Godot'yu beklerken: Avukatın işi, savcının gücü

Cezaevleri karabataklar olup çıkmış durumda; öyle ya da böyle tutukluluk unsurları dahi tartışılmadan, her defasında -topun bir sonraki evreye atıldığı yargı sisteminde- tutuklanıp içeri giren kişi, adaletin tecellisini değil; umutsuzca bu keyfiyetin akıbetini bekliyor. Günler, aylar, belki de yıllar; uzadıkça uzuyor tutukluluk süreleri...

Google Haberlere Abone ol

Ekrem Baş*

İnsan işte, uğraştığı şeyin şeklini alıyor. Yolda yürürken bir acı zerresine rastlasa, gömleğinde izi kalıyor. Bir madalyon gibi taşıyor bu izi.

Avukat, yani yargı mensubu; cübbenin üç atlısından biri. Kimine göre kutsal savunma, yargının en vazgeçilmez unsuru. Kimine göre ise ‘’Avukat da kim oluyor!”

Evet, son yakışıklı meslek, bildiğimiz avukatlık. Mesleğin külünü yutmuş kulağı kesikler için bu ibarenin de elbet bir karşılığı var; içi beni yakar dışı seni!

Peki, ben, yani henüz birkaç yıllık kıdemle adliye, ofis ve ceza evleri arasında mekik dokuyan bir genç avukat olarak ben, neyden yakınıyorum da bu yazıyı kaleme alıyorum? Hiç oyalamadan söyleyeyim: Yargının en vazgeçilmez unsuru olan savcılardan.

Bilindiği üzere savcı soruşturmanın patronu. Biraz kitap okumamışı polis; avukatlıktan atananına ise can kurban. (Halden ancak o anlar) Bugün parmaklarımızın ucundan dökülen umut dolu dilekçeleri vermek için odalarının önünde sıraya girdiğimiz, deyim yerindeyse emekli kuyruğu gibi uzadıkça uzadığımız bu kurum.

“Yahu bu avukat milleti de hep aynı. Sadece kendi penceresinden bakıyor olaya!”

(Evet öyle.) Daha geçenlerde yanlışlıkla vatandaş asansörüne binen bir savcının ağzından dökülüyordu bu cümleler. Yemekten az biraz geç dönüyordu kendisi görev başına. Büyük ihtimalle kalemi aramıştı ve “Odanın önünde avukatlar var, onay imzanızı alıp belge sunacaklar ve dosya inceleyeceklermiş savcım.” diyerek çağırdı onu. Böyle olduğunu düşünüyorum çünkü şanslıyım. Yanlışlıkla benim ve vatandaşların kullanımına tahsis edilmiş olan asansöre binmişti ve işte yan yanaydık. Çünkü ben de tıpkı tüm meslektaşlarım gibi çoğu zaman kapısının önünde elimde dilekçe suretleriyle, yemekten dönmesini bekleyen ekipte buluyorum kendimi. Ama şimdi yan yanaydık işte. Kime niyet kime kısmet…

Ceza Muhakemeleri Kanunu’na göre savcı soruşturmanın efendisi. Bazı statükocu doktrincilere göre ise padişahı, imparatoru. Benim durduğum yerden bakınca gördüğüm; “Şu dilekçemi okumuş mudur?” diye merak ettiğim kişi değil mi o? Evet o. Dilekçe dediysek; diyorum ki içinde bazen; delil yok, tutuk nedenleri oluşmamış, kovuşturma aşamasında beraatı kuvvetle muhtemel, tahliye verin de adalet yerini bulsun, diye yakardığım zavallılar hani(?)

Cevap gecikmiyor; “Siz talebinizi yapmışsınız, biz mahkemeye gönderdik reddetmiş.”

“E bir mütalaa verseydiniz Sayın Savcı?”

“Bizi töhmet altında bırakıyorsunuz ama Avukat Bey”

“Yahu okumamışsınız bile dilekçemi?"

“Nereden çıkarıyorsunuz, inceledik biz (siz?)”

“Savcı Bey, tartışmak niyetinde değilim ama ben bu dilekçemde, tahliye talebimi Hakimlikten değil, CMK Madde 130 Fıkra 2 uyarınca sizden istedim. Sizin incelemenizi talep ettim. Bakın.(burada dilekçemdeki konu başlığını gösteriyorum, ağırdan ve istemeyerek başını kaldırıyor)

“Anladım, koyun oraya tekrar değerlendirelim biz…”

Avukatlığım bu diyalogla bezdirilirken, tutuklu müvekkil görüşte, itirazımızın sonucunu soruyor. Diyorum ki “bir hafta daha bekleyeceğiz, Savcı tekrar değerlendirecek.”

Benim gayretim tükenmekteyken, müvekkil tutuklulukta izafi olan saniyeleri birer saat yaşamaya devam ediyor elbet. Kaldı ki bu diyalog yalnızca masum bir örnek. Savcı da insandır, gözünden kaçmıştır amenna. Bu aşamada yazan taraf olma avantajımı kullanıp, örnekleri çoğaltmayacağım. Takdir okurun.

