AKP imajında aşınma: AKP seçim kazanmayı beceremiyor mu?

Dolaylı ve dolaysız olarak geniş kitlelerde (özellikle ‘dava’dan dolayı değil muktedir olduğu için AKP’ye oy verenlerde) bu aşınmanın sonucu, oy verecek yeni güçlüler, daha doğrusu bu imaja sahip olanları aramak olacaktır, ama maalesef bu imajın kendisi sorgulanmayacaktır…

Google Haberlere Abone ol

Bülent Bilmez*

Başlıktaki pek sorulmayan sorunun bugün çoğu insanın bilinçaltında yattığından eminim…

Bugüne kadar AKP’lilerin özgüvenini artıran ve aynı zamanda AKP karşıtlarının da zımni olarak kabul ettiği, ‘ne yapar eder kazanırlar’ duygusu, son zamanlarda sönümlenmeye başladı gibi… Aslında içinde, ‘gerekirse zorla ve hileyle kazanırlar’ gibi pek övünülmeyecek bir ima da taşıyan bu duygu, özellikle ‘dava’ sahibi olmayanlar için, günümüz siyasetinde önemli bir cazibe kaynağı olabiliyor maalesef…

Nihayetinde, siyasetin, neoliberal pazar anlayışıyla vahşi rekabet anlamına geldiği; sonucu gösteren ‘tabela’nın her şey olduğu; hatta tabelada hangi sonucun yazıldığı değil, kimin tarafından yazıldığının önemli olduğu bir çağda yaşıyoruz. Makyavelli’nin nal toplayacağı bir çağda…

İşini bilen memurlardan, işini bilen siyasetçilere ulaşılan bir yolun sonunda, bir bütün olarak siyasetin ve toplumun kaybettiği noktadayız. Bir avuç mahir/becerikli siyaset erbabının, en maharetli reislerinin yönetiminde oynadıkları ‘demokrasi oyunu’ olarak siyasetin seçimlere indirgendiği bir noktada… En rekabetçi pazarlarda bile yaşanmayan kandırmacaların ve hilelerin maharet sayıldığı seçim süreçleri, demokrasinin en büyük kanıtı sayılıyor -neredeyse bütün dünyada...

Zafer yolunda herhangi bir yöntemin ne kadar iyi, doğru veya etik olduğu değil ne kadar başarılı kullanıldığı, ne kadar becerilebildiği önemli oluyor. Her türlü baskıcı yöntemle ve dayatmayla da olsa seçim kazanmayı becermek, meşruluk kaynaklarından biri olan kamuoyu desteğini, en azından rızasını birlikte getirebiliyor…

Bir süredir istediği rahatlıkta kazanamadığı seçimler sonucunda bu iktidarın, hakkıyla kazanıp göreve başlayanları keyfi nedenlerle görevden alması, istediği yere kayyım ataması bile, bunu yapabiliyor olmanın ya da muhalefetin bunu engelleyemiyor olmasının verdiği bir meşruiyet kaynağına dönüşüyor. Nasıl elde edilmiş olursa olsun, güç, bizzat varlığıyla sorgusuz bir cazibe kaynağı, rıza üretim aracı oluyor.

Güya ‘demos’un kendini yönetmesi anlamında ‘demokrasi’, demosun kendisini zorla yönetenin gücüne rıza gösterdiği, giderek desteklediği ve hatta taptığı bir sisteme dönüşüyor!

Demos’suz demokrasi mümkün olmayacağı için, aslında ‘demokrasi’ denilen oyun, yönetenlerle yönetilenler arasında sado-mazo bir performansa dönüşüyor…

SEÇİM CAMBAZI İPTEN DÜŞMEK ÜZERE Mİ?

Siyasette tüm dünyada yaşanan ‘popülizm’ denilen, asıl ‘vulgerizm’ adını hakkeden içler acısı durum, ayrıca detaylı olarak ele alınmalı, elbette daha derinlikli olarak analiz edilmelidir, ama bu yazıda dikkat çekmek istediğim, Türkiye’de bu süreçte seçim kazanma mahareti herkesçe kabullenilen AKP’nin son zamanlarda bu imajının aşınmasıdır…

Böyle bir konjonktürde her zaman en başarılı aktörlerden biri olarak görünen AKP ve maharetli reisi ise son zamanlarda bu konudaki rakipsizlik imajını kaybediyor…

