil eden avukatın parasını bile, sözleşmenin diğer tarafı olan yüklenici müteahhit firma ödeyebiliyor, bizim binamız özelinde olduğu gibi. Bu şekilde kaleme alınan bir sözleşmede, kat maliklerinin haklarının ne kadar korunabileceği sorusunun değerlendirmesini okuyucuya bırakıyorum.

CHP’Lİ BELEDİYELER KENTSEL DÖNÜŞÜMDE KİMİN VE NEYİN YANINDA (OLMALI)? 

Devlet, vatandaşı müteahhitlerin önüne atıyor derken kast ettiğim işte tam da özel avukat istihdam eden zengin müteahhit firmalarına karşı, kendi içinde bölünmüş ve hukukun korumasını satın alacak maddi güce sahip olmayan sıradan vatandaşlar arasındaki güç dengesizliğidir. Bu şartlar altında ve kısa vadeli rant mantığı ile yürütülen kentsel değişim projelerinin kamu ve şehir adına iyi ve sağlıklı sonuçlar vermesi imkansız. Buna rağmen, inşaat sektörüne abanarak ekonomiyi su üstünde tutmaya çalışan bir hükümetin bu politikada ısrar etmesini anlayabiliyorum. Anlayamadığım, belediyelerin, daha özelde CHP belediyelerinin bu durum karşısındaki tavrı. Özetle söylemek gerekirse, AKP hükümeti ve CHP belediyeleri kentsel dönüşüm konusunda görebildiğim kadarıyla zerre ayrışmıyor. Evet, Ekrem İmamoğlu, kentsel dönüşümün yerinde dönüşüm şeklinde yürütülmesi gerektiği yönünde sözler etti; ancak bu konuda (zaman dikkate alınırsa anlaşılır bir şekilde) henüz atılmış bir adım yok. Ayrıca, Beşiktaş Belediyesi’nde görüştüğüm kişilerin söylediğine göre, İmamoğlu bunu sadece “riskli alan” ilan edilen yerlere atfen söylemiş, rantı yüksek Etiler gibi semtlerdeki “riskli bina” ilan edilen yapılar için değil. Bu söylenen ne kadar doğrudur, bilemiyorum, ben Beşiktaş Belediyesi’ndekilerin yalancısıyım.

İmamoğlu’nun ilgili sözlerinin tam olarak hangi kasıtla söylendiğini ve nasıl bir sonuç doğuracağını şimdilik bir kenara koyarsak, ilçe düzeyinde konunun tam da burada eleştirilen mantıkla ele alındığını maalesef şahsen gözlemleme durumunda kaldım. Tabii genelleme yapmak istemem, zira benim gözlemlerim Beşiktaş ilçesi ile sınırlı. İsim vermeden konuyu biraz açayım: Etiler’in en kıymetli arazilerinden birinde yer alan dört bloklu bir sitenin, benim de bir daire sahibi olduğum bloku da dahil son 4-5 yıldır kentsel dönüşüme tabi tutulması yönünde çabalar ve girişimler var. Bu süreçte, yeterli imza sayısına ulaşmak için yaşanan, halihazırda mahkemeye yansımış usulsüzlüklerden bahsetmeyeceğim, zira bunlar doğrudan belediyeyi ilgilendiren hususlar değil. Belediyeyi ilgilendiren kısmı, belli bir müteahhit firmasının -A firması diyelim- diğer rakiplerini de ekarte ederek, farklı tapulara sahip olan dört blokun hepsi için yıkım-yapım projesini alması yönünde belediye yönetiminin takındığı kayırmacı tavır ya da daha hakkaniyetli bir ifade kullanmak gerekirse, bu yöndeki yaygın dedikodular.