Yine de biz başka bir pencereden değerlendirelim meseleyi. Mesleğimin bu aşamasında yazdığım her dilekçede tek amacım bu imparatorluk keyfiyetini daraltmak. Bazen de müvekkilime yazdırıyorum dilekçe; çift dikiş olsun, tam olsun diyorum. Art arda gelen gerekçesiz ret kararlarından da yılmıyorum üstelik. (İşimiz insan, işimiz hak arayışı) Diyorum ki içimden; demek ki devlet birkaç kişiye de sırf ret kararları yazsın diye ödeme yapıyor. E helal…

Ama hani Sayın Cumhurbaşkanı’nın Yeni Yargı Reformu tanıtım konuşmasında bahsettiği “Gerekçeler kopyala-yapıştır olmayacak artık.” ifadesi de yanı sıra yürüyor zihnimde. Ama sonra diyorum; bunla ilgili zaten kanuni dayanak yok muydu ki…

Savcılık sistemi İstanbul özelinde adliyeden adliyeye değişiklik gösteren bir teamüle sahip. Ekseriyetinde koridoruna girmek için ön bürodan bir talep dilekçesi yazıp, güvenlikten bir telefon aramasıyla kalemini ikna edip, kimliğimi kapısına bırakıp yine de şanslıysak varabiliyoruz yanına. (Pardon kaleminin yanına) Yani bir bilgisayar oyunundaki level'ları sek sek sekerek geçmek gibi. Gerçi oyunlardaki bu uğraş daha anlamlı olabilir, bir sonuç vadediyor en azından. Savcılıkta ise, içerideki kalem, geçilen level'lara rağmen “Avukat mıydınız?” diye tekrar sormaktan çekinmiyor. “Evet avukatım, siz de oyun sonundaki o prenses misiniz?”

Bir başka örnekte, savcılarımızdan biri güvenliğe talimat vermiş; ne benim ne de kalemimin yanına avukat alın, demiş. Bende uysal kuzu, yapmışım talebimi ön bürodan, dayanmışım güvenliğe. “Kesin talimat var, arayamıyoruz.” cevabıyla karşılaşmışım. Nafile bir çabayla “Yahu kanuni hakkımı kullanacağım, dosyamı inceleyeceğim, vekâletnamem dahi var!” diyorum. “Yok, kesin talimat verdi, bize verilen talimatın dışına çıkamayız,” diyor ve ekliyor; “İsterseniz şikâyet edin Avukat Bey”.

Yanlış duymadınız, emekçi güvenlik arkadaşım bana kanuni yolu gösteriyor. Ben de teşekkür ediyorum elbet, onun ne günahı var. Ama gerçi hangi suç oluşuyordu bu durumda. Yani bu bilgiye sahip olmam gerekiyor ki gidip şikâyet edeyim değil mi? A pardon bir de nereye şikâyet edeceğimi bilmem gerekiyor elbet. Şansa bakın ki bilmiyorum. Avukatım ama karşılaştığım bu durum karşısında etkili bir çözüm getirecek bir şikâyet kurumu gerçekten bilmiyorum. Benim cübbem o keyfiyeti aşamıyor, evet acı gerçek bu, cübbem bu anda işe yaramıyor. Dönüp ön büroya, Avukatlık Kanunu’ndan kaynaklı haklarımı da yazıp, bilgilerimi iliştiriyorum talep dilekçeme. Godot’yu bekler gibi beklemeye koyuluyorum sonra. Godot bir gün gelecek ve o gün güneş batmayacak Estragon!

İzahını yapamadığım ve mizah hikâyesinin eli mahkûm karşı kahramanı olduğum bu tür hadiselere ‘mesleki boşluklar’ deyip geçmeli miyiz peki? Peki, ama birileri cezaevinde gün sayıyor, birilerinin hayatları kaybolup gidiyor, bunu kime anlatacağız?

“Yahu Avukat Bey, benimle havanda su dövmeyin, suçu olmasa tutuklanmazdı!”

“Pardon? Ceza Yargısı’nın şu en vazgeçilmez ilkesi olan masumiyet karinesini ne yapacağız?”

“Onu, yeri gelince mahkemede anlatırsınız.”

Belki benden daha akıllı bir avukat meslektaşım bunları yaşamıyordur, bilemiyorum. Belki moda deyimle yargı dağıtıp tutuğunu kopartıyordur, gerçekten bilemiyorum. Ama gördüklerimden öğrendiğim şeyler var;

Cezaevleri karabataklar olup çıkmış durumda; öyle ya da böyle tutukluluk unsurları dahi tartışılmadan, her defasında -topun bir sonraki evreye atıldığı yargı sisteminde- tutuklanıp içeri giren kişi, adaletin tecellisini değil; umutsuzca bu keyfiyetin akıbetini bekliyor. Günler, aylar, belki de yıllar; uzadıkça uzuyor tutukluluk süreleri. Üstelik kendisiyle birlikte dışarıdaki yakınları, yeni doğan bebeği, bakmakla yükümlü olduğu ailesi yahut bu üzüntüye dayanamayıp kalp krizi geçiren annesi, babası da mağdur ediliyor. Dahası cezaevi koşullarına maruz kalmasın diye yanına almadığı bebeğini, haftalık görüş saatlerinde özel izinle emziren annenin dramı bambaşka hazin bir mesele…

Bu örnekler okuru üzmemek için seçtiğim ortalama örnekler elbet. Tanıklıklarımın dışavurumu her biri. Dahası var, fazlası var. Neyse…

“Sizin meslek de zor yahu, onca acı, onca dram!”

Evet, biz o acıların ilacı olmaya koyulan bir azınlığız. En azından avukatlık mesleğini hâlâ böyle icra eden türdeşlerim adına konuşabilirim sanırım. O bataklık bizim ve bir gün kurutup, işleyip çiçek ekeceğiz. Ama olduğumuz yerde bekleyerek değil, emeğimizle, mücadelemizle, ittirmeden gitmeyen bu arabayı menzile sürmeye devam edeceğiz. Çünkü bunu biz yapmazsak, yapacak başka birileri yok. Kim demiş Godot’yu beklemek alelade bir uğraştır diye Vladamir?

Bir gün her mahkûm çıkacak bulunduğu cezaevinden, ama biz orada olmaya devam edeceğiz. Görevimiz bu olduğu için değil, ‘oradaydık’ diyebilmek için.

*Avukat