Müesses nizamın onlarca yıllık baskı ve zulüm rejimine tepki olarak AKP, İslami çevreler başta olmak üzere geniş bir mağdur halk tabanını arkasına alarak ve farklı muhalif çevrelerin en azından rızasını alarak, yirminci bir yüzyılın ilk on yılında seçimleri müesses nizamın direncine rağmen kazanmayı başarmıştı. Bu süreçte asıl mikro siyaset ve taban çalışmasıyla başarı kazanan ve birçok konuda akıntıya karşı kürek çekmek zorunda olan AKP, karşısındakilerin devlet olanaklarıyla ve ülkenin sahibi edasıyla/küstahlığıyla uyguladığı baskıya direndiği gibi, siyaset yapmanın reklam ve tanıtım kampanyalarından ibaret olmadığını, ‘demokrasi oyunu’nda giderek daha büyük rol oynayan bu araçların yanı sıra sosyal ve siyasal dayanışmanın ve aslen mikro siyasetin önemini de unutmadı. Elbette kurulduktan hemen sonra hükümeti de kurmuş olmanın verdiği güçle mümkün olduğunca hızlı ve yaygın şekilde geçmişin dezavantajlı kesimlerine sınıf atlatma veya en azından pastadan pay/kırıntı sunma politikası en önemli araçtı ama kültürel ve sosyal düzlemde tabanda yaşanan ‘mağdur’ ve/ya ‘madun’ dayanışmasını hâlâ önemsiyordu…

Siyaset, Türkiye’de giderek dava mücadelesi olmaktan çıkıp acımasız ve çıplak bir şekilde bir zümrenin ve hatta bir kişinin iktidarını devam ettirme mücadelesine dönüştüğü oranda, AKP de asli vasıflarını yitirip bu mücadelenin aracına dönüştü. Sadece iktidarda olmak/kalmak için verilen, giderek acımasızlaşan ve çirkinleşen mücadele sürecinde, Türkiye’nin en büyük partisi, bizzat liderliği tarafından dönüştürüldü: Lider kadronun yerini tek bir lider aldıkça, zamanla bu liderin reisliği her şeyin önüne çıkınca, koca parti, merkezden en uzak periferiye kadar kendini tekrarlayan bir ‘pastadan pay kapma yarışı’nın hâkim olduğu acımasız bir mücadeleden ibaret olmaya başladı.

Kurduğu değişik ittifaklar üzerinden devletin olanaklarından giderek daha çok yararlanmayı başaran AKP, yirmi birinci yüzyılın ikinci on yılına yeni bir çehreyle girmişti: Geçmişte baskıcı tek parti rejimlerini yaşatan, müesses nizamın içinden çıkmış CHP, DP ve ANAP gibi ve onlar kadar güçlü bir şekilde iktidara gelmeyi başaramasa da muhafazakâr halk kitlelerini çakma temsiliyetler ve söylemler üzerinden devletin yedeğinde tutmayı en az en onlar kadar başaran AP gibi, tam bir merkez partisi olarak, iktidar pastasından pay kapmak için giderek daha acımasız bir mücadeleye girişen yerli ve milli elitin gerçek bir davadan yoksun partisine dönüştü.

Ancak bu yazı bağlamında önemli olan şudur ki bu dönüşüm yaşanırken AKP ve reisi için seçim başarısı, giderek daha çok reklam ve tanıtıma dayanmaya başlamıştır. Küresel gelişmelere, yani ‘zamanın ruhu’na uygun olarak, AKP siyasetinde retorik, söylemin önüne geçmiştir. Seçim öncesi veya dışı ortamlardaki daha derinlikli dayanışma ağları yerini nemalanma üzerine kurulu çıkar ağlarına bırakırken ya da buna dönüşürken, seçimler de giderek kazanılması için her yolun mübah olduğu, her gün daha çok sahip olunan devlet olanaklarından en iyi ve açık şekilde yararlanıldığı bir kampanya sürecine indirgenmiştir. Başından beri AKP’nin çok başarılı olduğu bu alan, zamanla en başarılı olduğu ve hatta neredeyse tek başarılı olduğu alan haline gelmiş, ‘ne olursa olsun seçimi alma’ anlayışı, iktidardan düşünce hesabı verilmesi gereken eylemlerin ve günahların da artması nedeniyle adeta ‘hayat memat meselesi’ haline gelmiştir. Özellikle 2015 seçimlerinde yaşanan, tüm sınırları aşan pervasızlıkta ve acımasızlıkta yöntemlerle kazanılmış başarı, AKP’nin ve özellikle reisinin ‘ne yapar eder seçimi kazanır’ imajını perçinlemiştir.

Bunun içinde barındırdığı (yazının başında sözü edilen) etik-dışı ima bir yana, ‘iktidarı bırakmamak için her şeyi yapmaya hazır(lar)’ gibi olumsuz imaj, eldeki devlet olanakları ve daha önemlisi bunun için her ittifaka ve yönteme başvurulabileceği beklentisiyle birlikte düşünüldüğünde, bir anda gerçekten işe yarar bir araca dönüşmektedir maalesef. Hem Türkiye için hem AKP için maalesef. Nihayetinde imaj partisine dönüşmüş AKP için ayakta kalmanın en önemli araçlarından biri olarak kullanılan, gurur duyulmayacak bu imajın, ikinci sınıf vatandaş olarak yaşamış Müslümanlar ve özellikle on yıllarca mücadele vermiş Müslüman aydınlar ve aktivistler için üzücü bir şey olduğunu görmek gerekiyor. Neredeyse on yıllık bir sürecin sonucunda varılan nokta ve elde edilen başarı için söyleyecek tek şey kalıyor: Yazık!