Doğma büyüme bir Beşiktaşlı ve bir CHP seçmeni olarak, hem söz konusu dedikoduları sormak hem de bir sosyal demokrat parti belediyesi olarak önemseyeceklerini tahmin ettiğim, kat maliklerinin haklarının ve Etiler’in yeşil alanlarının korunmasına dair birtakım endişe ve önerilerimi paylaşmak niyetiyle Belediye Başkanı’ndan randevu istedim. Bana özel kalemden geri dönüş olmadı. Sonrasında, bir tanıdığın da araya girmesi ile başkan yardımcılarından ikisi ile, yanımda bir başka kat maliki olduğu halde görüşme olanağı buldum. Her iki başkan yardımcısı da uzun uzun bize, yapı riskli olunca yıkmaktan başka çare olmadığını, bunun da ancak özel müteahhit firmaları eliyle yapılabileceğini, zaten hükümetin de bu yönde bir irade gösterdiğini, kendi ellerinden farklı bir şey gelmediğini anlattı. Bizim “Peki bir sosyal demokrat parti olarak, kentsel dönüşüm konusunda sizi AKP’den ayıran nedir? Üçüncü bir yol bulmak için herhangi bir çalışmanız var mı?” diye sormamız üzerine, başkan yardımcılarından biri son derece nahoş bir tavırla konuşmayı sonlandırmayı tercih etti. Diğer başkan yardımcısının tavrı daha profesyonel ve medeniydi; onunla çok daha uzun konuşma fırsatımız oldu. Bu kişiye, A firmasının belediyenin üst yönetimi ile yakın ilişkisi olduğuna dair dedikodulardan ve bizzat firma sahiplerinin bu yöndeki ifadelerinden bahsedip, kendisinden konu hakkında açıklama isteme fırsatımız bile oldu. Bu sorumuza, biraz ajite bir ses tonuyla aldığımız yanıt, “A firmasını bırakın tanımayı adını bile duymadım” şeklinde açık ve net oldu. Oysa bahsettiğimiz dedikodular belediyenin bu firmayı diğer firmalara karşı kayırdığından, hatta sonradan sitemize fazladan kat verilmesi yönünde düzenlemeler yapılarak bahsi geçen firmaya ek rant sağlanacağına kadar çok ciddi iddialar içeriyordu. Ayrıca firmanın belediye ile sıcak ilişkiler içerisinde olduğuna dair bir takım somut işaretler de yok değildi. Nitekim daha önce bizzat bulunduğum bir toplantıda olduğu gibi, bizim belediyedeki bu görüşmelerimizden sonra da A firması ile kat malikleri arasında yapılan bir başka toplantıda, yine bizzat firma sahibi Beşiktaş Belediyesi üst yönetimi ile çok yakın olduklarını, sık sık görüştüklerini ve belediyenin bu işi (neden acaba?) bir an önce bitirmeleri yönünde baskı yaptığını gayet açık bir dille ifade etti.

İtiraf etmeliyim ki söz konusu kayırmacılık iddialarını kanıtlayacak daha somut deliller yok elimde. Ama zaten bu tam da “böyle şeyin yazılı belgesi mi olur?” türünden bir mesele değil mi bu? Buna rağmen bu iddiaları sadece dedikodudur, hatta belki de firmanın kendini bağlantıları sağlam ve güçlü göstermek için bizzat uydurduğu dedikodulardır diyerek es geçsek bile, ortada olan bir gerçek var ki o da CHP belediyelerinin, en azından halihazırda kentsel dönüşüm konusunda halka sunabilecekleri farklı bir vizyonlarının olmadığıdır. Hiç şüphesiz kentsel dönüşüm son tahlilde AKP merkezi hükümetinin bir politikasıdır, komşular arasında kaosu ve çatışmayı adeta kaçınılmaz kılan ilgili yasa ve düzenlemeleri çıkaranlar da onlardır. Dolayısıyla bu konuda belediyelerin hareket alanlarının sınırlı olduğunu biliyor ve teslim ediyorum.

Ama bu sınırlı alan içerisinde bile, niyet ve yaratıcılık olduktan sonra yapılabilecek bazı şeyler olduğunu düşünüyorum. Mesela belediye kamu yararına yeşil alanları korumak adına konuya başka bir düzlemden müdahil olamaz mı? Bu amaçla yıkım yerine güçlendirme seçeneğinin değerlendirilmesi yönünde ısrarcı davranıp, gerekirse kat maliklerine bilirkişi vs. gibi konularda destek sunamaz mı? Anlaşmazlık durumunda aralarında arabuluculuk yapamaz mı? Veya müteahhit firmaları ile kat malikleri arasındaki güç dengesizliğini bir nebze olsun gidermek için hukuki danışmanlık hizmeti veremez mi? Bütün bu ve benzeri önerilerin son tahlilde yapılabilirliği ne kadardır, elbette araştırılması gerek. Ama sosyal demokratlık iddiasındaki CHP belediyelerinden, birçok örnekte adeta kangrene dönüşmüş, milyonlarca kişiyi ve tüm şehrin yaşam kalitesini etkileyen bu kentsel dönüşüm mevzusunda halkın ve çevrenin yanında olduğunu gösteren yeni bir şeyler söylemesini ve yapmasını, en azından bu yönde samimi bir çaba göstermesini beklemek çok aşırı bir talep olmasa gerek.