İstanbul seçimi öncesi AKP için en büyük mesele ise 31 Mart seçimlerinden aslında büyük bir başarıyla çıkmakla birlikte bu imajının da sarsılmaya başlamasıdır!

Sorunlu ama iktidarda kalmak için ‘yararlı’ bu imajın özü bugün sorgulandığı için değil, artık AKP’nin (tüm imalarıyla) ‘her şeye rağmen’ seçim almasının mümkün olamayabileceği kaygısının, bu güce sahip olmadığı için bunu başaramayabileceği inancının yaygınlaşması, en büyük açmaz olarak AKP’nin önünde duruyor.

Üstelik neden ve nasıl olduğu anlaşılamayan bir süreç sonunda AKP tarafından İstanbul seçimlerinin tekrarlanması sayesinde bunun test edilmesi için çok daha uygun bir sınav düzenlenmiş, daha doğrusu çok daha sembolik bir ‘sahne’ de dünyanın gözü önünde AKP eliyle İstanbul’da kurulmuş oldu. Genelde anketlerin ve ortamın İmamoğlu’nun kazanacağını gösterdiği bir süreçte AKP çok zor bir ikileme mahkûm oldu. Eğer kazanamazsa, ya daha ağır bir darbe anlamına gelecek mağlubiyeti kabul edecek, ya da gözünü iyice karartarak kanun tanımamakta bir eşik daha atlayacak…

Bu ikileme mahkumiyetin sorumlusu AKP’nin, daha doğrusu reisinin kendisi midir, yoksa kendilerine tuzak kuran (eski) müesses nizamın devamı/artığı müttefikleri midir bilinmez.

AKP reisinin bu seçimde olası bir mağlubiyeti kabul ettiği ve en az zararla atlatacağı bu sürecin artık sonrasını düşünmeye başladığı yönünde iddialar, oldukça gerçekçi görünüyor, ama şeytanlaştırma amacıyla ortaya atılsa da bu iddialar, diğer yandan AKP reisinin ‘her şeye kadir siyaset cambazı/ustası lider’ imajını da yeniden üretiyor, besliyor…

CHP ve Millet İttifakı’nın bu kampanya sürecinde AKP’nin yaşadığı bu imaj aşınmasını ne kadar AKP aleyhine kullanabildiğini bilmiyorum, ama herkesin bir şekilde bu aşınmayı hissettiğini düşünüyorum…

Dolaylı ve dolaysız olarak geniş kitlelerde (özellikle ‘dava’dan dolayı değil muktedir olduğu için AKP’ye oy verenlerde) bu aşınmanın sonucu, oy verecek yeni güçlüler, daha doğrusu bu imaja sahip olanları aramak olacaktır, ama maalesef bu imajın kendisi sorgulanmayacaktır…

Sonuçta eldeki seçmen/demos bu olduğuna göre, İmamoğlu’nun yaşayacağı ikilem, bu imaja sarılarak seçim kazanmakla, gerçekten siyaset yaparak bu hastalıklı imajı sorgulamak arasında olacaktır. Birincisi için ne kadar zaman kaldığı sorgulanabilir, ama ikincisi için seçim sonrası sürece bakmak gerekiyor.

İmamoğlu kazansa da kazanmasa da sürecin/işin bitmediğini, geniş kitleler nezdinde yarattığı liderlik beklentisinin kendisine sorumluluk yüklediğini unutmamalı: Her ne kadar Erdoğan son seçim kampanyasında ortalıklarda görünmeyerek ve özellikle TV programı aracılığıyla kendisinin ‘ancak Binali Yıldırım’ın rakibi’ olabileceği imajı yaratmaya çalışsa da özellikle CHP’li geniş kitlelerin İmamoğlu’nu aslında Erdoğan’ın rakibi olarak gördüğünü unutmamak gerekiyor…

Sonuç ne olursa olsun, İmamoğlu için asıl ‘siyaset günleri’ seçimden sonra başlıyor…

HDP ve önceli partilerin deneyimlerinden ve söylemlerinden çok şey öğrenebileceği ‘mikro siyaset’ günleri…

*Prof. Dr. İstanbul Bilgi Üniversitesi Tarih Bölümü/Berlin Humboldt Üniversitesi Tarih Bölümünde misafir öğretim görevlisi